Tutku bir kez alev aldı mı onu söndürmek ya da varlığını inkar etmek zordur.
Connor MacKinnon, komutanı Lord William Wentworth’ten öyle nefret etmektedir ki Wentworth’ün yeğenini bir Şavni’nin esaretinden kurtarmakla görevlendirildiğinde kızın da tıpkı dayısı gibi aşağılık biri olduğunu düşünür. Ancak karşısında gördüğü kadın cesur ve güzel fakat çevresi tehlikelerle sarılıdır. Sarah’yı kurtarmanın tek yolu ise onu kaçıran ve üzerinde kötü emelleri olan hain savaşçının ellerinden onu bir şekilde geri almaktır.
Londra’da yasaklarla büyüyen ve kendini bir anda bir trajedinin ortasında bulan Leydi Sarah sınırdaki zorlu koşullara karşı hazırlıksız yakalanmıştır ya da belki de hazırlıksız yakalandığı, Connor için hissettiği duygulardır. Ormanı geride bıraktıklarında asıl korunmaya ihtiyacı olan kişinin Connor olduğu anlaşılır. Dayısı Lord William, Connor’ın onu kurtarmak için yaptıklarını bilse hiç düşünmez onu öldürürdü.
Ne var ki tutku bir kez alev aldı mı onu söndürmek ya da varlığını inkar etmek zordur. Aşkın izlerinin savaştaki en kötü yaradan daha derin olduğunu gören Connor’ın Sarah’yı kendi yanına çekmek için krallığa karşı gelmesi gerekecektir.
***
ÖNSÖZ
28 Temmuz 1755
Albany, Hudson Nehri Kıyısı
Majesteleri’nin New York Kolonisi
“Ben kimseyi öldürmedim.” Connor MacKinnon iki ağabeyine doğru baktı. Buz gibi, ağır prangalar el ve ayak bileklerine batıyordu. “Yemin ederim.”
En büyükleri Iain kaşlarını çattı. “Morgan ve ben o gece Yaşlı Cooper’ın harımdaydık ve pek çok kişi orada olduğumuzu gördü. Fakat sen aramızdan ayrıldın ve sabaha kadar da dönmedin. Neredeydin?”
Connor, Iain’ın yüzündeki o bakıştan nefret ediyordu. Connor’ın kötü şeyler yaptığına inandığını ima eden o bakış. “Geceyi Leydi Vandall ile geçirdim.”
Yirmi dört yaşında ve Connor’dan yalnızca bir yaş büyük olan Morgan başını iki yana salladı. “Kocası öleli daha iki gün oldu.”
‘Tamam işte, ben de onu teselli etmeye gittim.”
Morgan güldü. “Çok uyanıksın.”
Connor sırıttı. “İnan bana, yanından ayrılırken çok daha iyi görünüyordu.”
Zavallı Kally o kadar yaşlı ve hasta bir adamla evlenmişti ki adamın yatakta kılını kıpırdatacak hali yoktu, bu yüzden de genç karısına ne zevk verebilmişti ne de çocuk. Bir erkeğin dokunuşlarına aç olan kadın, Connor’ın kollarında kendinden geçmişti.
Evet, Connor onunla sevişmişti – ve kadının hoş yüzünde kocaman bir tebessüm bırakmıştı.
“Seni orada gören oldu mu?”
“Hayır, dikkatli davrandım.” Connor kendini tutamayıp sırıttı. “Fakat Kally o gece koynundakinin kim olduğunu kolay kolay unutmayacak.”
Iain, Connor’a dik dik baktı ve kapının önünden gardiyanın geçtiğini anlayıp ses tonunu alçaltarak sinirli bir biçimde fısıldamaya başladı. “Bir düşün, Connor. Kadının bütün Albany’e seninle yattığını söylemesini ister miydin? Daha sonra da onun herkes tarafından iffetsiz olarak görüldüğünü ve kırbaçlandığını görmek hoşuna gider miydi?”
“Hayır.” Kendisi yüzünden kadının başına kötü bir şey gelsin istemezdi.
Morgan, Iain’a doğru döndü. “Peki şimdi ne yapacağız?”
Connor, sinirinden küf kokulu saman balyasına bir tekme savurdu, tekmeyle birlikte ayaklarındaki zincirler şıkırdadı. “Şansımız varken özgürlüğümüz için savaşmalıydık!”
