Aslan, kafesinden çıktığı anda, eski, vahşi aslan olduğu zamandakinden daha geniş bir dünyaya sahip olur. Hapsedildiği sürede onun için iki dünyadan başka dünya yoktur. Diğer bir deyişle kafesin içindeki dünya ile kafesin dışındaki dünya. Artık özgür kalmıştır. Kükrer. İnsanlara saldırabilir. Onları yiyebilir. Yine de tatmin olamaz, çünkü ne kafesin içinde, ne de kafesin dışında bir üçüncü dünya yoktur.Etsuko dört duvar arasında bir hayat sürmektedir. Gözü hep dışarıda olmuş kocası tifodan öldüğünde genç yaşta dul kalan kadın kendini kayınpederinin evinde bulmuş, yaşlı adamın rahatsız edici ilgisine boyun eğmeye mecbur kalmıştır. Tek tesellisi, evin hizmetçisi Saburo’ya olan aşkıdır. Ancak bu genç adamın sevgisini kazanmak için yaptıkları felaketini hazırlayacaktır. Yukio Mişima’nın ilk romanı Bir Maskenin İtirafları’ndan sonra yayımladığı Aşka Susamış, yazarın hayatı boyunca kalemine rehberlik etmiş sapkın ve saplantılı arzuyu ve sarsıcı şiddeti sahneye koyan, okuru yakalayan ve bırakmayan bir eser.“Mişima’nın romanları çevresine korkunç ve iflah olmaz bir tuhaflık yayar; sanki sapkınlar için kurulmuş bir arafta geçiyor gibidirler.” Angela Carter
*
Orada,
kırmızı canavarın sırtına binmiş bir kadın
gördüm.
İncil, Vahiy 17
Birinci bölüm
Etsuko o gün Hankyu Alışveriş Merkezi’nden iki çift yün çorap satın aldı. Bir çifti lacivert, diğeri kahverengi. Sade, tek renk çoraplardı.
Osaka’ya kadar onca yol gelmiş olmasına rağmen, son duraktaki Hankyu Alışveriş Merkezi’ndeki işini tamamlar tamamlamaz eve dönmek üzere hemen trene binecekti. Sinemaya gitmemişti. Yemek yemek bir yana, çay bile içmemişti. Kalabalık caddeler kadar nefret ettiği başka bir şey yoktu.
Bir yere gitmek istese, Umeda İstasyonu’ndaki merdivenlerden aşağıya inmesi yeterliydi, oradan metroyla Şinsaybaşi ya da Dotonbori’ye geçebilirdi. Ya da mağazadan dışarı çıkıp kavşaktan dönse kendini insan dalgalarının akın ettiği, çocuk ayakkabı boyacılarının, “Parlatalım, parlatalım,” diye seslendikleri büyükşehrin kıyısında bulurdu.
Tokyo’da doğup büyümüş Etsuko için Osaka açıklanamaz ürkütücülükte şeylerle doluydu. Zengin tüccarların, aylak takımının, sanayicilerin, borsacıların, fahişelerin, uyuşturucu satıcılarının, beyaz yakalıların, punkların, bankacıların, yerel yöneticilerin, şehir meclisi yöneticilerinin, gidayū1 anlatıcılarının, metreslerin, pinti kadınların, gazete muhabirlerinin, müzikhol göstericilerinin, barda çalışan kızların, ayakkabı boyacısı çocukların olduğu bu şehir değil de acaba yaşamın kendisi miydi onun korktuğu? Yaşam denilen sınırsız, çeşitli ıvır zıvırla dolu, kaprisli, hiddetli olmakla birlikte her zaman saydam koyu mavilikteki deniz.
Etsuko bez alışveriş çantasını açtı, aldığı çorapları çantanın dibine doğru iteledi. O sırada bir şimşek çaktı, açık pencereler aydınlandı. Ardından da mağazanın cam raflarını hafifçe titreten şiddetli bir gök gürültüsü duyuldu.
İçeriye giren rüzgâr “Özel Ürünler” yazılı küçük tabelayı devirdi. Çalışanlar pencereleri kapatmak üzere koşuştular. Dükkânın içi karardıkça karardı. Gün boyu açık kalan mağazanın ışıkları birden daha parlamış gibi göründü. Ancak henüz yağmur yağmaya başlamamıştı.
