Hayallerinin peşinden koşmaya ara vermiş güzel bir kadın.
Yeni başlangıçlar için güç toplamaya çalışan yakışıklı bir erkek.
Chelsea Ross’un oyunculuk kariyeri talihsizliklerle doludur. Renkli Hollywood dünyasından bir süreliğine uzaklaşmaya karar verir ve ünlü bir hokey oyuncusunun asistanlığını yapmaya başlar. Kariyerindeki en gereksiz hamleyi yaptığını düşünmektedir ama buna mecburdur.
Hokeyin en önemli yıldızlarından Mark Bressler, geçirdiği kaza yüzünden sakatlanmış ve parlak oyunculuk günlerini geride bırakmıştır. Geçirdiği sakatlık döneminde ona yardımcı olması için gönderilen asistanları çileden çıkarmasıyla meşhurdur artık…
Yeni işinde bir süre çalışmak ve para biriktirmek konusunda kararlı Chelsea ile onu evinde istemeyen inatçı Mark arasında yaşanan çekişmeler ve kapıları çalmaya başlayan aşk…
Bu romantik hikâyeyi okurken çok eğleneceksiniz.
***
BÖLÜM 1
Bir adamın, dünyanın en şanslı adamlarından biriymiş gibi görünmesi, mutlu olacağı anlamına gelmiyordu.
“Dün gece hokey takımın Stanley Kupası’nı sensiz kazandı, nasıl hissediyorsun?”
Eski NHL yıldızı ve bir zamanların serseri adamı Mark Bressler, Key Arena’daki basın odasını dolduran bir düzine, hatta belki de daha fazla sayıda gazetecinin, odayı çevreleyen kameraların ve uzun masanın önünü kaplayan mikrofonların ardında duruyordu. Geçtiğimiz sekiz yıl boyunca Seattle için oynamış ve bunun son altı senesinde de kaptan olarak görev yapmıştı. Hayatının büyük bir kısmını Stanley Kupası’na dokunmak, onu başının üstüne doğru kaldırmak ve gümüşün soğukluğunu avuçlarının içinde hissetmek için çalışarak geçirmişti. İlk patenlerini ayağına geçirdiği andan itibaren, yaşamasının ve nefes almasının tek sebebi hokey olmuştu. Buz pistinin üzerine kanı akmış ve hatırlayamayacağı kadar çok defa kemiklerini kırmıştı. Profesyonel hokey onun tüm hayatıydı. Ama bir önceki gece, takımı kupayı onsuz kazanmıştı. O oturma odasının televizyonundan takımını izlerken, kahrolası piçler ellerinde onun kupasını tutmuş kayıp duruyorlardı. Onun kendini nasıl hissettiğini bilmiyorlar mıydı sanki?
“Elbette orada çocuklarla birlikte olmak isterdim ama yine de onlar için çok mutluyum. Kesinlikle çok mutluyum.”
“Altı ay önceki kazanızdan sonra yanınızda oturan adam yerinize getirildi,” dedi bir muhabir, Chinooks’un kaptanı olarak, Mark’ın yerini alan deneyimli hokey oyuncusu Ty Savage’ı kastederek. “O zaman bu durum tartışmalara yol açmıştı. Yerinizi Savage’ın alacağını duyduğunuz zaman neler düşünmüştünüz?”
Savage’la birbirlerini sevmedikleri, herkesin bildiği bir gerçekti. En son, sezonda oynanan bir maç sırasında bu kadar yakın olmuşlardı. Ve o zaman Mark, Savage’a haddinden çok değer verilen göt heriften başka bir şey olmadığını söylemişti. Savage da ona, ikinci sınıf bir ibne olduğunu söylemişti. Bunlar her maçta yaşanan şeylerdi.
“Savage imza attığı sırada ben komadaydım. O durumdayken herhangi bir konuda bir şeyler düşünemezdim sanırım. En azından hatırladığım kadarıyla öyleydi.”
“Şimdi neler düşünüyorsunuz?”
Savage’ın haddinden çok değer verilen göt heriften başka bir şey olmadığını. “Yönetim ortaya kazanan bir takım çıkardı. Çocukların hepsi çok çalıştılar ve Seattle’a kupayı getirmek için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Şampiyonluk maçlarına çıkarken durum elli sekize yirmi dörttü ve sanırım size bunların oldukça etkileyici sayılar olduğunu söylememe gerek yok.” Durdu ve dikkatlice bir sonraki cümlesini düşündü. “Savage’ın o sırada takımda oynamak için müsait ve pazarlığa açık oluşu, Chinooks’un talihinin yaver gittiğini gösterir ama bunu söylemeye gerek yok.” Minnettar olduğunu ya da takımının şanslı olduğunu söylemeyecekti.