Bir düzine İngiliz askeri üzerlerine çullanıp onları tutukladığında lain ve kardeşleri kasabadan çıkmak üzereydiler. Connor ve yanında da Morgan mücadele için bıçaklarını çekmişlerdi, fakat Iain onlan durdurmuştu.
İngilizler bileklerini zincirlerken genç kardeşlerine “Ortada böyle bariz bir hata varken pisi pisine ölmeye değmez, çocuklar,” demişti.
Kasaba halkının şüphe dolu bakışları eşliğinde Albany’nin caddeleri boyunca yürüyüp bir tepenin üzerine kurulu cezaevine varmışlardı. Ayaklarına da prangalar vurulmuş ve kapalı, rutubetli bir hücreye hapsedilmişlerdi. Üstelik hala kimi öldürmekle suçlandıklarına dair en ufak fikirleri yoktu.
Connor, Iain’ın keskin bakışlarım Özerinde hissetti.
“Yapmamız gereken aklımızı kullanmak.” Iain zincirleri şıkırdayan elini yukarı doğru götürdü ve parmağını şakağına koydu. “Savaşmak, hepimizin ölmesine neden olmaktan başka bir işe yaramaz. Biz kimseyi öldürmedik. Her şey yoluna girecek.”
Connor, İngilizlerin adalet anlayışına bu kadar çabuk güvenmek konusunda lain ile hemfikir değildi. İngiliz adalet sistemi, krallığın gerçek vârisinin hakkını yiyerek tahta bir Alman ’ı çıkarmıştı. Culloden Savaşandan sonra Yakışıklı Prens Charlie’nin kaçmasını sağlayan dedeleri, MacKinnon klanının şefi lain Og Mackinnon’ı demir parmaklıklar ardına tıkan da İngiliz adalet anlayışıydı. Ve tabii yine aynı adalet anlayışı anne ve babalarını üç oğluyla birlikte atalarından kalan, yıllar yılı yaşadıkları Skye Adası’ndan çıkmaya zorlayıp sürgüne göndermişti.
Ancak Connor, Lain’a karşı çıkamazdı. Iain kardeşleri için her daim doğru olanı yapardı, onların başını daha önce de benzer belalardan kurtarmıştı. Iain, babalan üç yılı aşkın bir süre önce öldüğünden beri ailenin en büyüğü, bu nedenle de haklı olarak MacKinnonlar’ın başıydı. Connor, lain’a saygı duyuyordu – ve başarabildiği zamanlarda da itaat ediyordu.
Aradan bir saat geçti. İki saat. Ve sonra üç.
Uyuklayan Connor, gardiyanın sesiyle uyandı.
“Ayağa kalkın! Sizinle konuşmak isteyen biri var.”
Connor, ağabeylerine baktı ve yüzlerindeki ifadeden onların da en az kendi kadar şaşkın olduklarını fark etti.
“Haydi, çocuklar,” dedi Iain ve ayağa kalktı. “Sıkın dişinizi. Kısa bir süre sonra bu olup bitenlere bir son vereceğiz ve işimize bakacağız.”
Connor ayağa kalktı ve ağabeylerini takip etti, el ve ayaklarındaki zincirler şıkırdayarak kapıdan dışarı çıktılar. Kapının önünde, genç, peruklu bir Ingiliz subayı – üniformasına bakılırsa bir teğmendi – ve arkasında da süngülerini onlara doğrultmuş vaziyette bekleyen beş asker vardı. Teğmen, Iain’ı bir güzel süzdükten sonra bakışlarını önce Morgan’a, ardından da Connor’a çevirdi. Adeta her birinin gücünü ve yeteneklerini tartıyordu. Connor’ın bileğine sarılı MacKinnon tartanından yapılma ince şeridi gördüğünde, dudaklarını buruşturdu.
Arkasındaki askerlere dönüp “Tartanı kolundan çıkarın,” dedi.
Connor geriye doğru bir adım attı ve ellerini yukarı kaldırmış, ona doğru yaklaşan askerleri önlemek istedi. “O kanlı ellerinizi benden uzak”
Iain’ın “Connor!” diye bağırmasıyla durdu. “Sadece bir kumaş parçası.”