Etsuko alışveriş çantasını koluna geçirdi. Elini yüzüne doğru kaldırdığında çantanın epeyce eğilmiş bambu sapı sürtünerek dirseğine doğru indi. Yanakları sıcacıktı. Etsuko için alışılmış bir şeydi bu. Hiçbir nedeni yoktu; sağlık sorunu da bulunmuyordu – buna rağmen yanakları birden alev saçar gibi ısınıyordu. Narin elleri nasır tutmuş, güneşten yanmıştı. Narinliğinden ötürü daha da pürüzlü görünen elleriyle yanaklarını kaşıyınca yanma hissi de arttı.
O anda istediği her şeyi yapabileceğini hissetti. O kavşaktan geçip tramplen üzerinde yürür gibi yürüyerek dosdoğru o caddelerin içine dalabilirdi canı istese. Mağazanın içindeki yığınla eşyaya hiç bakmadan geçen insan kalabalığını izlerken birden hayallere daldı. Bu iyimser kadın, şanssızlık diye bir şeyi zihninde canlandırma yetisinden yoksundu; korkularının tümü de bundandı.
Ona bu cesareti veren neydi? Gök gürlemesi mi? Az önce satın aldığı iki çift çorap mı? Etsuko insanların arasından geçerek hızla merdivenlere doğru ilerledi. Merdivendeki kalabalığın içinde ikinci kata indi. Sonra Hankyu bilet gişesinin olduğu birinci kata indi.
Dışarıya baktı. Bir-iki dakika içinde yağmur sağanağa çevirmişti bile. Sanki uzun zamandır yağıyormuş gibi sırılsıklam olmuştu kaldırımlar. Yere çarptığı gibi sekiyordu yağmur damlaları.
Etsuko çıkış kapısına yaklaştı. Sükûneti geri gelmiş, rahatlamıştı. Hafif bir baş dönmesi ve yorgunluk vardı üzerinde. Şemsiyesi yoktu. Dışarı çıkamazdı. Hayır, olmazdı artık. Gereği kalmamıştı.
Kapının yanında dikildi, yağmurun görüntülerini bir anda yuttuğu tramvay, trafik ışıkları ve yolun ardındaki dükkân dizisini görmeye çalıştı. Yağmur damlaları sekerek bulunduğu yere giriyor ve eteğini ıslatıyordu. Kapının çevresi epey gürültülüydü. Bir adam başının üzerine koyduğu çantasıyla yağmurdan korunmaya çalışarak oraya doğru koşuyordu. Saçını eşarba sarmış, Batılı kıyafet içinde bir kadın hızlı adımlarla geliyordu. Sanki Etsuko için orada toplanıyor gibiydiler. Aralarında ıslanmamış tek kişi Etsuko’ydu.
Etrafı, sırılsıklam olmuş kadın ve erkeklerle doluydu. Kimi yakınarak kimi şaka yaparak, hepsi de içinden çıkıp geldikleri yağmura bir zafer edasıyla bakıyorlardı. Bir süreliğine hepsi de susup başlarını yağmur dolu göğe doğru kaldırdı; tüm o ıslak yüzler içinde bir tek Etsuko’nunki kuruydu.
Yağmur, yeri kestirilemeyecek bir yükseklikten boşalırcasına bu yüzlere yağıyordu. Düzenli bir şekilde yağdığı görülüyordu. Uzaklarda gök gürlüyor, sağanak yağmurun uğultusu kulakları ve yürekleri uyuşturuyordu. Ne oradan geçen arabalardan arada çalınan korna sesi ne de istasyon hoparlöründen çıkan cızırtılı yüksek anons bastırabiliyordu bu uğultuyu.
Etsuko yağmurun dinmesini bekleyen grubu geride bırakıp bilet vezneleri önündeki uzun ve sessiz sıraya girdi.
Hankyu-Takarazuka hattındaki Okamaçi İstasyonu, Umeda İstasyonu’ndan otuz-kırk dakikalık mesafedeydi. Ekspres trenler o durakta durmuyordu. Savaşın yıkımına uğrayıp Osaka’dan taşınan pek çok kişiyle birlikte devletin çok sayıda konut inşa ettirmesiyle Toyonaka şehrinin nüfusu savaştan öncekini katlamıştı. Etsuko’nun yaşadığı Maydenmura da Toyonaka’nın banliyösüydü. Ancak taşra değildi.
Yine de özel bir şey satın almak, hem de bunu ucuza getirmek isteyen kişi bir saatini feda etmeyi göze alıp Osaka’ya gitmeliydi. Güz gündönümünden bir gün önceye denk gelen o günkü alışverişinde Etsuko, ölmüş eşinin Budist sunağına bırakmak için onun çok sevdiği greyfurttan almak istemişti. Ne var ki mağazadaki tüm greyfurtlar satılmıştı. Dışarı çıkma niyeti yoktu başta, ama ya iç sesinin baskısına dayanamayarak ya da başka bir belirsiz güdüyle tam dışarı çıkacakken yağmur durdurmuştu onu. Hepsi buydu. Önemli bir şey değildi.