Yanında oturan, haddinden çok değer verilen göt herif bir kahkaha attı ve Mark neredeyse adamı sevecekti. Neredeyse…
Muhabirler Ty Savage’a döndüler. Ona, bir gece önce aniden duyurduğu emeklilik haberi ve gelecek için planları hakkında sorular sordukları sırada Mark da gözlerini dikmiş, masanın üstünde duran eline bakıyordu. Basın toplantısı için elindeki desteği çıkarmıştı ama sağ elinin orta parmağı çelik kadar sert bir şekilde duruyordu, adeta ömür boyu hareket çekmeye hazır bir hali vardı.
Parmağının bu sert hali, şu anki duruma oldukça uygundu.
Muhabirler tekrar Mark’a dönmeden önce uzun masayı dolduran diğer Chinooks oyuncularına da birkaç soru sordular. Ardından Mark’a dönen bir muhabir, “Bressler, tekrar geri dönmeyi düşünüyor musun?” diye sordu.
Mark gözlerini kaldırdı. Bu sorunun, içindeki en derin yaraya dokunmuş olduğunu belli etmemeye çalışarak gülümsedi. Adamın yüzüne baktı ve kendine Jim’in –diğer muhabirlere göre– iyi bir adam olduğunu ve hep doğru haberler yazdığını hatırlattı. İşte bu yüzden Mark sağ elini kaldırıp ona orta parmağını göstermedi. “Doktorlar dönmemem gerektiğini söylüyorlar.” Gerçi hastanede gözlerini açtığı an, başına gelecekleri anlaması için doktorların açıklamalarına ihtiyacı yoktu. Kaza, vücudundaki kemiklerin yarısının kırılmasına sebep olmuş ve hayatını mahvetmişti. Geriye dönmek gibi bir şey imkân dâhilinde bile değildi. Henüz otuz sekiz değil sadece yirmi sekiz yaşında olmasına rağmen…
Takımın genel müdürü Darby Hogue öne çıktı. “Chinooks’ta her zaman Mark için bir yer olacaktır.”
Ne olarak? Bir buzluğa bile el süremiyordu. Eğer hokey oynayamayacaksa buza yakın hiçbir yerde olmak istemiyordu.
Sorular tekrar dün geceki maça dönünce Mark sandalyesine yaslandı. Hâlâ iyi durumda olan elini, bacağının yanında duran bastonun üzerine koydu ve başparmağını bastonun ceviz ağacından yapılmış tutacağının üzerinde gezdirmeye başladı. Mark iyi olduğu dönemde, yapılan basın toplantılarından nefret ederdi. Bu iyi olduğu bir zaman değildi ama o oradaydı, Key Arena’nın tam göbeğinde, çünkü kötü bir sportmen gibi görünmek istemiyordu. Onsuz, hokeydeki en önemli ödülü kazanmış takımını görmeye dayanamayan bir aptal gibi görünmek istemiyordu. Ayrıca takımın sahibi Faith Duffy, o sabah onu arayıp gelmesini istemişti. Hâlâ faturalarını ödeyen kadına hayır demek oldukça zordu.
Sonraki yarım saat boyunca Mark, sorulara cevap vermiş hatta birkaç yavan espriye gülmeyi bile başarmıştı. Bastonunu sıkıca tutup ayağa kalkmak için, son muhabir de odayı terk edene kadar bekledi. Savage yolunu açmak için yanındaki sandalyeyi çekince, Mark teşekkürler diye mırıldandı. Hatta güçlükle kapıya doğru ilerlerken samimi görünmeyi bile başarmıştı. İlk ağrı sağ kalçasını vurana kadar huzur içinde görünüyordu ve kapıya kadar ulaştı. O sabah ilaçlarını almamıştı. Duygularını donuk hale getirecek hiçbir şey istemiyordu ve elbette bu nedenle, o an kanında, vücudundaki acıyı dindirecek hiçbir şey bulunmuyordu.
Takım arkadaşları yanından geçerlerken sırtına vurup onu görmenin harika olduğunu söylüyorlardı. Bu konuda samimi olabilirlerdi. Umurunda değildi. Sendelemeden önce oradan çıkmak zorundaydı. Ya da daha kötüsü, kıçının üstüne düşmeden önce.
