Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Aşka Dönüş
Aşka Dönüş

Aşka Dönüş

Mauro (Mevlud) Martino

Modern zaman muhaciri Mauro (Mevlud) Martino, on binlerce kişinin okuduğu Rücu isimli romanının ardından yine çok beğenilecek bir romanla okurunu mistik bir yolculuğa davet…

aska-donus-mauro-mevlud-martino-anatolia-kitapModern zaman muhaciri Mauro (Mevlud) Martino, on binlerce kişinin okuduğu Rücu isimli romanının ardından yine çok beğenilecek bir romanla okurunu mistik bir yolculuğa davet ediyor… Zifiri karanlık kuyulardan başlayan bir yolculuğun sonu Aşk olabilir mi? İnsan hakikate nasıl ulaşır? Varlığın özü sevgiyse, sevginin özü nedir? Romanımızın kahramanı tüm bu soruların cevabını bulmak için çıktığı yolculukta hem “hakikat”i hem de Tolstoy’un sorduğu “insan ne ile yaşar?” sorusunun cevabını keşfediyor… Bir gün tüm bunları kâğıda döktüğümde İstanbul’daki tanıdıklarımı da ekleyeceğimi biliyordum. Aspendos’daki, Allah’a ve Allah’ın yarattıklarına sevgisi olan harika, mistik insanları da…

Kaderimde İstanbul ve Aspendos vardı ve New York’u da, Phiadelphia’yı da ve Toronto’yu da İstanbul’da yaşayabileceğimi yürekten biliyordum. Bunu, Aspendos’a henüz varmamış olmama rağmen mistik biçimde açıkladığı birçok sırdan biliyordum. İsmen olmasa da ruhlarıyla, nefesleriyle, düşünce, hayal gücü ve ev sahiplerinin en kutsalına olan inançla tüm herkesi öyle ya da böyle katacaktım. Beni çoktan unutmuş olsalar da bir zamanlar tanımış olduklarım da dâhil olmak üzere herkes bir gün yazacağım bu kitapta yer alacağından emin olabilirdi.

***

‘Çoğunlukla demeliyim. Çoğu zaman, yaşamam gereken hayatı yaşamadığımı hissediyorum.’

Bu sözleri, gözlerimi kendisinden ayırmadan söylerken, bir yandan da halinden bir anlam çıkarmaya çalışıyordum.

Bodur, kel ve şişmanca görünümü bende kurnaz biri olduğu izlenimini uyandırmıştı. Zihnimin dolambaçlı yollarının izini sürüp, bilgeliğin gücü ile bir yerlerde birşeyleri sıkıştırıp, bir yerlerde de gevşetip, parçalarımı bir araya getirip, beni toparladıktan sonra, beni olmam gereken şeyin çalışır durumdaki tezahürü haline getirebileceğine inanmak zorundaydım.

Aslında, ‘Ee, ne hakkında konuşmak istersin/ ve ‘Kulağım sende,’ dedikten sonra, elimde olmadan kulak deliklerinin içinden ve kenarlarından dışanya doğru sarkan kıllara odaklanmıştım. Kulaklarımdan görünebilecek tek bir kılı bir cımbız, ya da bir traş bıçağı, bazen de bir çakmağı üzerle­rinde şöyle bir gezdirerek yok etme takıntım düşünülürse, bu gözlemimi aklımdan uzaklaştırabildiğim ve ona başvurmakla iyi yaptığım inancıma hızla geri dönebildiğim için kendimle gurur duymuştum.

Hatta, sırf dostça ve samimi bir hava yaratmak adına ona bir boşanma avukatından dinlemiş olduğum bir fıkrayı bile anlatmıştım: bir pslkiyatrist yolda yürürken, avukat olan eski bir arkadaşına rastlar. Eski arkadaşı kendisine hal, hatır sorduğunda, psikiyatrist arkadaşının bu soruyla ne elemek istediğini merak eder ve cevap olarak ona aynı soruyu yöneltir.

Avukat ise bu soruyu cevaplamak için ne kadar ücret isteyeceğini aklından geçirmiştir bile.

Fıkranın sonuna geldiğimde yüzündeki ifadenin değişmediğini ve işe başlamaya hazır halini gördüğümde kendisine gelmekle ne kadar isabetli bir karar vermiş olduğumdan daha da emin olmuştum. O anda gerçekten de tüm dikkatiyle beni dinleyeceğini ve saatin alarmı çaldığında düğmesine basıp, ‘Zaman doldu,’ diyene kadar benimle çalışmaya kararlı olduğunu anlamıştım.