* * *
Etsuko, Takarazuka yönündeki her istasyonda duran yerel trene binip koltuğa oturdu. Pencerenin dışında yağmur aralıksız sürüyordu. Önünde ayakta dikilmiş adamın açarak okuduğu gazetenin mürekkep kokusu Etsuko’yu hayallerinden uyandırdı. Etrafına kaçamak bir bakış attı. Görecek bir şey yoktu.
Demiryolu görevlisinin düdüğünün tiz sesiyle birlikte tren, karanlık, ağır zincirlerin birbirine çarptığında çıkardığı gıcırtıya benzer bir sesle sarsıldı, aynı tempoda bir istasyondan diğerine ağır ağır ilerledi.
Yağmur dindi. Etsuko döndü ve bulutların arasından süzülen güneş ışığına baktı. Işık, Osaka banliyösündeki caddelerin üzerine güçsüz, beyaz bir el gibi düşmüştü.
Etsuko hamileymiş gibi yürüyordu. Miskinliği her halinden belli bir yürüme şekliydi bu. Kendisi farkında değildi, onu görüp düzelten biri de olmadığından bu yürüme tarzı, afacan bir oğlan çocuğunun arkadaşının sırtına gizlice yapıştırdığı bir kâğıt parçası gibi, Etsuko’nun istemsiz nişanesiydi.
Okamaçi İstasyonu’ndan çıktı, Haçiman Şinto Tapınağı’nın torii’si1 önünden geçip telaşlı kasaba caddesinden ilerleyerek nihayet evlerin seyreldiği yere geldi. Yürüme temposu o kadar ahesteydi ki gece Etsuko’yu sarmıştı bile.
Devletin yaptırdığı toplu konutlarda ışıklar yanıyordu. Çok sayıda aynı tarzda, aynı küçüklükte, aynı yaşamların sürüldüğü, aynı yoksullukta olan bu kasvetli konutların olduğu yol kestirme olmasına rağmen Etsuko burayı her zaman görmezden gelirdi.
İçerisi olduğu gibi görülebilen odalarda ucuz vitrinli dolap, alçak sehpa, radyo, muslin yer minderleri, bazılarında her bir lokmanın seçilebildiği yetersiz yemekler, onların yoğun buharı! Bunların tümü kızdırıyordu Etsuko’yu. Mutluluk dışında neredeyse hiçbir şeyle ilgili hayal kurmayan Etsuko’nun yüreği, bu yoksulluğu görmezden gelip sadece mutluluğa odaklanıyordu.
Yol kararmış, böcekler ötmeye başlamıştı; etraftaki su birikintileri can çekişen akşamın ışığını yansıtıyordu. Her iki taraftaki çeltik tarlalarının üstü nemli rüzgârda titriyordu. Karanlık bir güç içeren tarlada başları eğik başaklar, öğlen vaktindeki ekinin parıltısına hiç benzemeyen, ruhu alınmış gibi görünen sayısız bitki topluluğu gibiydi.
Taşraya özgü monoton ve anlamsız yoldan geçen Etsuko, ırmağın yanından kıvrılan yola çıktı. Maydenmura sınırlarındaydı artık.
Irmak ve yol arasında bambu koruluğu sürüyordu. Bu bölgeden Nagaoka’ya kadarki yer bambu üretim arazisi olarak ünlüydü. Bambu koruluğunun bitiş noktası, ırmak üzerindeki ahşap köprüye kadar uzanan yolu gösteriyordu. Etsuko ahşap köprüden geçti, eskiden yarıcının oturduğu evin önünden ilerledi, akçaağaç ve çeşitli meyve ağaçlarının arasından geçerek iki yanında çay bitkileri bitmiş taş merdivenlerden çıktı ve Sugimoto konağının giriş kapısını açtı. İlk bakışta sayfiye gibi görünmesine karşın, onu inşa edenin kurnazlık edip tasarrufa gitmesiyle görülmeyen yerlerinde ucuz kereste kullanılmıştı bu evde. İçerideki odadan, görümcesi Asako’nun çocuklarının gülüşme sesleri geliyordu.
Bu çocuklar yine gülüyor. Ne var acaba bu kadar çok gülecek? Bu kadar saygısızca kahkaha atılmasına tahammül edemiyorum. Etsuko hiçbir gayesi olmadan düşündü bunları. Alışveriş çantasını kapı eşiğine bıraktı.
* * *
Yakiçi Sugimoto, Kansay Ticaret Gemileri Şirketi’ nden emekli olmadan beş yıl önce, 1934 yılında on dönüm arazi almıştı burada.
Yakiçi, Tokyo yakınlarında bir yarıcının oğluydu, büyük bir gayretle üniversiteden mezun olduktan sonra genel merkezi o zaman Dojima’da bulunan Kansay Ticaret Gemileri Şirketi’nde işe başladı, yaşamının yarısını Osaka’da geçirerek üç oğlunu Tokyo’da okuttu. 1935’te genel müdür, 1938’de başkan oldu. Sonraki yıl da emekliye ayrıldı.
Karısıyla birlikte eski bir arkadaşlarının mezar ziyaretine gittiklerinde, Hattori Ruhlar Bahçesi adı verilen yeni belediye mezarlığının çevresinin güzelliğine vuruldu. Muhitin adını sorduğunda Maydenmura cevabını aldı. Bambu ve kestane ağaçlarıyla dolu bir meyve ağacı bahçesinin bulunduğu eğimli bir yer seçip oraya 1935’te sade bir sayfiye yaptırdı. Meyve üretimi için de bir bahçıvan tuttu.
Ancak bu ev, karısının ve oğlunun beklediği konforlu yaşamın temelini karşılamıyordu; Yakiçi hafta sonları ailesiyle birlikte Osaka’dan arabayla gelip güneşin keyfini çıkarıyor ve çiftçiliğe tutkulu bir istek duyuyordu. Yakiçi’nin tembel, sanat meraklısı büyük oğlu Kensuke, enerjik babasının bu hevesine tüm gücüyle karşı çıkıp yüreğinin derinlerinde onu hor görmesine karşın, neticede her zamanki gibi isteksiz de olsa babasının dediğine uydu, kardeşlerine katılarak kolları sıvadı.
Osaka’daki işadamları arasında, doğuştan cimri bir tabiata ve Kyoto-Osaka bölgesindeki yaşamın canlılığıyla iç içe geçen neşeli karamsarlığa sahip olanların çoğu, ünlü sahil ve kaplıca bölgelerinde sayfiye yaptırmak yerine arazinin ve yaşamanın ucuz olduğu dağlık bölgelerde kır evi yaptırıp oralarda toprakla uğraşırlardı.
Emekli olduktan sonra Yakiçi Sugimoto’nun yaşamının merkezi Maydenmura oldu. Bu yerin adı muhtemelen pirinç anlamındaki may ve tarla anlamındaki den sözcüklerinden geliyordu, mura ise köy demekti. Burası tarihöncesi dönemlerde deniz altında olduğundan toprakları çok verimliydi. On dönümlük arazisinde Yakiçi çeşitli meyve ve sebzeler üretiyordu. Yarıcı aile ve üç bahçıvan, bu amatör çiftçiye yardım ediyordu. Birkaç yıl içinde Sugimoto ailesinin şeftalileri şehir marketlerinde çok revaç görmeye başladı.
Harp yılları boyunca Yakiçi Sugimoto savaş halinden hiç hazzetmedi. Bu reddedişi kendine özgüydü.
Ona göre şehirdekiler, vesikayla dağıtılan yetersiz yiyecekleri ve fahiş fiyata karaborsa satılan pirinci öngörüleri olmadığı için almak zorunda kalıyorlardı. Kendisiyse öngörüye sahip olduğundan kendi kendine yeten bir yaşam sürebiliyordu. Her şeyi bu öngörü ilkesine bağlıyordu. Emekliye ayrılma yaşını bile bu öngörüsüne göre planlamıştı. Emekli olanların yaşadığı keyifsizlik ve sıkıntıyı, ki bunlar mahkûmların hissettiği keyifsizlik ve sıkıntıyla aynıydı, bir yerlerde unutmuş görünüyordu.
Askeriyeyi, ona hiçbir kin gütmeden şaka yollu bir şekilde kötülüyordu. Yaşlı karısının ateşli zatürreesi için, askerî doktorların yeni geliştirdiği bir ilacı Osaka’daki karargâhta bulunan arkadaşı vasıtasıyla getirtmişti; ancak dediğine göre ilaç karısı üzerinde iyi bir etki göstermeyip onu öldürünce, bu kötülemeler doruk noktasına ulaşmıştı.
Yabani otları kendi elleriyle yoldu, toprağı kendi elleriyle sürdü. Damarlarındaki çiftçi kanı geri gelmiş, toprağa ilgisi bir tür tutkuya dönüşmüştü. Şimdi ne karısı ne de toplum izliyordu onu; eline burnunu sümkürmekten alıkoyan kimse yoktu. Altın zincirle süslenmiş yelekle ve pantolon askısıyla iki büklüm olmuş yaşlı bedeninin derinlerinden sağlam bir çiftçi fiziği ortaya çıkıyordu. Tıraşlı yüzünün altından bir çiftçinin yüzü beliriyordu. Eski işyerinde altında çalışanlar onu görseler, bir zamanlar onları hiddetli kaşları ve kızgın bakışlarıyla korkutan bu kişinin aslında yaşlı bir çiftçinin diğer yüzü olduğunu anlarlardı.
Görenler Yakiçi’nin sahip olduğu ilk arazi olduğunu düşünürdü. Halbuki bundan önce epey evi olmuştu. Aslında bu çiftlik de ilk başta ona bir tür “arazi” olarak görünmüştü. Şimdiyse topraktı gözünde. Arazi şeklinden başka sahip olma kavramını algılamayan içgüdüsü geri gelmiş ve yaşamında ilk kez başarısının kesin bir şekli olmuştu; hem elleriyle dokunabiliyor hem de yüreğinde hissediyordu. Ergenliğinde babasını küçük gören, atalarını lanetleyen hislerinin kökeninde onların tek bir dönüm bile toprak sahibi olmayışlarının bulunduğunu düşündü. Yakiçi öce benzer bir sevgi hissiyle Boday Budist Tapınağı’ndaki aile mezarlığında ataları için abartılı büyüklükte bir mezar yaptırdı. Oraya ilk gömülecek olanın Ryosuke olacağını hiç tahmin edememişti. Belki de yandaki Hattori Ruhlar Bahçesi’nden yer almalıydı.
Osaka’ya nadiren gelen oğulları, babalarındaki bu değişimi önce algılayamadılar. Büyük oğlu Kensuke, ortancası Ryosuke ve küçük oğlu Yusuke’nin zihinlerindeki baba, ufak tefek farklılıklara rağmen ölmüş anneleri tarafından oluşturulmuş bir imgeydi. Tokyo’daki orta sınıfın berbat özelliklerini bünyesinde barındıran kadın, kocasının bir üst sınıf müdürün davranışları dışında hareket etmesine izin vermezdi. Ölene dek, kocasının eline burnunu sümkürmesini, insan içinde burnunu karıştırmasını, ağzını şapırdatarak çorba içmesini, hibaçi kömür ateşinin içine tükürmesini yasaklamıştı. Oysa ki bu kötü alışkanlıklar, toplumun büyük adamlarda hoş gördüğü şeylerdi.
Oğullarının gözünde Yakiçi’nin değişimi bir şekilde acınası, aptalca ve eğretiydi. Kansay Ticaret Gemileri Şirketi’nde genel müdürlüğü sırasındaki o yüksek moralli günleri geri gelmiş gibiydi, ama o zamanki pratik esnekliğini kaybetmiş, kendini beğenmiş biri olmuştu. Her şeyden önce sesi, bostandan meyve hırsızlarını kovan bir çiftçinin sesine dönüşmüştü.
Yirmi tatami1 büyüklüğündeki kabul odasında Yakiçi’nin bronz bir büstü yer alıyordu. Kansay sanat dünyasının parlak ressamlarından birinin yaptığı yağlıboya port….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Japon Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAşka Susamış
- Sayfa Sayısı192
- YazarYukio Mişima
- ISBN9789750741760
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ademoğlu Nerdeydin ~ Heinrich Böll
Ademoğlu Nerdeydin
Heinrich Böll
Mermiler vınlayarak kıl payı farkla yanından, üzerinden geçiyordu. Arkasında camlar şangırdıyor, ahşap binalar parçalanıp birbirinden ayrılıyor, evin birinde bir kadın haykırıyor, çevresinde sıva topakları...
- Watson Ailesi ~ Jane Austen
Watson Ailesi
Jane Austen
Jane Austen’ın 1803’te yazmaya başlayıp tamamlayamadığı romanı Watson Ailesi yazarın daha sonra kaleme aldığı diğer eserlerine bir girizgâh niteliği taşıyor. Kıvrak zekâsının ürünü müthiş ironisiyle, İngiliz...
- Hasbüyü ~ Terry Pratchett
Hasbüyü
Terry Pratchett
“Başka herkesi yendikten sonra, geriye savaşacak yalnızca tanrılar kalır,” dedi Coin. “Aranızda tanrıları gören var mı?” Tereddütlü inkârlar yükseldi. “Size onları göstereceğim.” Yakın geçmişte,...