“Seni görmek çok güzel.” Forvet oyuncusu Daniel Holstrom onu koridorda yakalamıştı.
Bacağına bir kramp girmeye başlamıştı ve alnından terler boşanıyordu. “Seni de,” dedi. Son altı yılını hücum sahasında Daniel’ın yanında geçirmişti. Daniel’ın acemilik zamanlarında da yanındaydı. Stromster’un ya da herhangi birinin önünde yere yığılmak en son istediği şeydi.
“İçimizden bir grup Floyds’a gidiyor. Bize katılsana.”
“Başka bir zaman.”
“Büyük ihtimalle bu gece dışarı çıkacağız. Seni ararım.”
Elbette dışarı çıkıyorlardı. Bir gece önce kupayı kazanmışlardı. “Planlarım var,” diye yalan söyledi. “Ama yakında sizinle buluşacağım.”
Daniel durdu ve “Bunu yapman için seni zorlayacağım,” diye seslendi.
Mark başını salladı ve derin bir nefes aldı. Tanrım, vücudu kendini bırakmadan önce, bir an evvel arabaya ulaşmak istiyordu.
Kapıda kısa boylu, koyu saçlı bir kadın onu yakalayıncaya kadar Tanrı’nın onu dinlediğini düşünmeye başlamıştı.
“Bay Bressler,” dedi sempatik bir sesle. “Ben halkla ilişkiler bölümünden Bo.”
Acı yüzünden duyuları körelmiş olabilirdi ama bu kadının kim olduğunu biliyordu. Takımdaki çocuklar ona Mini Pitbull ismini takmışlardı ama, kısa olsun ve biraz daha hoş dursun diye Mini Pit diyorlardı.
“Sizinle konuşmak istiyorum. Birkaç dakikanız var mı?”
“Hayır.” Yürümeye devam etti. Bir ayağını diğer ayağının önüne attı. Sakat olan eliyle kapıya uzandı. Bo kapıyı itip ona yardımcı olduğunda Mark, Mini Pit’i öpebilirdi. Bunun yerine sadece teşekkürler diye mırıldandı.
“İnsan kaynakları evinize yeni bir yardımcı yolluyor. Bugün gelecek.”
Bir hasta bakıcının halkla ilişkilerle ne alakası olabilirdi ki?
“Sanırım bu seferkini seveceksiniz,” diye devam etti Bo, onu dışarıya doğru takip ederken.
Haziran esintisi Mark’ın alnındaki teri serinletti ama taze hava başındaki ve vücudundaki ağrıların hafiflemesini sağlamıyordu. Kaldırımın yanında siyah bir Lincoln onu bekliyordu, yavaşladı.
“Kesinlikle iyi bir hasta bakıcı olduğuna sizi temin ederim.”
Şoför dışarı çıktı ve arka taraftaki yolcu koltuğunun kapısını açtı. Mark yavaşça oturdu, bacağındaki acı şiddetlenince yüzü buruştu.
“Eğer ona bir şans verirseniz size çok müteşekkir olurum,” dedi Bo şoför kapıyı kapatıp arabanın ön tarafına geçerken.
Mark pantolon cebine uzandı ve bir şişe ağrı kesici çıkardı. Kapağını açtı ve altı tanesini ağzına atıp çiğnemeye başladı. Bir kadeh Jose Cuervo gibi, Vicodin’in de zamanla alışılan bir tadı vardı.
Araba kaldırımdan uzaklaşıp yola doğru çıkarken Bo hâlâ bağırarak bir şeyler söylüyordu. Mark, insan kaynaklarının evine neden hasta bakıcılar gönderip durduğunu bilmiyordu. Organizasyonun bakım programıyla bir alakası olduğunu biliyordu ama Mark’ın kendisiyle ilgilenecek kimseye ihtiyacı yoktu. Birisine bağlı olmaktan nefret ederdi. Zaten onu her yerde takip eden bu özel araba hizmetinden de nefret ediyordu.
