Pasta kutusundan çıkan satırları okumak kadınlar için bir mutluluktu. “Bunları yazarken beni düşündü,” diyorlardı içlerinden (öyle olmadığını herkes bilse de) ve değersiz varlıklarına bir değer biçildiğine inanıp mutlu oluyorlardı. Belki de ilk kez var olduklarını hissediyorlardı. Bunu anlamayacak kadar aptal değildim.
Siparişle pasta yapan ve her birinin içine kişiye özel aşk metinleri koyan ama aşka inanmayan Faik Bey, kullandığı Mercedes’e âşık şoför, kırsalda saklanan babası hakkında atlılara ipucu vermemeye çalışan ufak çocuk, iki oğluna arı izleme projesi veren çapkın baba, eski kocasını bir sabah bir kafede, yanında yeni sevgilisiyle görüp işe geç kalan kadın, yabancı bir kadın gazeteciyi sınır kentindeki bombalanmış otel odasında alıkoyan adam…
Hikmet Hükümenoğlu, onu romanlarıyla tanıyan okurunun karşısına bir öykü kitabıyla çıkıyor – Aşka İnanmayanlar İçin Aşk Öyküleri. Tuhaf, patolojik, alışılmadık aşk hikâyelerinin yanında bildik durumları da ustalıkla, incelikli bir mizahla, merak duygusunu hep canlı tutarak anlatıyor. İnanıp inanmamak okura kalmış.
İçindekiler
Arıların Yön Duygusu ………………………………………………11
Aşk Öyküleri – No. 1 ……………………………………………….37
Mersedes 80 …………………………………………………………….39
Aşk Öyküleri – No. 2 ……………………………………………….53
Aşka İnanmayanlar İçin Aşk Öyküleri ………………………..55
Aşk Öyküleri – No. 3 ……………………………………………….75
Sumru, Cemre ve Ben ………………………………………………77
Aşk Öyküleri – No. 4 ……………………………………………….97
İki Kişi Bir Bavula Sığmak Zor …………………………………. 99
Aşk Öyküleri – No. 5 …………………………………………….. 111
Hudut …………………………………………………………………..113
Aşk Öyküleri – No. 6 ……………………………………………..129
Siyah Atlarla Geldiler ……………………………………………..131
ARILARIN YÖN DUYGUSU
Beni göremeyeceği bir yere oturuyorum ve gözlerimin karanlığa alışmasını bekliyorum. Salon tahminimden daha kalabalık. Sahnedeki iki koltuktan birinde kardeşim oturuyor. Arkasında son romanının posteri, tepesinde spotlar var. Ön sıralardan biri el kaldırıp soruyor: “Peki, o zaman insan aşkı nasıl öğrenir?” Seyirciler gülüşüyor. Sohbetin başını kaçırdığım için espriyi anlamıyorum. “Romanlardan,” diyor kardeşim. “Filmlerden, şarkılardan… Ama en başta kendi anne babasından.” Artık ağzından kerpetenle zor laf alınıyor ama çocukken çok konuşurdu Kerim, çok soru sorar, sürekli bir şeyler anlatır ve hiç susmazdı. Birisi susturana kadar.
Çenesi o kadar düşüktü ki bazen canını acıtmak isterdim. Gerçekten acıtmak değil de, ya da tam olarak öyle, bilmiyorum. Biraz sessizlik istiyordum herhalde, sessizlik ve huzur. Ayrıca, o ıssızlığın ortasında öfkemi çıkarabileceğim başka kim vardı ki? İki kardeş arasında olurmuş böyle şeyler. Öyle derler. Bir keresinde vurmuştum. Elimin ayarı kaçmıştı ve epey sert vurmuştum, sonra da pişman olmuştum. Gayet iyi hatırlıyorum, doğup büyüdüğümüz evden çok uzaktaki o kente taşınalı daha birkaç ay olmuştu.