Gitmek için ayağa kalktığımda, içimdeki sıkıntının hepsi olmasa da beni bir nebze rahatlatmaya yetecek kadannı boşaltmış olduğumu hissediyordum.

Lafı bir sure dolandırdıktan sonra, eziyetle geçen yıllann ardından, birisine nihayet bir kurbanımın olduğunu ve ona işkence ettiğimi itiraf etmiştim, yani kanma.

O da bu adam gibi kısa boylu, biraz daha tombulcaydı ve iğnelemeye bayılan bazı dostlanmız, benim gibi birisi ona hayatı zehir etse bile popo­sunun omuzlarından daha geniş olması sayesinde oturduğu yerde uzun süre rahatını bozmadan kalabildiğini söylerlerdi. 8u adam da kapladığı koltukta istifini bozmaya meraklı görünmüyordu.

Kızının mutsuzluğunun kaynağının benim olduğumdan hiçbir kuşkusu olmayan ve kendime çeki düzen vermediğim takdirde pekala bensiz de yapabilecekleri konusunda kızıyla birlik olan annesi Büyük Fanny, kaba et bakımından kızıyla yanşabilecek olsa da, eşini kaybetmiş olduğu için oturduğu yerde uzun süre kaldığı söylenemezdi. Kızı her şeyin en iyisi­ne layıktı, onu suistimal eden birine hizmet etmek uğruna sevdikleriyle geçirebileceği zamanı boşuna harcayamazdı.

Tüm gayretimle adil olmaya çalışarak, Büyük Fanny ve Küçük Fanny arasında ayırım gözetmeden ve hayatımdaki yerlerini kimseye haksızlık yapmadan kabullenerek, cesaretimi toplayıp, ona elimden geldiğince çok şey anlatırken, defterine bir takım notlar düşüp, durmuştu.

Anlattıkça, ciddi kusurlarımı bir, bir kabullenmiştim, Aspendos’a olan tutkumdan, çocuklarıma olan bağlılığımdan bu konuyu nasıl yıllarca hep rafa kaldırmış olduğumdan, ailemin dağılmasını İstemediğimden ve Aspendos’la ilgili hislerimi baskılamaya çalışmama rağmen, Büyük Fanny ve Küçük Fanny’nin, kendilerini bir hayli rahatsız eden ve başka biçimlerde ortaya çıkan bu baskının onlann tahammül sınıriannı zorladığından bahsedereken onları haklı bile çıkarmıştım. Kızının adeta bir kopyası annesi ağaç yaşken eğilir atasözünün gerçek hayattaki ispatı gibiydi. Yaşını başını almış Büyük Fanny’i hiçbir şekilde değiştirmeye kalkmamalıydım, yaşına hürmet etmeliydim, kocasının vefatından evvel nasıl yıllarca huzur içinde yaşatılmışsa, aynısını yapmak şimdi benim görevimdi ve bu konuda taviz verilmesi mümkün değildi.

Küçük Fanny sadece kendisine ve çocuklara değil, daha da önem­lisi, bizimle beraber oturmaya başlamış olan o değerli varlığa, ne de olsa hayatın olgunlaştırdığı, geçmiş tecrübeleri sayesinde şimdiye dair yanıtlara haiz, yaşlı ve bilge bir anneye de işkence etmekte olduğumu söylüyordu. Üstelik, tüm bu gerginlik Aspendos gibi, muğlak, adı sanı duyulmamış kimsenin ayak basmadığı bir yer adına, tamamen bencilce bir tutku uğrunaydı.

Başka şeyleri de kabullenmiştim. Daha yaşlı ve irice olan Fanny, sadece kızının değil, başkalarının adına da kararlar almada o kadar maharetliydi ki kendisiyle işbirliği yapmayı bir türlü beceremeyen bir bendim. Aslında, kızından yaşça büyük oğullan için de zamanında almış olduğu sayısız kararlar da aklımdaydı ama zavallı adamın yeterince yaz­mış olduğuna kanaat getirip, ona aşın yüklenmekten çekindiğim için bu konulara girmemiştim.

Doktor alarmı susturmadan evvel özenle traş edilmiş kulaklarla ilgili takıntımdan söz etmiş, üzerine alınmadığını görünce de anlatmaya devam edip, Aspendos’la ilgili sürekli gördüğüm rüyadan bahsetmiştim.