Başını arkaya dayadı ve düzgün bir nefes almaya çalıştı. Üç hasta bakıcıyı, daha geldikleri an kovmuştu. Evinden defolup gitmelerini söyleyip, kapıyı yüzlerine çarpmıştı. Bu olaydan sonra Chinooks Kulübü ona bu hemşirelerin kendileri için çalıştıklarını söylemişti. Mark’ın, garanti kapsamına girmeyen sağlık masraflarını ödedikleri gibi, hemşirelerin maaşlarını da onlar karşılıyorlardı. Ve bu oldukça büyük bir meblağdı. Kısacası kimseyi kovamazdı. Tabi bu Mark’ın, işi bırakmaları konusunda onlara yardımcı olamayacağı anlamına da gelmiyordu. Kulübün gönderdiği son iki hasta bakıcı, evde bir saatten daha az bir süre kalmışlardı. Şimdi gelecek olan hasta bakıcının da, bundan daha kısa bir sürede gideceğinden hiç şüphesi yoktu.
Gözleri kapandı ve Medina’ya giden yirmi dakikalık yolda uyuyakaldı. Rüyasında, uykuya dalmadan önce yorgun zihninde gidip gelen görüntüleri görüyordu. Soğuk hava yanaklarına çarpıp formasının içine girerken hokey oynuyordu. Buzun kokusunu alabiliyordu. Dilinin ucundaki heyecanın tadını hissedebiliyordu; bir kez daha kazadan önce olduğu adamdı. Bir bütün olarak…
Araba yavaşça çıkıştaki dar sokağa girerken, Mark her zaman olduğu gibi acı ve hayal kırıklığıyla uyandı. Gözleri açıldı, para ve gösteriş kokan ağaçlı yola gözlerini dikti. Neredeyse evine gelmişti. Boş bir eve, tanımadığı bir yaşama, nefret ettiği bir hayata gelmişti.
Bu küçük Seattle mahallesindeki gökdelenler yan yana kusursuz bir görüntü oluşturuyorlardı. Dünyadaki en zengin insanların bazıları Medina’da yaşıyorlardı ama zengin olmak tek başına bu seçkin cemiyete girmek için yeterli değildi. Bu eski eşini çok üzen bir durumdu. Christine, St. John ve Chanel kıyafetleriyle kulüpte öğle yemeği yiyen bu seçkin kadınlar topluluğuna girmeyi çaresizce istiyordu. Mükemmel saçları olan yaşlı kadınlar ve züppeliklerinden inanılmaz bir şekilde keyif alan Microsoft milyonerlerinin genç eşleri. Chrissy kampanyalara ne kadar para bağışlarsa bağışlasın, bu insanlar asla onun, Kent’te yaşayan işçi bir ailenin kızı olduğunu unutmayacaklardı. Ve kocasının milyonlar kazanmasının da bir önemi yoktu çünkü Mark bir sporcuydu. Hem de su polosu gibi kabul edilebilir bir sporla da ilgilenmiyordu. Hokey oynuyordu.
Mark, insanların onun hakkında ne düşündüklerini hiç umursamamıştı. Hâlâ da umursamıyordu ama bu durum Chrissy’yi çılgına çeviriyordu. Chrissy kendini tüketim dünyasına öylesine kaptırmıştı ki, paranın her şeyi satın alabileceğinden kesinlikle emindi. Çaresizce istediği, diğerleri tarafından kabul edilme duygusunu parayla alamadığı zaman ise Mark’ı suçlamıştı. Elbette bu evlilikte Mark’ın da yaptığı hatalar vardı ya da çok daha iyi şeyler yapabilirdi ama mahalledeki kokteyl partilerine davet edilmedikleri ya da ilçe kulüplerinde küçümsendikleri için suçlanmayı kabul edemiyordu.
Beşinci evlilik yıldönümlerinde, beş gününü yollarda geçirip de eve geldiği zaman karısını evde bulamamıştı. Her şeyi alıp evi terk etmişti ama evlilik albümlerini ona bırakacak kadar da düşünceli davranmıştı. Albüm, mutfağın ortasındaki granit tezgâhın tam üstünde duruyordu. Albüm açıktı ve açık olan sayfadaki fotoğrafta Chrissy, Vera Wang marka kıyafetinin içinde inanılmaz güzel ve mutlu bir şekilde gülümsüyordu, Mark da Armani takım elbisesiyle yanında duruyordu. Fotoğrafta, Mark’ın kafasının olduğu yer bir bıçakla kesilmişti. Bu da, en azından Mark açısından fotoğrafı mahvetmişti.