Connor, ağabeyine hayretle baktı. MacKinnon klanının renklerim taşıyan tartan yalnızca bir kumaş parçası mıydı? Iain kafayı mı yemişti?
Hayır, bütün mesele Jeannie Grant’ti. Iain kadına sırılsıklam aşıktı ve onunla evlenmeye kararlıydı. Albany’e de Iain, annesinin evlilik yüzüğünü Jeannie’nin narin parmaklarına takarak ona evlenme teklifi edebilsin diye gelmişlerdi. Jeannie’nin babası kızının talipleri arasında en çok Iain’ı beğeniyordu, ancak lain’ın başının İngilizlerle belada olduğunu bilseydi, durum muhakkak değişirdi.
Asker, Connor’ın bileğindeki tartan şeridi tutup kopardığında ve avucunun içinde buruşturup cezaevinin tozlu zeminine fırlattığında, o ağabeyinin hatırına dişlerini sıktı ve kendini güçlü durmaya zorladı.
Iain subaya döndü. “Sanının bir yanlış anlaşıl…”
“Mahkumların konuşmaları yasak.” Teğmen, Iain’a sırtını döndü. “Getirin onları.”
Connor ağabeyleriyle göz göze geldi, onların da en az kendi kadar sinirli olduklarını fark etti. Ardından da kuvvetli bir el sırtından dürttü.
“Yürü hadi!”
Ağabeyleri ile birlikte dışarıya, tepeden aşağı nehre doğru ve oradan da meraklı kalabalığın kendilerini izlediği kasaba meydanına ilerlerken, Connor ayağındaki zincirler nedeniyle öne doğru tökezledi.
“Kahrolası İskoçlar!” diye mırıldandı biri.
Daha sonra Connor, göz ucuyla etrafina baktı ve Kally’i gördü. Bu güzel yüzlü kadının endişeyle kendisine doğru yaklaştığını görünce, gelmemesi için başı ile belli belirsiz bir hareket yaptı.
Şimdi olmaz, güzelim.
Kent meydanının köşesinden döndüklerinde, pencereleri uzun, büyük ve ferah bir eve vardılar. Evin geniş ön kapılarının önünde göndere çekilmiş İngiliz bayrağı dalgalanıyordu. Burası Connor’a tanıdık geliyordu fakat bir türlü emin olamıyordu. Ağabeylerinin peşinden içeri girdi ve merdivenleri çıktı. Attığı her adım içine biraz daha korku salıyordu. Masum oldukları halde, böyle bir belanın içine nasıl düşmüşlerdi?
“Biz yapmadık,” dedi. Sözcükleri sanki havada asılı kalmıştı..
Merdivenler bittiğinde, genç teğmen onları sağındaki kısa koridordan geçirip kapalı bir kapının önüne getirdi. Kapıyı çaldı.
İçeriden bitkin bir ses geldi. “Girin.”
Connor ağabeylerinin peşinden içeriye doğru itiliyor, arkasındaki süngülü askerler tarafından da sıkıştırılıyordu. Odanın tam ortasında züppe bir İngiliz subayı oturmuş satranç oynuyordu. Boynunda parlayan bronz bir gerdanlık ve gömleğinin yaka ve bilek kısımlarında göze çarpan ince danteller vardı. Parmak uçlarını birleştirmiş, belli ki bir sonraki hamlesini düşünüyordu. Connor ve ağabeylerinin içeri girdiğinin farkına bile varmadı, bütün dikkatini küçük, mermer satranç taşlarına vermişti.
İçi nefretle dolan Connor konuşmaya yeltendiyse de lain’ın bakışlarıyla onu uyardığını fark edip sustu.
Lanet olsun!
Onları odaya getiren subay saygıyla önlerinde eğildi. “Buradalar, efendim.”
Demek ki züppe yalnızca subay değil, aynı zamanda efendiydi. Saygıdeğer Ekselansları sessiz olunması için parmağını havaya kaldırdı ve satranç tahtasını izlemeye devam etti. Böylece Connor’a da onu izleme fırsatı doğdu. Kaşları koyu, yüz hatları erkeksiydi, çenesi temiz bir şekilde tıraş edilmişti. Fakat teni tıpkı bir kadının teni gibi beyazdı, ellerinde hiç nasır yoktu – belli ki melun hayatı boyunca biraz olsun alın teri dökmemişti.
Connor, adamın duvarlardaki peruklu, asalet abidesi atalarına, deri ciltli kitaplarla dolu kitaplığa ve üzerinde bir dolu tüy kalem, kristal bir mürekkep şişesi ve gümüş bir şamdan bulunan yazı masasına baktı. Bu puşt kimin nesiyse, bayağı zengindi.
Adam nihayet siyah bir piyonu aldı ve bir kare öne taşıdı.
Ayağa kalktı ve onlara doğru döndü. Boyu uzun sayılırdı, neredeyse Connor’ın boyuyla aynıydı. Ancak Connor, o ve ağabeylerinin adamı iki hamlede yere serebileceklerine emindi. Adam soğuk bakışlı gri gözlerini ilk önce Connor’a, daha sonra da Morgan’a çevirdi. En sonunda bakışlarını Iain’da sabitledi ve gözlerini ondan ayırmadı.
“Ben Iain MacKinnon. Bunlar da benim kardeş-’’ Askerlerden birinin midesine indirdiği tüfek darbesiyle, ciğerlerindeki hava boşaldı ve Iain iki büklüm kaldı.
Connor ona doğru bir adım attı, yumruklarını sıktı, yüzü öfkeden kıpkırmızı’olmuştu.
Daha genç olan subay Iain’ın yüzüne karşı “Seninle konuşulduğunda konuşacaksın!” diye bağırdı.
“Bu kadar yeter, teğmen.” Lord Hazretleri, bileğini hafifçe vurarak subayı oradan uzaklaştırdı ve masasına dönüp kendine biraz konyak koydu. “Hakkında pek çok şey biliyorum, Iain MacKinnon. Arkandaki iki adam, erkek kardeşlerin Morgan ve Connor. New York’a çocukken geldiniz, sınırda büyüyüp vaktinizi barbarların arasında geçirdiniz ve bu sırada birkaç Kızılderili dili öğrendiniz. Babanız Lachlan MacKinnon üç kış önce ve anneniz Elasaid Cameron da ondan birkaç yıl önce öldü. Dedeniz, MacKinnon klanının barbar lordu ve amcamın Culloden’daki zaferinden sonra Genç Veliaht’ın kaçmasına yardımcı olan Katolik bir hain, Iain Og MacKinnon’dı.”
Duydukları karşısında Connor’ın kanı dondu. Hayatta olup da Kasap Cumberland’in soyuna sopuna küfretmeyen tek bir İskoç bile yoktu. Züppe İngiliz kralının oğlu olan o pislik herif Culloden’daki klanları dağıtmış, daha sonra da îskoçya’nın kuzeyine geçip her yeri yakıp yıkmıştı. Prens Charlie’ye sadık olanları katletmiş, köyleri yakmış ve mahsulleri tahrip ederek hayatta kalanların açlıktan ölmelerine neden olmuştu. Adamları da Iain’ı daha küçücük bir çocukken vahşice öldürmeye kalkışmış, dedeleri devreye girip Iain’ın hayatına karşılık tutsak edilmeyi kabul etmişti.
Ya karşılarındaki Lord Hazretleri, Kasap’ın yeğeniyse… Connor’ın kalbi çarpmaya başladı, göğsü sıkıştı.
Iain’ın uzaklardan gelen sesini duydu, “öyleyse sen-” Neach diolain’ gülümsedi, konyağı hâlâ elindeydi. “Ben Rockingham Markisi Robert Wentworth’ün üçüncü oğlu, Prenses Amelia Sophia’nın kocası Lord William Wentworth. Büyükbabam da – ki onun kim olduğunu pekala tahmin ediyorsunuzdur.”
Gerçekten de bu çok açıktı.
Büyükbabası kıçıyla tahtı kirleten, beş para etmez bir Alman beyiydi.
Her nedense – Connor nedenini idrak edememişti – küfretmemeyi başarmıştı. “Bizi neden buraya getirdiniz?”
Wentworth konyağından bir yudum aldı ve sorunun yanıtını uzun bir süre düşündü. “Anladığım kadarıyla yakında cinayet suçuyla mahkum edilip asılacaksınız.”
Connor, Morgan’a ve Iain’a baktı, yüzlerindeki büyük şaşkınlığı gördü. “Mahkum filan edilmedik, üstelik henüz mahkeme de olmadı.” Züppe onları kendi kafasında çoktan yargılayıp mahkum etmişken, Iain nasıl bu kadar sakin görünebiliyordu? “Bu haksız bir suçlama. Ortada bir yanlışlık var” Connor kendini daha fazla tutamadı. “Bize karşı elinizde nasıl bir delil var?”
Wentworth içkisini bir kenara bırakıp Connor’a baktı.
“Üçünüz, gece bir ara Henry Walsh ile karşılaştınız ve onu öldürdünüz – zaten dün Öğleden sonra penceremin dışında onunla boğuşmuştunuz.”
İşte bu yüzden ev tanıdık gelmişti, önceki gün kasabaya inerken önünden geçtikleri evdi bu. Yürüdükleri sırada adamın birinin bir kadını – becerdiği ve ücretini ödemek istemediği bir fahişeydi – dövdüğünü görüp olaya müdahale etmişler, adamı ücreti ödemeye zorlamışlardı. Ama onlar oradan ayrılırken adam kanlı canlı duruyordu.
“Bu lanet bir yalan! Biz yapma-” Connor’ın cümlesi kaburgalarına yediği ikinci tüfek darbesiyle yarıda kaldı ve duyduğu acıyla ciğerlerindeki hava boşaldı, iki büklüm oldu, karnının yan kısmını tuttu ve nefes almaya çalıştı.
Iain söze başladı, sesi duyduğu öfke nedeniyle çok sert çıkıyordu. “Adamların ona tekrar vururlarsa, size damarlarımda nasıl bir barbar kanı dolaştığını gösteririm.”
Wentworth rahattı. “Dövüştüğünü gördüm. Aslında senin deyiminle barbar kanın nedeniyle sana bir… anlaşma önereceğim.”
Duyduğu acı nedeniyle hâlâ yan tarafinı tutan Connor, bir lain’a bir Wentworth’e baktı. Aşağılık adamın ağzından güzel bir teklif çıkmayacağını çok iyi biliyordu.
“Ne tür bir anlaşma?” Iain da puşta güvenmiyordu. Connor, ağabeyinin sesindeki kuşkuyu ve tereddütü hissedebiliyordu.
“Sana ve kardeşlerine yöneltilen suçlamalarla bizzat ilgileneceğim. Sen de karşılığında emrim altındaki bir Komando birliğinin lideri olacaksın; Fransızlara ve Kızılderili müttefiklerine karşı kralımız için savaşacaksınız.”
Connor, pezevengin sesini bastırmak için bağırmaya çalıştı.
Fakat Iain kahkaha attı. “Kaçığın tekisin!”
“Ya öyle miyim? Majesteleri’nin bu kıtadaki çıkarlarını…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAşka Adanmış Bir Gün
- Sayfa Sayısı528
- YazarPamela Clare
- ÇevirmenGizem Tezyürek
- ISBN9786054629480
- Boyutlar, Kapak14 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviKoridor Yayıncılık / 2013-11
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Gül Bağı – Sör Benfro’nun Şarkısı 2 ~ J. D. Oswald
Gül Bağı – Sör Benfro’nun Şarkısı 2
J. D. Oswald
“Gül Bağı – Sör Benfro’nun Şarkısı 2” Sör Benfro’nun Şarkısı, serinin ikinci kitabı Gül Bağı ile sürüyor: Benfro ile Errol’ın kaderleri kesişmek üzere… Engizitör...
- Yaşlı Adam ve Deniz ~ Ernest Hemingway
Yaşlı Adam ve Deniz
Ernest Hemingway
Golf Stream’de küçük teknesiyle yalnız başına avlanan ihtiyar bir balıkçı vardı. Zayıf, kavruk yüzü kederli, ensesi kırış kırış bir adamdı.Yanakları, güneşin tropik denizlerde meydana...
- Kağıttan Kentler ~ John Green
Kağıttan Kentler
John Green
Kendini ararken kaybolmanın ve yeni bir başlangıçla hayat ile aşkı keşfetmenin hikâyesi… Quentin Jacobsen tüm hayatını, maceraperestliğin kitabını yazmış Margo Roth Spiegelman’ı uzaktan severek...