Bu rüyada eski bir tiyatronun kalıntılannı görüyordum ve her defa­sında, tam o sırada sahneden geçerken, ‘Bilmem anlatabiliyor muyum?’ sorusunu soran Shen Canary’nin bulunduğu yerin tam yukansına denk düşen eski sütunlardan birinin üzerine belirgin bir biçimde kazınmış olan ‘Aspendos’ yazısını görüyordum.

Shen Canary’nin dünyanın en iyi aktörlerinden biri olduğu ve son derece karizmatik ve yakışıklı olduğu bilinen bir gerçek. Fakat beni bilinen bu gerçekten çok daha fazla hayrete düşüren şey, bu rüyayı altı veya yedi kez gördükten sonra uyuyamadığım gecelerden birinde bilgisayar başında oyalanırken karşıma tesadüfen ‘Aspendos’ sözcüğünün çıkmış olmasıydı. Şaşkınlıktan öyle bir bağırmıştım ki muhtemelen o gün onlara çektirdik­lerim yüzünden bitkin düşüp, derin bir uykuya kalmış olan iki Fanny’i de her nasılsa uyandırmadığımı anlayınca rahat bir oh çekmiştim.

Edebiyat okumuş olduğum ve lise öğrencilerine Edebiyat dersleri verdiğim halde Aspendos hakkında hiç birşey bilmiyordum.

Biraz fikir sahibi olduğumda öğrencilerime bu yer hakkında ödev üzerine ödev vermiştim, bu da yetmemiş, öğrendiklerini ezberletmiş, sınav üzerine sınav yapmıştım.

Hep bir ağızdan, bazen de avazlan çıktığı kadar şöyle bağırmalarına bayılıyordum:

Güney batı Türkiye’de yer almaktadır. MÖ 161 -180 arasında İmparator Marcus Aurelius şerefine Zeno adında bir kişi tarafından tasarlanmış, Türkiye’de bulunan en iyi muhafaza edilmiş Roma Tiyatrosu’dur… tüm dünyadaki en iyilerden biridir… Antik şehir Pamphlia’nın tepe kayalıklarının kuzey doğu yamacı oyularak inşa edilmiştir… modem ismi Belkıs’dır… oturma kapasitesi 2000’dir… muhteşem bir akustiğe sahiptir… opera gibi festivaller için günümüzde hala kullanılmaktadır…

Son defasında, bu koro böylece devam ederken okul müdürü öğrenci ve öğretmenlerden gelen şikayetler üzerine apar, topar sınıfıma girmiş, beni odasına çağırtmış, odasına girdiğimizde benden öğretmenliğe geri dönmeden önce bir uzmanla konuşmam koşuluyla maaşlı olarak izne ayrılmamı istemişti.

Fanny’ler, zaten başından beri bana bunu anlatmaya çalışmalarına rağmen, ışığı bîr yabancının sayesinde gördüğüm için bana daha da hiddetlenmişlerdl.

Ona bunu da anlatmıştım haliyle. Şu hayatta bana en yakın olanların lafını dinlemediğim için kendimi suçlu hissettiğimi açık sözlülükle ama bundan kendime paye çıkarmayarak anlatmıştım.

Doktorla geçirdiğim o İlk saatin sonunda ona epeyce konudan bah­setmiştim. Ama ofisinden çıktıktan sonra birtek çocuklarımdan neden hiç bahsetmediğimi merak etmiştim. Onlan okuldan almadan evvel öğleden sonra biraz boş vaktim vardı, o gün de hava dondurucu derecede soğuk olduğu için soluğu bir cafe’de almış, bir pencere kenanna oturmuştum ve içerisindeki iğrençliği tam kapatamayan çelikten lağım ızgaralara bak­mıştım. Belki de aşın soğuktandı, bilimle uzaktan yakından ilgim olmadığı için kendimce bu sonuca varmıştım.

Baktıkça zihnim bulanıklaşmıştı ve o çelik lağım ızgaralan, haya­tımdaki kadınlan ve başansızlıklarımı hatırlatan burun delikleri haline gelmişlerdi.

Gazeteyi, eğlence ve magazin sütunlarını okumaya çalışırken aklımın sürekli çocuklanmla ilgili düşüncelere kaydığını fark etmiştim.

Anneleri ve anneanneleri düşüncesine bile bu kadar karşıyken onlan Aspendos’a nasıl götürebilirdim ki.