Mark, onun neden bu kadar kızgın olduğundan hâlâ emin değildi. Onu böylesine sinirlendirebileceği kadar zaman bile geçirmiyorlardı. Duyguları ve parası yeterli olmadığı için Mark’ı terk eden oydu. Daha fazlasını istemişti ve yolun aşağısında, yaşı neredeyse kendisinin iki katı olan bir para babası bulmuştu. Daha boşanma kâğıtlarının üstündeki mürekkep kurumadan Chrissy birkaç sokak öteye, Bill Gates’in evinden çok da uzak olmayan, göl manzaralı bir eve taşınmıştı. Ama havalı adresi ve daha fazla kabul gören kocasına rağmen, Mark kulüpteki kızların ona karşı normalde olduklarından daha iyi davranacaklarını sanmıyordu. Daha nazik davranabilirlerdi, doğru. Daha iyi davranabilirler miydi? Hayır. Gerçi Chrissy’nin bunu dert edeceğini sanmıyordu. Birbirlerine havadan öpücükler verdikleri ve özel tasarım kıyafetlerine iltifatlar ettikleri sürece mutlu olacaklardı.
Bir sene önce evlilikleri sona ermişti ve Mark yapılacaklar listesine “bir an önce Medina’dan gitmek” maddesini eklemişti. Stanley Kupası’nı kazandıktan hemen sonra gidecekti. Mark her şeyi aynı anda yapan biri değildi. Planladığı şeyleri teker teker ve düzgün bir şekilde yapmayı severdi. Yeni bir ev bulmak hâlâ listede ikinci sıradaydı, ama bugünlerde bunu ikinci sıraya atabilmesinin sebebi, uzun süre acı hissetmeden yürüyemesiydi.
Lincoln daire şeklindeki giriş yoluna girdi ve California plakalı bir CR-V marka arabanın arkasında durdu. Hasta bakıcının arabası olmalı, diye düşündü Mark. Bastonunu sıkıca tuttu ve evin ön merdivenlerinde oturan kadına baktı. Büyük güneş gözlükleri takmıştı ve parlak turuncu bir ceket giyiyordu.
Şoför yolcu kapısına geldi ve kapıyı açtı. “Dışarı çıkmanıza yardım edeyim mi, Bay Bressler?”
“İyiyim.” Arabadan çıktı ve çıkar çıkmaz kalçasına bir kramp girdi. Kaslarının adeta yandığını hissetti. “Teşekkürler.” Şoföre bahşiş uzattı ve dikkatini verandaya giden kiremitli yola verdi. İyileşme süreci yavaş ilerliyordu ama Vicodin nihayet etkisini göstermeye başlamıştı. Turuncu ceketli kız ayağa kalktı ve Mark’ın kendisine doğru yaklaşmasını büyük gözlüklerinin ardından izledi. Turuncu ceketinin altında, üzerinde her türlü rengin olduğu bir elbise vardı ama bu renk kâbusu, üzerinde taşıdığı diğer renklerin fark edilmesini engellemeye yetmemişti. Saçlarının üst kısmı sarıydı ve altında kırmızı-pembe tonlarında gölgeler vardı. Yirmili yaşlarının sonunda ya da otuzlu yaşlarının başında gibi görünüyordu ve eve gelen diğer hasta bakıcılardan daha gençti. Daha da güzeldi, tabii saçları görmezden gelinirse. Boyu adamın omzuna geliyordu ve çok inceydi.
“Merhaba Bay Bressler,” dedi, Mark merdivenleri çıkıp onun yanından geçerken. Elini uzattı. “Ben Chelsea Ross. Yeni hasta bakıcınızım.”
Kadının ceketine yakından bakılınca durum daha kötü bir hal alıyordu. Ceket deriydi ve adeta kendi kendini çiğnemiş gibi duruyordu. Kadının uzattığı elini görmezden geldi ve pantolonunun cebinde anahtarlarını aramaya başladı. “Benim bir hasta bakıcıya ihtiyacım yok.”
“Bela birisi olduğunuzu duymuştum.” Gözlüklerini başının tepesine itti ve bir kahkaha attı. “Bana zorluk çıkartmayacaksınız, değil mi?”
Mark anahtarı deliğe soktu ve sonra omzunun üzerinden onun parlak mavi gözlerine baktı. Kadın modasından çok anlamazdı ama o bile bu kadar çok rengin bir arada giyilmemesi gerektiğini biliyordu. Güneşe çok uzun süre gözlerini dikip bakmak gibiydi ve bu yüzden kör olmaktan korkuyordu. “Sadece vaktini harcamamaya çalışıyorum.”
“Teşekkür ederim.” Mark içeri girerken onu arkasından takip etti ve kapıyı kapattı. Aslında işim yarın başlıyor ama ben bugün gelip kendimi tanıtmak istedim. Bilirsiniz işte, bir merhaba demek için.”