Annemle birlikte geçireceğimiz son yaz olduğunu henüz bilmiyorduk. Ben 17 yaşındaydım, Kerim 14. “Sana dur dediğimde dursan ölür müsün?” diye bağırdım. Koşup yetişti, peşime takıldı. “Öpüştünüz mü?” “Salak salak sorular sorma. Orada duracaksın, kımıldamayacaksın demedim mi?” “Elini tuttun mu peki?” Cevap vermedim. Dikenler pantolonumun paçasına dolanıp beni delirtiyordu. Bazıları paçama dolanmakla kalmıyor, kumaşı delip dişlerini etime geçiriyordu. Yeryüzündeki bütün dikenleri topraktan tek tek söküp yakmak istiyordum. Kentin kıyısında, arka bahçesi kırlara açılan tek katlı, perişan bir ev vermişlerdi babama. “Bilhassa bu evi istedim,” demişti, “tabiatın içinde yaşayıp deneylerimi yapmayı hiçbir şeye değişmem.” Babamdan önceki mühendise, kentin en şık caddesindeki lojmanda dayalı döşeli bir daire tahsis edildiği kulağımıza gelmişti ama bu konuda gıkımız çıkmıyordu.
“Senin kızın babası çok tehlikeli bir adammış, höt dedi mi herkesin ödü patlarmış,” dedi Kerim hala peşimde ve nefes nefese. “Onu kimden duydun?” “Herkes seni konuşuyor. Yeni gelen oğlan, savcının kızını rahat bırakmazsa çok fena başı yanacak diyorlar.” Kardeşimin, tanımadığı insanların kuyruğuna yapışıp muhabbetlerine musallat olmak gibi bir huyu vardı. Senin bu yaptığını uyuz enikler yapmaz diyordum. Kendine doğru düzgün bir-iki arkadaş bul diyordum ama beni dinlemiyordu. “Başka ne konuşuyorlar benim hakkımda?” “Kız herkesten gizliyormuş ama o da sana meyilliymiş.”
Bunu duymak hoşuma gitti ancak çaktırmadım. “Abi, eğer çok fena başını yakarsan başka bir yere gitmek zorunda kalır mıyız?” “Babam gidiyoruz demedikçe hiçbir yere gitmek zorunda kalmayız. Çeneni kapa da yardım et.” İri bir taş bulup demin Kerim’e başında dikilmesini söylediğim kayanın karşısına kadar yuvarladım. “Oldu mu bu burada sence?” diye sordum. Omuzlarını silkti. “İkisinin arasına bir çizgi çeksek tam ortası sayılmaz mı?” Kerim, bayırın önce sağ yanına, sonra sol yanına baktı. Her yer göz alabildiğine otlarla, dikenlerle, papatyalarla ve adını bilmediğim sarı çiçeklerle kaplıydı. Alçaktan süzülen bulutların gölgesi, dev karaltılar halinde yamacı yalayıp geçiyordu.
İleride, tepenin altında, tarlalar başlıyordu, daha da ötede tek tük evler. Fakat durduğumuz yerden bakınca yeryüzü sadece otlardan ve dikenlerden ibaretti. Bilmiyorum, belki şimdi olsa, kafa dinlemek için ne güzel bir yer derdim ama o yaştayken bana dev bir kafes gibi geliyordu. Tel örgüler yerine boşlukla çevrili, çıkıp özgürlüğüme kavuşmak ve gerçek hayata başlamak için gün saydığım bir kafes. Rüzgar, gömleğimin içine dolup yakalarımı şişirdi. “Bulutlar, üzerimizde yüzen balinalara benzemiyor mu?” dedi Kerim. Saçları ikide bir gözlerine girip duruyordu. “Biz de denizin dibindeyiz, yosunların arasında…” “Tepemi attırma Kerim, tam ortası mı, değil mi?” “Bilmiyorum. Burası daha epey gidiyor.” “Hepsini demedi ki. Kulaklarını açıp dinleseydin böyle aptal aptal konuşmazdın. Makul bir alan belirleyin, tam ortadan ikiye bölün ve krokisini çıkarın dedi.” “Tamam da niye?” “Her şeyi anlaman gerekmiyor.” Defterimi açıp bir dikdörtgen çizdim, düz bir çizgiyle ortadan ikiye böldüm.
“Buradan taşınırsak eski evimize döner miyiz sence?” “Şunun aynısını çiz. Eski evimiz diye bir şey yok, unut artık.” “Burayı hiç sevmedim. Annem de sevmedi. Hem niye kroki çiziyoruz anlamıyorum. Etrafta hiçbir şey yok ki.” Derin bir nefes aldım. “Çünkü bu işi doğru düzgün yaparsak yarın arkadaşlarımla sinemaya gitmeme izin verecek. Senin yüzünden pazar gününü evde geçirmek istemiyorum, tamam mı?”
“Ben de gelebilir miyim?” “Arkadaşlarımla gidiyorum dedim, duymadın galiba.” Aslında arkadaşlarım dediğim o salaklarla zaman geçirmeye hiç meraklı değildim. Tek derdim Sevgi’yi görmekti. Savcının al yanaklı kızı Sevgi. Bana meyilli olduğunu herkesten gizleyen Sevgi. “Belki kaçıp gelebilirim,” demişti. Benimle oyun oynuyordu, kaçamayacağını biliyordum. Ne olursa olsun, aklımdan çıkmıyordu. Kolumla dümdüz karşıyı gösterdim. “Çizginin bu yanı senin, bu yanı benim. Hadi, biraz sus artık.” İşin doğrusu, babamın bitmek tükenmek bilmeyen projeleri ve bize verdiği bu görevler bana da saçma geliyordu ama kardeşim gibi sürekli soru sorup adamın asabını bozmuyordum. Kafamdaki denklem gayet basitti: Cumartesi görev, pazar izin. Kerim için hiçbir denklem basit değildi. Arabada, “Ben niye hiç öne oturmuyorum?” diye tutturmuştu bir defasında. Tamam, arka koltuk kırıktı ve insanın kıçına batıyordu ama benim suçum muydu sanki? Babam gözünü yoldan ayırmadan, “Herkesin yeri belli,” diye cevap vermişti. “Herkes yerini bilecek.”
* * *
Babam, adlarını aklımda tutamadığım kimyasal maddeler üreten bir fabrikaya baş mühendis tayin edilmişti.Fabrika diyorduk ama dışarıdan bakınca fabrikaya benzer bir tarafı yoktu. Depolar, borular, variller ve alçak bir bina, hepsi o kadar. Arka koltuğu kırık külüstürü de fabrikadan vermişlerdi. Babam belli etmemeye çalışıyordu ama ona biraz bozulmuştu. “Yakında değiştirecekler,” demişti, “geçici bu.” Sesimizi çıkarmamıştık. Sonra bana dönüp göz kırpmıştı. “Eğer bu dönem notların yüksek gelirse sana direksiyon öğretirim. Yaşın tuttuğunda ehliyetini alırsın.” Daha gelir gelmez inek diye adım çıksın istemiyordum ama bunu duyunca deliler gibi çalışmaya başlamıştım.
Okula babamla gidip gelirdik, başka çare yoktu. Eve dört-beş dakika yürüme mesafesinde bir durak vardı ve günde birkaç defa minibüs geçerdi ama seferler sabah onda başlıyordu. Derslerse sekiz buçukta. Paydos zilinden sonra fabrikaya kadar yürüyüp babamın mesaisinin bitmesini beklerdik. Boş bir masaya yayılıp ödevlerimizi yapardık, hademe açık çay ve bir tabak bisküvi getirirdi. Bisküviler nedense hep nemli olurdu. Bir kere bile kıtır kıtır bisküvi yediğimi hatırlamıyorum ama şikayet etmezdim çünkü çaya batırınca o kadar da fark etmiyordu. Akşam eve dönerken babam önce okulu sorar, cevaplarımızı yarım kulakla dinler, ardından bize hayata dair dersler vermeye geçerdi. Bu derslerin ne hakkında olacağını önceden tahmin etmek zordu ama en sevdiği iki konu, tabiat ve kadınlardı. Çoğunu unuttum ama bazı laflarını hatırlıyorum – hatırlıyorum da denmez, hiç alakası olmayan bir işle uğraşırken, diyelim sabah çay demlerken, o hayat derslerinden biri aniden aklıma geliveriyor. İnsanı çaresiz bırakan baş ağrısı nöbetleri gibi, engel olmaya çalışsam da beceremiyordum.
(“Kadınlar güçlü adamlara aşık olur, çocuklar. Kafası çalışan, mevki sahibi adamlara. Öyle karı gibi ağlayan sızlayan erkeklerin suratına bakmazlar…” “Erkek, doğası gereği avcıdır, kafese kapatırsan ölür. Burnu koku aldı mı tut tutabilirsen. Bakın, masal anlatmıyorum. Darwin’in evrim teorisini açın okuyun. Bilimadamları hepsini ispatlamış…” “Eğer bir kadının kalbini kazanmak istiyorsan stratejini iyi kuracaksın. Ona hediyeler alacaksın, asla boş bırakmayacaksın. Kadınlar pahalı hediyeleri sever ama ucuz bir hediye bile hiç yoktan iyidir…”)
Babamın anneme hediye aldığını hiç görmemiştim. Zaten bizim evde doğum günü, yılbaşı filan kutlanmazdı. Babama göre öyle şeyler, para hesabı bilmeyenleri inek gibi sağmak için kurulmuş tuzaklardı. Annemse özel günlerin ne olursa olsun özel olduğuna inanırdı. Kardeşimle benim için küçük bir pasta yapardı ama babam sinirlenmesin diye mum üflemezdik. Zaten pastane vitrininde gördüğümüz pastalara hiç benzemezdi annemin yaptıkları. Hediye meselesine dönecek olursak, Sevgi’nin kalbini kazanmak için nasıl bir strateji kurmam gerektiğini henüz çözememiştim. Babasından o kadar korkmasa ah neler yapacaktım ben ona. Nerelere götürecektim.
Hesapta çok cesurdu ama aslında ödü kopuyordu ve her dediğime itiraz ediyordu. Sırf benimle değil, sınıftaki oğlanlardan herhangi biriyle konuşurken görülmekten ödü kopuyordu, babasının kulağına gider diye. Ben korkmuyordum. Peşinden bir dakika bile ayrılmıyordum, kimse bakmıyorsa kolundan yakalayıp kuytuya çekiyordum. Avlunun arka köşesindeki erik ağacının altında bir bank vardı, teneffüslerde oraya kaçıyorduk. Zamandan bahsediyorduk, günlerin neden o kadar yavaş geçtiğinden ve detaylarını fazla düşünmediğimiz, yine de bize çok önemli gelen planlarımızdan. Sevgi, “Hemen evleneceğim ve daha büyük bir kente taşınacağım,” diyordu.
Bense, önce üniversiteye gidecektim ve makine mühendisi olacaktım, sonra askerlik… Sonra da bir fabrikada iş bulurdum herhalde. Hayalimde şu yeni kurulan son sistem otomobil fabrikalarından biri vardı. “Evlenmeyecek misin?” diye sordu Sevgi. “Tamı tamına senin gibi bir kızla evlenmek istiyorum,” dedim. “Komik komik konuşma.” Yanakları kızardı. Yanaklarının kızardığının farkına varıp iki misli utanınca çok tatlı oluyordu. “Öyle alelacele evlenmeye kalkarsan, tahsili olmayan, mevki sahibi olmayan aptal birisine kalırsın ve ileride çok mutsuz olursun,” dedim. “O yüzden biraz dişini sıkıp beklemen lazım.” “Nereden biliyorsun mutsuz olacağımı?” “Biliyorum,” dedim. “Yanılıyorsun. Aşık olduktan sonra öyle şeylerin hiç önemi yoktur.” “Elini tutabilir miyim,” diye sordum. Bu sefer itiraz etmedi.
Annem arada sırada çiçek toplamak için evden dışarı çıkardı. Eskiden arkadaşlarıyla buluşup gezmeye giderdi ama buraya geldikten sonra öyle şeyler kalmamıştı. Babam fabrikada, biz okuldayken, bütün gün tek başına evdeydi. Canı çok sıkılır mıydı, bilmiyorum. Yanından ayırmadığı pilli bir radyosu vardı, eğer o açık değilse evin neresinde olduğunu bilmezdik. Bazen saatlerce gözden kaybolur, sonra hiç beklemediğimiz bir anda karşımızda beliriverirdi. İki-üç günde bir diş macununa bandığı pamuklarla gümüşleri parlatırdı ve bu yüzden ev, sabah akşam naneli diş macunu kokardı. Anneannesinden kalan tepsiler ve çatal bıçak takımı çok kıymetliydi en azından annem için çok kıymetliydi ama ne kadar ovarsa ovsun, siyah bulutlarla kaplı dururlardı camlı büfede.