Belki de daha ileride benimle birlikte gelirlerdi.

Aklım bu düşüncelerle doluyken, cesaret ve aşk üzerine okumakta olduğum makaleyi bitirmeden oturduğum yerden ayağa fırlayıp, arabayla doğruca alışveriş merkezine gidip, kendime iyi bir bavul almıştım.

Kendim bile yolu bilmezken, bir de çocuklanmı oraya götürmeyi düşünüyordum.

ilk soran kızım olmuştu, “Yeni bavul ne için, babacığım?’

Hayatımda başıma birkaç güzel şey geldiğini söyleyebilirim ve bunların en başında eşimle tanışmam ve evlenmemiz gelir. Fakat kızım dünyaya geldiğinde dünyalar gerçekten benim olmuş, ‘mutluluktan uçuyorum’ veya ‘o bir melek,’ gibi klişeleri ağzımdan düşürmemiştim uzun bir zaman. Tatlım, gitmek zorundayım. Ama beni beklemelisin, tamam mı?’ Oğlum beni yanıltmıştı. Dünyaya geldiğinde onu en az kızım kadar çok sevebileceğimi anlamam, gerçekten sevgiye kadir bir kişi olabileceğimi bile düşündürmüştü. Bu iki çocuğu sevebileceğim ve hep onlarla birlikte olmak isteyeceğim duygusunun yanısıra, gelecekle alakalı olarak daha birkaç saat önce tutulmuş notlarda onlardan hiç bahsetmemi; olmam, Aspendos’u benim için düşündüğümden de önemli kılıyordu aslında.

Oğlum biraz şaşkınlıkla sormuştu, ‘Ama babacığım, nereye gide­ceksin?’

‘Aspendos. Aspendos’a gitmek zorundayım.’

Bunu sözler ağzımdan döküldüğü anda, Büyük Fanny’nin kaşları bildik bir biçimde çatılıvermiş, Küçük Fanny de yanımızda bitmişti hemen.

Ters bir cevap vermek üzereydim ki benliğimi kaplayan bir merhamet duygusu ile çocukluklarındaki masum hallerini düşünmüştüm biran.

İkinizin de beni beklemenizi istiyorum. Tann bize yardım edecektir. Tanrı daima yardım eder. Bu yolculuk ne kadar uzun sürse de ikinizin de kalbinizin sesini dinlemeniz gerektiğini hatırlamanızı istiyorum: başkalarının hakkımda söylediklerine kulak asmayın. Kalbinizin sesini dinleyin.

‘Baba, bu akşam yemeği ilginç geçecek.’

Ve gerçekten de öyle olmuştu.

Eşim annesine ‘Değişen Dünya’isimli dizide o gün ne olduğunu sorduğunda hayranlık uyandırıcı bir açıklamanın ardından ikisi koyu bir sohbete dalmışlardı. Tıpkı yağmurdan sonra bitki ve çiçeklerin kendine gelip, canlanmalan gibi, Fanny ve Fanny de bu sohbetle adeta hayata dönmüşlerdi ki bir anda sohbet bıçak gibi kesilmişti.

‘Ne dedin şimdi sen?’

‘Babam seyahate çıkacakmış.’

‘Evet, baba gidecek.’

İkisi de eş yumurta ikizlerinin sormuş olabileceği gibi, aynı anda sormuşlardı, ‘Nereye gittiğini sanıyorsun sen?’

Onlara hak ettikleri açıklamayı uzun uzadıya yapmıştım.