Mark anahtarlarını girişteki masanın üstüne fırlattı. Anahtarlar kayarak ilerledi ve yıllardır içine gerçek çiçeklerin koyulmadığı kristal vazonun yanında durdular. “Güzel, şimdi gidebilirsiniz,” dedi Mark ve mermer zeminde ilerlemeye devam etti, sonra da dönen merdivenleri geçip mutfağa girdi. Boş mideyle içtiği onca ilaç yüzünden midesi bulanıyordu.
“Burası güzel bir ev. Güzel evlerde çalıştım, o yüzden neden bahsettiğimi çok iyi biliyorum.” Onu takip etmeye devam ediyordu, sanki gitmek için hiç acelesi yokmuş gibi. “Hokey size baya iyi kazandırmış olmalı.”
“Faturalarımı ödüyordu.”
“Burada yalnız mı yaşıyorsunuz?”
“Bir köpeğim vardı.” Ve bir de eşim.
“Ne oldu ona?”
“Öldü,” diye cevap verdi ve birden içinde sanki onunla daha önceden tanışmış gibi garip bir şey hissetti, gerçi böyle bir saçı kesinlikle hatırlayacağından emindi. Saçı farklı olsa bile, onunla bir ilişkiye girmiş olamazdı. Hiç de onun tipi değildi.
“Öğle yemeği yediniz mi?”
Mark buzdolabına doğru ilerledi. Kapağını açtı ve bir şişe su çıkardı. “Hayır.” Kısa boylu ve neşeli tipler asla onun tarzı olmamışlardı. “Daha önce tanışmış mıydık?”
“Cesur ve Güzel‘i izler misiniz?”
“Neyi?”
Bir kahkaha attı. “Açsanız size bir sandviç yapabilirim.”
“Hayır.”
“İşe resmen yarın başlayacak olmama rağmen bugün size bir çorba yapabilirim.”
“Hayır dedim.” Suyu dudaklarına değdirdi ve sonra plastik şişenin tabanından ona baktı. Saçının alt tarafındaki gölgenin rengi gerçekten de çok garipti. Ne tam olarak kırmızı ne de tam olarak pembeydi. Mark, acaba kadın vücudundaki diğer tüylerini de saçlarıyla aynı renk boyamış mıdır diye merak ediyordu. Birkaç yıl önce bir Chinooks hayranı, takıma olan desteğini göstermek için cinsel organını mavi ve yeşil renklerine boyamıştı. Mark kadını yakından görmemişti ama fotoğraflarını görmüştü.
“Az önce hayatta sadece bir kez yakalayacağınız bir teklifi geri çevirdiniz. Asla çalıştığım insanlar için yemek pişirmem. Yaptığım yemeklerin bir örneğini daha bulamazsınız. Mutfakta çok kötüyümdür,” dedi büyük bir gülümsemeyle, bu kadar sinir bozucu olmasaydı, gülümsemesi ona şirin gelebilirdi.
Mark neşeli insanlardan nefret ediyordu. Artık onu sinirlendirip evden gitmesini sağlamanın zamanı gelmişti. “Sesin hiç Ruslara benzemiyor.”
“Rus değilim ki.”
Bakışlarını turuncu deri ceketine doğru indirirken şişeyi de aşağı doğru indiriyordu. “Peki o zaman neden daha gemiden yeni inmiş gibi giyindin?”
Elbisesine baktı ve “Bu Pucci,” dedi.
“Sana biraz daha bakarsam kör olacağım.”
Genç kadın bakışlarını ona çevirdi ve mavi gözleri kısıldı. Mark, kadın kahkaha mı atacak yoksa bağıracak mı tahmin edemiyordu. “Bu hiç hoş değil.”
“Ben pek hoş değilimdir.”
“Ayrıca nezâket anlamında da hiç hoş değil.”
“İşte bu beni bütün gece ayakta tutacak.” Bir yudum daha aldı. Yorgun ve açtı, yere düşmeden oturmak istiyordu. Belki de televizyondaki şu mahkeme programlarından birini izleyebilirdi. Hatta bir anda Hakim Joe Brown‘ı kaçırdığını fark etti. Evin ön tarafını işaret etti. “Kapı o tarafta. Dikkat et de çıkarken kıçına çarpmasın.”
Genç kadın sanki kafasında birkaç tahta eksikmiş gibi bir kahkaha daha attı. “Sizden hoşlandım. Sanırım çok iyi anlaşacağız.”
Kadının birkaçtan daha fazla tahtası eksikti. “Sen…” Doğru kelimeyi bulmaya çalışıyormuş gibi kafasını iki yana salladı. “Geri zekâlı demek istediğimde kullanabileceğim daha nazik bir kelime var mı?”
“Sanırım aradığınız kelime zihinsel engelli.”
Şişeyi genç kızın ceketine doğrulttu. “Emin misin?”
“Oldukça.” Omuz silkti ve tezgâhtan çekildi. “Gerçi üniversitedeyken baş aşağı dururken fıçıdan bira içip anında sarhoş olmuştum. Belki o gece birkaç beyin hücremi kaybetmiş olabilirim.”
“Buna şüphe yok.”
Genç kız çirkin ceketinin cebine uzandı ve küçük kalp bir anahtarlığa takılı anahtarlarını çıkardı. “Yarın dokuzda burada olurum.”
“Uyuyor olacağım.”
“Ah, sorun değil,” dedi neşeli bir sesle. “Ben de siz uyanana kadar zili çalarım.”
“Dolu bir silahım var,” diye yalan söyledi.
Genç kadının kahkahası bütün odayı doldurdu. “Sizi tekrar göreceğim anı iple çekiyorum Bay Bressler.”
Eğer zihinsel engelli değilse bile, bir sincabın bokundan bile daha deli olduğuna şüphe yoktu. Ya da daha kötüsü, neşesini asla kaybetmeyen kadınlardan biriydi.
***
Ciddi bir başbelası. Chelsea omuz silkti ve arabasının kapısını açtı. Göğüslerinin arasından süzülen ter damlaları sütyenini ıslatıyordu. Ceketini arabanın arka koltuğuna fırlattı ve arabaya bindi. Kapıyı kapattı ve yolcu koltuğundaki çantasını karıştırmaya başladı. Cep telefonunu aldı, sertçe yedi haneli numarayı tuşladı ve sesli mesaja yönlendirildi. “Çok teşekkürler, Bo,” dedi telefona doğru, anahtarı kontağa sokarken. “Bu adamın biraz zor olabileceğini söylerken aynı zamanda tam bir öküz olduğunu da belirtsen iyi olurdu!” Telefonu kulağı ve omzunun arasına sıkıştırdı ve tek eliyle arabayı çalıştırırken diğer eliyle de camı açtı. “Biraz daha uyarı iyi olabilirdi. Bana geri zekâlı dedi ve Pucci elbisemi aşağıladı.” Telefonu sertçe kapattı ve yanındaki koltuğa fırlattı. O Pucci elbiseyi alabilmek için iki ay para biriktirmişti. O adam modadan ne anlardı ki? O bir hokey oyuncusuydu.
Arabayı sokağa çıkardı, zengin ve züppe evlerinin arasından geçerek ilerledi. Camdan içeri güçlü bir esinti geliyordu. Chelsea elbisesini göğsünden uzaklaştırmak için çekti ve serin havanın tenini kurutmasını bekledi. Büyük ihtimalle kurdeşen dökecekti ve bu Mark Bressler’ın suçuydu. Hayır, sıcak bir haziran günü ona deri ceketi giydiren Mark değildi ama yine de içinden onu suçlamak geliyordu. Adam bir sporcuydu. İşte bu her şeyi açıklıyordu.
Tanrım, Mark Bressler gibi insanlardan nefret ediyordu. Herkesten daha iyi olduklarını düşünen kaba insanlar. Geçen on yıl boyunca hep böyle insanlarla vakit geçirmek zorunda kalmıştı. Onların randevularını ayarlamış, köpeklerini gezdirmiş ve etkinliklerini planlamıştı. Film yıldızlarının ve zengin işadamlarının kişisel asistanlığını yapmıştı. Çeşit çeşit film yıldızıyla çalışmıştı, sonunda canına tak edene kadar.
Yaptığı işin canına tak etmesine neden olan olay, televizyon dizisiyle çıkış yaparak birden yıldızı parlayan ikinci sınıf bir aktörün evinde geçirdiği son haftada meydana gelmişti. Onun için beş ay çalışmıştı, evinde yaşamış, bütün randevularına hazır olmasını sağlamış ve hatalarını düzeltmişti. Her şey iyiydi, tâ ki bir gece adam onun odasına girip, ya dizlerinin üzerine çöküp ona oral seks yapmayı kabul edeceğini ya da işten kovulacağını söyleyene kadar.
On yıldır içinde hapsettiği öfke ve güçsüzlük, avucunun içinde büyümüş ve eli yumruk haline gelmişti. On yıldır çalıştığı boktan işler ve yaşadığı hayal kırıklıkları, hem de kıçından ter damlayana kadar çalışmasına rağmen… On yıl boyunca kendi büyük çıkışını beklerken, yeteneksiz, gösterişçi, küstah insanların başarıya ulaşmalarını izlemişti. Son on yılda iğrenç seks teklifleri almış, değerinin bilinmediği işlerde çalışmıştı ve en sonunda bütün bunların verdiği öfkeyle adamın gözüne yumruğu indirmişti. Daha sonra eşyalarını toplamış ve aktörün ikinci sınıf ajansını arayıp, artık dayanamadığını söylemişti. Hollywood’dan, yüksek egolardan ukalalıklardan binlerce kilometre uzağa taşınmıştı, ama yine de gezegenin en büyük budalalarından biri için çalışmayı başlamayı becermişti. Aslında teknik olarak Mark Bressler onun işvereni sayılmazdı. Maaşını Seattle Chinooks takımı ödüyordu ve tabii bir de şu sözü geçen güzel prim vardı.
“Üç ay,” diye mırıldandı. Eğer üç ay dayanmayı başarabilirse, Chinooks kulübü yetkilileri, ona on bin dolar prim vereceklerine dair söz vermişlerdi. Bay Bressler’la tanıştıktan sonra neden böyle bir primin verildiğini anlamıştı.
Bu bir rüşvetti
Bunu yapabilirdi. O bir aktristti. Neredeyse Mark kadar kötüleriyle daha önce de uğraşmıştı. Arabasını çalıştırdı ve kız kardeşinin dairesine gitmek üzere Bellevue’ye doğru yola koyuldu. O parayı istiyordu. Hastalara yardım etmek ya da bir kiliseye bağışta bulunmak gibi asil bir davranış sergilemek değildi amacı. Ailesini mutlu edip hemşirelik, ressamlık ya da grafik tasarım gibi bir konuda eğitim de almayacaktı. Bir ev ya da yeni bir araba almak için yatırım da yapmayacaktı. Geleceğini güvenceye alacak ya da eğitimini arttıracak bu şeylerden hiçbirine harcamayacaktı parayı..
Bu üç ayın sonunda, alacağı parayı kendisini geliştirmek için kullanacaktı. Birkaç gün öncesine kadar aklında böyle bir plan yoktu. Ama şimdi vardı ve her şeyi en ince ayrıntısına kadar planlamıştı. Ne yapacağını ve bunu nasıl yapacağını çok iyi biliyordu. Kimse ya da hiçbir şey karşısına çıkıp ona engel olamazdı. Sağlığıyla ilgili bir problem ya da ailesinin onaylamaması da onu durduramazdı. Özellikle de kocaman omuzları olan huysuz, dev, küstah bir hokey oyuncusu asla…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAşk Yeniden
- Sayfa Sayısı250
- YazarRachel Gibson
- ÇevirmenAyşe Tunca
- ISBN6055913991
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviNemesis Kitap / 2011
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Nişanlıya Mektuplar 1820-1822 ~ Victor Hugo
Nişanlıya Mektuplar 1820-1822
Victor Hugo
Hugo’nun, Adèle Foucher ile acı, sevinç, kıskançlık ve mutluluk dolu yazışmalarının yer aldığı Nişanlıya Mektuplar, yazarın bir genç adam olarak portresini sunarken, tutkulu ve...
- Aşk Mutfakta Pişer ~ Maeve Binchy
Aşk Mutfakta Pişer
Maeve Binchy
“Meave Binchy’nin herhangi bir romanının son sayfasını bitirip başınızı kaldırdığınızda, kitaptaki karakterlerin kendi evinizde var olmadıklarına şaşıracaksınız…” – İrish Times- “Binchy’nin oltasına takılmamak elde...
- Sıcak – Nefes Nefese Üçlemesi 1 ~ Maya Banks
Sıcak – Nefes Nefese Üçlemesi 1
Maya Banks
Gabe, Jace ve Ash: Ülkenin en varlıklı ve güçlü erkekleri. İstedikleri her şeyi elde etmeye alışkınlar. Hemen her şeyi. Gabe’in en büyük hayali ise...