Bir de gümüş resim çerçeveleri vardı. En büyüğünde, babam, gençliğinde çekilmiş siyah beyaz bir fotoğrafıyla dikilirdi, başköşede. Etrafında, kardeşimle benim bebeklik fotoğraflarımız diziliydi, kaleyi koruyan oyuncak askerler gibi. Annemin tek bir fotoğrafı yoktu. Hiç çektirmemiş, belki de yırtıp atmış. O günlerde babamla artık hemen hemen hiç konuşmuyorlardı. Konuşuyorlarsa da biz görmüyorduk. Daha önce –oraya taşınmadan önce yani– birlikte güldükleri zamanlar vardı. Bağıra çağıra kavga ettikleri zamanlar vardı. “Kavga ettiklerinde bile bu kadar kötü değildi,” dedi Kerim. Doğru söylüyordu ama sesimi çıkarmadım. Bebekler doğduktan bir süre sonra konuşmayı öğrenir ya, annem de tam tersi, konuşmayı yavaş yavaş unutmaya çalışıyordu galiba.
Bunun bir tür isyan olduğunu yıllar sonra anladım. Çaresiz insanların sessiz isyanı. “Niye evlenmişler sence? Annemle babam?” “Aşık oldukları için herhalde,” dedim. İnsanların aşk yüzünden evlendiklerine inanırdım o zamanlar. Ya da aşık olduktan sonra yapacak daha iyi bir şey kalmadığı için. “Sonra ne olmuş?” “Saçma sapan sorular sormayı bırak da işine bak.” Babamın bize verdiği görevin üçüncü haftasındaydık. Bayırı kaplayan otlar iyice uzamış, dikenler biraz daha dişlenmişti. Evin önündeki ağaçlardan kuş cıvıltıları ve epey uzaktan, neresi olduğunu kestiremediğim bir yerden horoz sesleri geliyordu. Geveze kardeşim hiç durmayan çenesiyle hepsini bastırıyordu tabii. Krokinin ne işe yaradığını önceki hafta öğrenmiştik.
Öğrenmeseydik daha iyiydi. Babam kahvaltıdan önce bizi çalışma odasına çağırıp karşısına oturtmuştu. Charles Darwin’in bin sekiz yüz bilmem kaçta yaptığı bir deneyi uzun uzun anlatmıştı. Artık adamın kaç çocuğu varsa, beşini seçip görevlendirmiş. Bahçede durup nöbet tutacaksınız, demiş, bal arılarının hangi çiçekten havalanıp hangisine konduğunu defterinize not edeceksiniz. Uzun lafın kısası, adam, arıların uçuş rotasını kafaya takmış. Derdi tam olarak neymiş pek anlamamıştım. Babamın derdi ise tıpkı Darwin gibi yeni bir asrın başlangıcı olmaktı. Kendi tabiriyle, “sadece hayvanlar aleminin düzenini değil, insanoğlunun tabiatını, yani ruh denilen meselenin sırrı”nı çözeceğine emindi. “Kahvaltınızı çabuk bitirin, oyalanmadan işe başlayın,” diye yollamıştı bizi.
Babamın çalışma odası hem okurken hem de yazarken yarım bıraktığı kitaplarla doluydu. Masanın üzerinde eski bir daktilo ve yerinden kımıldamayacak kadar ağır bir telefon olduğunu hatırlıyorum. Biz taşınmadan önce telefonun hattını kesmişlerdi ve sonra bir türlü bağlanamadı. O telefon hiç çalmadı ama nedense babam için masasındaki en önemli nesneydi. Yanında birkaç şişe yeşil mürekkep dururdu niçin yeşil bilmiyorum, ucuza bulup almıştı herhalde– ve tek bacağı kopuk olduğu için en ufak harekette sallanan paslı bir Eyfel Kulesi. Arılı projenin üçüncü haftasındaydık ve daha ne kadar sürecekti bilmiyordum. “Bütün yaz arı mı kovalayacağız?” diye söylendi kardeşim. Bayırın ortasında durmuş, elindeki krokiye çatık kaşlarıyla bakıyordu. “Mecbur değilsin.
Babama gider, benim daha mühim işlerim var dersin. İzah edersin, sonuçlarına da katlanırsın.” Çiçekleri tek tek işaretlemek deli işi olduğundan öbekler belirleyip onlara numara vermiştik. Öbek filan da yoktu aslında. Papatya bu, kırda kafasına göre çıkıyor ama neyse. Bir arının peşine takılıp hangi öbekten havalanıp, hangi öbeğe konduğunu not ediyorduk, 4, 8, 15, 16, 23 diye… Gözden kaybedene kadar. Sonra başka bir arının peşine takılıyorduk. Arada arıları karıştırdığım ya da sıkıldığım oluyordu, o zaman çaktırmadan defterdeki sayılara ufak tefek müdahaleler yapıyordum. Öğlene doğru Kerim’in de defterini kafadan atma sayılarla doldurduğunu fark ettim.
“Ne yapıyorsun öyle?” “Hiçbir şey yapmıyorum. Sen de aynısını yapıyorsun.” “Yalan uydurma,” dedim. “Babam anlamaz mı sanıyorsun?” “Anlar mı sence?” Cevap vermedim. Kardeşimin endişesi bir an için bana da bulaştı. Babamın sağı solu hiç belli olmazdı. Şu direksiyon işini tehlikeye sokmak istemiyordum. Araba kullanmayı bir öğrensem, Sevgi’yi pazar günleri evden kaçmaya ikna edebileceğime emindim. Kızda korku morku kalmazdı o zaman, işler hızla ilerlerdi.
(“Eğer benim yanımda öğrenirsen ehliyet sınavını beklemene bile gerek yok,” demişti babam bir akşam yemekte. “Yollar bomboş nasıl olsa, karşına kim çıkacak ki bu Allah’ın unuttuğu memlekette…” Annem bana dönüp babamın duymasını istemiyormuş gibi ufacık bir sesle, “Aklını kaçırdın galiba Kerem, hiç olur mu öyle şey?” demişti. “Aklımızı kaçırdık efendim, evet sonunda hepimiz aklımızı kaçırdık,” diyerek numaradan bir kahkaha attı babam. Gözlerimi tabağımdaki bezelyelere dikmiş, nefesimi tutmuş beklerken niye öyle tarifi imkansız bir korkuya kapılmıştım bilmiyorum. Babamın mı korkunç bir şey yapmasından korkuyordum, yoksa annemin mi?)
“Anlar mı sence?” diye bir defa daha sordu Kerim.
“Çeneni tutmayı becerebilirsen anlamaz.”
“Annem babama niye aşık olmuş sence abi?”
“Bana ne soruyorsun, git ona sor.”
“Sordum. Hatırlamıyorum dedi.”
Annemi, üzerinde kısa kollu beyaz sabahlığıyla, sabahın ilk ışıklarında, evin arkasındaki çitin başında durmuş, bayırdan aşağı doğru gitgide koyulaşan sise bakarken hatırlayacağım hep.
* * *
Salonun en arka sırasında, köşede oturuyorum. Kerim’in o karanlıkta beni görmesine imkan yok, hele tüm spotlar üzerine çevrilmişken. Yine de bir an için dimdik gözümün içine bakıyor sanıyorum. Kafamın içinden geçenleri duymuş gibi. Bıçak gibi. Seyircilerden yeni bir soru geliyor ve gülümseyip o yana dönüyor.
* * *
Okulların kapanmasına birkaç hafta kala, başkentten fabrikaya iki stajyer geldi. Özdemir Abi, gözlüklü, kıvırcık saçlı, komik birisiydi. Amatör ligde top oynamış ama kötü bir tekmeyle dizi sakatlanınca bırakmak zorunda kalmış. “Hem sınav hem idman, altından kalkamıyordum zaten,” dedi. Babam onu doğruca Kerim’in karşısına oturttu. “Allah aşkına şu çocuğa biraz matematik öğret, aptal olacak yoksa. Benim sabrım yetmiyor,” diye pat pat omzuna vurdu. Bir de söz verdi, Özdemir Abi bu zor görevi başarabilirse babam onu kentin en iyi kebapçısına götürüp yemek ısmarlayacaktı. Babam ortalıktaysa Özdemir Abi’yle Kerim ders çalışırdı ya da öyle görünürlerdi. Değilse, üçümüz depoların arkasındaki arsaya kaçardık ve Özdemir Abi bize çalım atmayı, topuk pası vermeyi filan öğretirdi. Aslında laborant teyzeler gardiyan gibiydi ve bir stajyerin mesai sırasında öyle ikide bir bahçeye çıkmasına asla izin vermezlerdi. Müdürün çocuklarına abilik ediyor diye göz yumuyorlardı herhalde. Öteki stajyerin adı Nil Abla’ydı. Ama abla demeyecektim.
“Aşk olsun, o kadar yaşlı mıyım sence?” diye sitem etmişti daha ilk gün. Annesi Nil Burak diye bir şarkıcının hayranıymış. “Nasıl yani, hiç duymadın mı? Yahu radyoyu açmaz mısın sen?” Sonra gülmüştü. “Seyyal de koyabilirmiş adımı, o yüzden çok kızmıyorum.” Hayatımda gördüğüm en güzel kadındı Nil Abla. Siyah saçlarını erkek gibi kısacık kestirmişti ama bu onu çirkinleştireceğine on kat güzelleştirmişti. Belki de yüz kat. Laboratuvar önlüğünün önünü hiç iliklemezdi. Bluzunun düğmeleriyse tam sutyeninin hizasında patlayacak gibi dururdu. Oraya bakarken yakalanacağım diye ödüm kopardı ama insan bakmadan duramıyordu ki.
“Bana mı bunlar? Ne kadar tatlısın!” Bizim nemli bisküvilerden götürmüştüm. Sigara molasına çıkmış, fabrikanın arkasındaki yangın merdivenine ilişmişti. Farkında değildi ama dizini zangır zangır sallıyordu ve bütün basamaklar onunla aynı tempoda sallanıyordu. “Gel yanıma otur. Sana bir sır vereceğim. Sır tutabilir misin Kerem?” Gözleri, kirpikleri, burnu, burun delikleri ve dudakları o kadar nefisti ki yutkunmaktan doğru düzgün cevap vermedim. “Galiba burası hiç bana göre bir yer değil. İçerideki cadılar canımı alacakmış gibi bakıyorlar. Şu hale bak, sinirden elim kolum titriyor.” Bisküvinin köşesini ısırdı, diliyle üstdudağındaki kırıntıları temizledi.
Gözlerimi o dudaklardan bir saniye bile ayıramıyordum. “Kimsenin ruhu duymadan kaçıp kaybolsam diyorum. Ne dersin?” Birkaç defa daha yutkunduktan sonra, “Ben de başta kaçmak istemiştim,” diyebildim. Kendi sesim kulağıma o kadar ince geldi ki utancımdan neredeyse yerine dibine geçecektim. “Buradaki yeni okula başlayınca yani.” “Artık istemiyor musun?” “Yoo. Hala istiyorum. Arada sırada.” “Ama dişini sıkıyorsun ve pes etmiyorsun. Sen başardıysan belki ben de başarabilirim.” Benimle dalga geçip geçmediğini anlamamıştım ama umurumda değildi. Dip dibe oturmuştuk, bacağım onun bacağına değiyordu ve bedeninin sıcaklığı kasıklarıma doğru ilerliyordu. “Arkamdan neler diyorlar kim bilir. Düşündükçe öfkeden patlayacak gibi oluyorum.” “Herkesin arkasından konuşuyorlar,” dedim. Sırf kendini kötü hissetmesin diye değil, gerçekten herkesin arkasından konuşuyorlardı. Babam hakkında neler dediklerini kendi kulaklarımla duymuştum. Neyse ki kardeşim duymamıştı.
Zaten fazlasıyla ana kuzusuydu, aklı daha da karışsın istemezdim. Nil Abla’ya duyduklarımı anlatmadım. Sırf ona değil, hiç kimseye anlatmadım. Galiba anlatmazsam zamanla unuturum sanıyordum fakat o fısıltılar şimdi bile kulaklarımda. Laboratuvar tezgahının altı karanlık bir mağara gibiydi. Top top olmuş toz yumakları hatırlıyorum, yakılıp atılmış kibrit çöpleri, eski bir test tüpüne ait cam kırıkları, tepemden geçen havagazı hortumları… Zihnim boşlukları dolduruyor – kokuları örneğin, gözlerimi kapasam, ensemi ürperten o aşı pamuğu kokusunu şu anda hala ordaymışım gibi duyabiliyorum. Çürük yumurta kokusunu. Ter kokusunu, naylon çorapların, yün eteklerin, ruj lekeli izmaritlerin, dumanlı nefeslerin, sararmış takma dişlerin kokusunu.
(Tezgahın altına kaçan kalemimi arıyordum, tam o sırada iki laborant teyze, tuvaletten dönmüş ve benim orada olduğumu fark etmemişti. “Arkası da pek sağlammış,” diye fısıldadı biri. “Arkası sağlam olmasa öyle bir rezaletin üzerine iş bulabilir mi? Hem de getirip tepemize müdür dikiyorlar ahlaksızı. Şu hale baksana, afrasından tafrasından geçilmiyor.” “Onun gibiler için burası da bir nevi sürgün. Muhasebeci Recep Bey söyledi, bak bu son şansın demişler, ya aklını başına toplarsın ya da defolup gidersin.” “Nasıl bir yüzsüzlüktür bu Yarabbim. Çoluğundan çocuğundan da mı utanmaz insan?” “Allah karısına kuvvet versin. Ben bir tek o kadına acıyorum.”)
Yağmur yağdığında külüstürün sileceklerinden çıkan o korkunç ses de hala kulaklarımda. Döşemedeki sigara delikleri, kapağı kaybolmuş küllük, kolu bozuk olduğu için hep kapalı duran pencere…
(“Burada herkes kendini çok zeki sanıyor.” Babamın direksiyonu sıkan parmaklarındaki kan çekilmiş. “Kasaba ruhu işte. Gözünüzde büyütmeyin sakın, burasının kasabadan hiçbir farkı yok. Bir düzen kurmuşlar ve birisi gelip bozacak, rahatları kaçacak diye ödleri kopuyor… Asla aptalların kuklası olmayın çocuklar. Asla üzerinize basıp geçmelerine izin vermeyin.”)
Kerim’in öğretmeninden gelen mektubu babam sofrada yüksek sesle, kelimelerin üstüne tek tek basarak okudu. Komiklik olsun diye yapmadı bunu. Böyle aptalca bir mesele için zamanının harcanmasına ne kadar öfkelendiğini iyice anlayalım, aklımızda en ufak bir şüphe kalmasın diye yaptı. Sonuna kadar okuyup bitirdikten sonra çatalın ucunda bekleyen lokmayı ağzına attı, ağır ağır çiğnedi, bardağından bir yudum su aldı ve peçeteyle ağzını sildi.
“Hangi okullar katılıyormuş bu öykü yarışmasına?”
“Bilmiyorum,” dedi Kerim.
“Ne ödül vereceklermiş? Para mı?”
“Bilmiyorum.”
“Para mara vermezler, cimridir bunlar. Uyduruk bir
kitap verirler. O da en iyi ihtimalle.”
Öğretmeni, Kerim’de az rastlanan bir yetenek gördüğünü ve eğer velisi izin verirse yarışmaya katılabileceğini söylemişti mektupta. Defterlerine saçma sapan şeyler yazdığını biliyordum ama birilerinin onda yetenek göreceğini hiç tahmin etmezdim. Babama göreyse böyle işlerle uğraşan öğretmen salağın tekiydi, azıcık kafası çalışsa edebiyat öğretmeni olmazdı zaten.“Çocuklarla bu şekilde konuşman doğru değil Refik,” dedi annem.
Babam duydu mu, bilmiyorum. “Peki bu… bu hadiseye katılmak istiyor musun?” “Hayır,” dedi Kerim. “Onu bunu bilmem. Artık mecbursun. Öğretmenin böyle nazik bir mektup yazmışken hayır demek çok ayıp olur. Hem kim bilir, belki bu sayede biraz aklın başına gelir. Zamanını daha önemli şeylere ayırman gerektiğini anlarsın. Ben anlatınca bir kulağından girip öbür kulağından çıkıyor.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı Öykü
- Kitap AdıAşka İnanmayanlar İçin Aşk Öyküleri
- Sayfa Sayısı136
- YazarHikmet Hükümenoğlu
- ISBN9789750763281
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Köpek Kalbi ~ Mihail Bulgakov
Köpek Kalbi
Mihail Bulgakov
“Bilin ki korkunç olan, artık onda köpek değil, insan kalbi olmasıdır. Hem de doğada bulunan en berbatından!” Şarik, bir sokak köpeğidir. Bir gün yaralanınca...
- Sakinler ~ Hande Ortaç
Sakinler
Hande Ortaç
“25 Eylül Pazartesi, 20:00 Sevgili dinleyicim, kusura bakma fısıldayarak konuşmak zorundayım. Umarım söylediklerim anlaşılıyordur. Sabaha karşı bahçedeki güllerin dibine sakladığım teybin yanına çömeldim. Bu...
- Yalnızlık Sek İçilir ~ Ahmet Demir
Yalnızlık Sek İçilir
Ahmet Demir
Küskün değilim sana, kızgınlığım da geçti, ama kırgınlığım geçer mi bilmiyorum. Biz yalancı baharlara inanıp açan iki çiçeğiz, papatya mevsimine aldanıp, fallara kanmışız o...