‘Birçok bakımdan yetersiz olduğun ve bize epeyce sıkıntı yaşattığın bir gerçek. Bu aileyi nasıl bir arada tuttuğumuzu Allah bilir. Bize eziyet ettiğini şimdi kabul etsen de kusura bakma ama biraz geç kaldın. Ama sonuçta iki evladın var ve onlann okula ve okul sonrası aktivitelerine bırakılmaları, hafta sonlannda alışveriş merkezlerine götürülmeleri gerekiyor. Ve sen bunu bal gibi biliyorsun. Ve bunu bildiğin halde hala sırf kendini düşünüyorsun. Her zamanki gibi bencilsin. İstediğin herşeyi burada, arka bahçende bulman mümkün. Daha da iyisi, elindekinin kıymetini bilip, çimleri biçebilir, çalılan düzeltebilir ve bir işe yarayabilir­sin. Bir lise öğretmeni olarak maaşınla bu ailede gerçek bir erkek olan birinden kalan mukaddes kazanca katkı sağladığın doğru. Öyle birisi ki, muhteşem hayatının son nefesine kadar, kabul edersin ki, annemi son senelerinde huzur içinde yaşatmış bir kişi. Erkek dediğin onun gibi olur. Eğer bizi maaşsız bırakırsan, işini bırakırsan, eğer bizi bırakırsan, çocukların alıştıkları hayat tarzlarını nasıl sürdürebilir? Sadece büyükbabalarına mı şükran duysunlar yani? İstediğin bu mu? Seni unutmalarını mı istiyorsun? Unutabilirler. Seni unutmaktan başka çaremiz kalmayabilir. Bir zamanlar onları okuldan alan, gezdiren, hikayeler anlatan birisinin olmasıyla ilgili anılan, yokluğunda seni unutmak istemelerine yol açabilir. Şayet yoklu­ğunda zorluk çekerlerse bu tamamen senin suçun olur. Bir daha eskisi gibi olmayabilirler. Senin yüzünden. Mutfağı temizledikten sonra bu konu hakkında daha da konuşabiliriz. Bu akşam çocuklar bulaşıktan musluğun kenarına taşıyarak sana yardım edecekler.’

Ardından, Chad’ın Rachel’la kocası hastanedeyken Chad’le birlikte olduğunu, Rachel’in kocasına bakan hemşirenin Dr. Meyers’la ilişkisi olduğunu ve Dr. Meyers’ın kimsenin bilmediği başka bir eyalette geçici olarak iptal edilmiş bir lisansla çalışmakta olduğunu öğrenmiştim.

Kızım oğlumu masanın altından tekmelemiş, derken kızılca kıyamet kopmuştu. Eşimle annesine bakılırsa, çocuklarımın böyle davranmalarının tek sebebi babalarını kaybetmek üzere oldukları için çektikleri acıdan başka bir şey değilmiş.

Daha sonra Rachel’in hamile kaldığını ama çocuğun babasının kim olduğunun belli olmadığını ve hemşirenin Dr. Meyers’ın durumunu bildiğini ve onunla evlenmek için ona şantaj yapmayı planladığını öğrenmiştim.

Cerçekten de aynen dediği gibi çocuklar tabaklarını musluğun ke­narına bırakmışlardı, masanın üzerinde geri kalanları toplamış, yiyecek artıklarını ve Büyük Fanny’nin tabağından yenmemiş yiyeceklerin içinde söndürülmüş sigara izmaritlerini sıyırmış, tabaklan sudan geçirdikten sonra bulaşık makinesine yerleştirmiş, mutfağı süpürmüş, masayı sil­miştim, sofra örtüsünü katlamış ve yağmakta olan kara aldırmadan evin girişindeki araba yoluna çıkmıştım.

Dışarıda, karlan temizlerken karavanımın içinde duran yeni bavuluma bakmıştım. Karlan her küreyişimde kalbim de adeta yolun kenannda biriken karlann arasına savruluyordu.

Ertesi gün, o mağazaya geri dönüp, bavulu iade ettim.

Çocuklrım ne sabah evden çıktığımızda ne de okul dönüşünde bavulu sormadılar.

Sonra ikisini de ayrı ayrı kurslarına bıraktım. Kızımın bale okulu yo­lumun üzerinde olduğu için önce onu, sonra da oğlumu karate dersine bıraktım, sonra kızımın okuluna geri döndüm, onu aldım, tekrar oğlumun okuluna gittim ve onları, anneleri ve anneanneleri hak ettikleri gibi rahatça dinlenebilsinler, hatta dilerlerse ‘Değişen Dünya’ dizisinde olup, bitenlere ayırabilecekleri zamanlan olsun diye hamburgerciye götürdüm.

Eve döndüğümüzde iki Fanny de bize göz ucuyla şöyle bir bakıp, tekrar Rachel’in kürtaj olmaya nasıl karar verdiğine ve hemşirenin nasıl Dr. Meyers’a nasıl baskı yaptığı üzerine sohbetlerine geri dönmüşlerdi bile.

Kilere indim ve karanlığın içinde bir köşede dizlerimin üzerine çöküp, ağladım.

Başkalarını hayal kınklığına uğratan özelliklerim ve belki daha da önemlisi, başkalan tarafından kullanılmamak için bazı şeylerin üstesinden gelmeye mecbur olduğum için ağlamıştım.

Ağlamıştım, çünkü ne bir psikiyatristle konuşmaya, ne ‘Değişen Dünya’ya, ne Fanny ve Fanny’nin sevgi diye sundukları şeye ne de ken­dimle ilgili birşeye heves duymuyordum.

Aspendos parmaklarımın arasından kayıp, gidiyordu.

Ve Aspendos’u kaçırmakla çocuklarıma iyi bir baba modeli oluşturamadığımın da farkındaydım. Onları okula bırakmak, okuldan almak, banyolarını yaptırmak ve sevgi dolu bir babanın yapabileceği gibi arada sırada bazı konulan tartışmak güzeldi.

Aspendos’a gitmek istememi anlamayacaklarını bildiğim için ağla­mıştım, anneleri anlamadığı İçin ağlamıştım ve hayat yolunda babalannın yokluğunu hissettirmemek için hiçbîrşey yapmayacağını bildiğim için ağlamıştım.

0 sırada, eğer doktor arkadaşımla birlikte olsaydım, kalbimin karanlık dehlizlerine, tüm insanlığın içinde sadece tek bîr kişiden nefret edilen bir yere girmesine izin bile vermiş olabilirdim. Şayet oraya gitseydim ve onunla olsaydım, kızıyla ilgili sorunlann tümünden o kişiyi sorumlu tuttuğumu da anlamış olurdu.

Ağlamıştım, çünkü bir yandan çocuklarımı Aspendos’tan daha fazla seviyordum, diğer yandan da herkesten farklı düşündüğüm için yapayal­nız hissediyordum: Onlan Aspendos’dan daha fazla sevmem mümkün değildi. Onlan Aspendos’tan daha fazla sevmek, onlan çocukça ve bencilce sevmek olurdu. Bunu da istemediğim için, ailemi bulmak adına beni ailemden uzaklaştıracak bir yolculuğa çıkmak zorunda olduğuma karar verdim o anda.

Ayaklarımın altındaki çimento zeminin üzerindeki tozlan ıslatacak kadar ağladıktan sonra kilerin daha da keskinleşen kokusu burnuma çarptığında buranın neden bu kadar ihmal edilmiş olduğunu merak etmiştim.

O gece geç saatlerde kulaklarımı istenmeyen kıllardan temizledikten sonra kilere döndüm, ışıklan yakıp, önceden oturmuş olduğum yere baktım. Gözyaşlarının çimentoya değdiği yerlerde izler kalmıştı. Bir çalı süpürgesiyle yerleri süpürüp, temizledim.

Kader bu ya, New York’da yılın o ilk günü, kitaplara konu olabilecek türdendi.

Toronto’dan New York’a bir gecikme olduğundan ve New York hava­alanının insanlarla arası pek iyi olmadığından, İstanbul’a transfer uçağıma yetişemedim ve oradan ancak ertesi gün ayrılabileceğimi öğrendim.

Yaşamak istediğim hayata ulaşmak İçin bol, bol zamanım oldu­ğundan, bu haber canımı sıkmamıştı. Aslında, Aspendos’a o kadar da çabuk varmak istediğim yoktu, güzel bir yemeğin tadını çıkarmak ister gibi, bu yolculuğu aceleye getirmek İstemiyordum. ‘Değişen Dünya’ya…

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Hippi ~ Paulo CoelhoHippi

    Hippi

    Paulo Coelho

    1970 yılının Eylül ayında, dünyanın merkezi olma şerefi için yarışan iki mekân vardı: Londra’daki Piccadilly Circus ve Amsterdam’daki Dam Meydanı… 1970 yılının Eylül ayında...

  2. Notre Dame´ın Kamburu ~ Victor HugoNotre Dame´ın Kamburu

    Notre Dame´ın Kamburu

    Victor Hugo

    Notre Dame Kilisesi’nin kambur zangocu Quasimodo, güzel çingene kızı Esmeralda’ya âşık olmuştur. Ne var ki velinimeti rahip Claude Frollo da bu kıza karşı ilgisiz...

  3. Büyülü Oyuncak Dükkânı ~ Angela CarterBüyülü Oyuncak Dükkânı

    Büyülü Oyuncak Dükkânı

    Angela Carter

    Bedenin cehennemî bir arzu makinesine dönüştüğü çağlarda, anne baba şefkatiyle sarmalanmış korunaklı bir çocukluktan kopmak zorunda kalıp karanlık bir dönemece giren Melanie’nin hikâyesi; Angela...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur