Holly, aşk ve iş hayatında yaşadığı sorunlardan kaçmak için bir sığınak gibi gördüğü Mavi Yengeç Adası’ndaki Aşk Tanrıçası’nın Yemek Okulu’nu işleten büyükannesinin yanına döner. Kısa süre sonra çok sevdiği büyükannesinin ölümüyle ona sunulan yeni hayata sımsıkı sarılır. Fal bakma yeteneği ve muhteşem yemekleriyle adada oldukça ün yapmış büyükannesinin bu mirası, Holly’nin tutunacağı güçlü bir dal gibidir. Bu görev aynı zamanda büyük bir sorumluluğu da beraberinde getirir; ada halkına umut dağıtıp yaşam gücü veren Aşk Tanrıçası’nın Yemek Okulu’nu ayakta tutmak zorundadır. Bu konuda yeteri kadar tecrübesi olmayan Holly’nin elinde ona yol gösterecek iki şey vardır; büyükannesinin dilek ve hatıralarla yarattığı, muhteşem yemeklerle dolu tarif defteri ile masalsı bir geçmişe ışık tutan günlüğü…
Aşk mutfağında hazırlanan, tarifinde hüzünlü bir hatıra ile tutkulu bir dileğin olduğu leziz bir yemeğe davetlisiniz…
“Melissa Senate, leziz tatlar ve hatıralarla bezeli romanını samimi bir üslupla kaleme almış.
Aşk Tanrıçası’nın Yemek Okulu son günlerde okuyabileceğiniz en iyi romanlardan biri.”
Library Journal
***
BİR
Holly Maguire’ın Maine’de, Mavi Yengeç Adası’nda yaşayan ve aşçılığı kadar falcılığıyla da ünlenmiş rahmetli büyükannesinin kehanetine göre, Holly’nin gerçek aşkı, nefis bir İtalyan lezzeti olan sa cordula‘yı seven dünya üstündeki sayılı insanlardan biri olacaktı. Baharatlı tereyağında sotelenmiş kuzu bağırsağı ile soğan, domates ve bezelyeden yapılan bu yemek, görüntüsüyle de kullanılan malzemenin aslını inkâr etmezdi.
“Güveçte bağırsak seven biriyle tanışırsam ‘o kişi’ olduğunu anlayacağım, öyle mi?” Holly bu soruyu yıllar boyunca defalarca sormuştu. “Yani bu mu? Bütün falım bu kadar mı?” Her defasında büyükannesinin, Tabii ki hayır güzel kızım, şaka yapıyorum! Senin gerçek kaderin çok mutlu olmak, demesini umuyordu.
Bu kadarını duymak Holly için yeterliydi.
Oysa Camilla Constantina asla şaka yapıyorum diyecek biri değildi. Hatta şaka yapacak biri bile değildi.
“Evet, doğnı.” Büyükannesinin cevabı her defasında aynı olurdu ve ışık saçan kara gözleri asla açık vermezdi. “Taşlar öyle söyledi.”
Holly bir ay kadar önce kalbi umutla dolu, elleri titreyerek, sevdiği adam John Reardon’un önüne bir tabak sa cordula koymuştu. Holly, büyükannesinden binlerce kilometre uzakta, Kaliforniya’da, fırını olmayan bir çatı dairesinde yaşadığından, mahalledeki İtalyan kasabının seksen altı yaşındaki büyük teyzesine yemeği hazırlaması için para ödemişti. Yaklaşık iki yıldır John’la beraberdi, hatta adamın dört yaşındaki kızı Lizzie’nin üvey annesi gibiydi; bu ailenin bir parçası olmaktan daha çok istediği hiçbir şey yoktu.
Neden büyükannesi onu bu kadere mahkûm etmeye çalışıyordu? Sa cordula’yı kim sevebilirdi ki? Holly daha önce üç kez tadına bakmıştı ve inanılmayacak kadar iğrençti. Öyle ki, söylentiye göre bundan çok daha beter lezzetlere hayır demeyen Holly’nin büyükbabası bile bu yemekten nefret ediyordu. Ancak Camilla’nın gerçek aşkı bunu sevmek zorunda değildi. Onun gerçek aşkı sarı saçlı ve mavi gözlü olmalıydı. Yirmi iki yaşındaki bekâr Camilla, bu düşünceyle Milano yakınlarındaki küçük köylerinde kara saçlı, kara gözlü kendine en uygun talibini reddettiğinde, başta kız kurusu teyzesi Marcella olmak üzere herkes onun deli olduğunu düşünmüştü. Oysa birkaç ay sonra, sarı saçları ve Adriyatik mavisi gözleriyle Armando Constantina’nın kasabalarına gelip onu yanına alarak Amerika’ya kadar sürüklemesi, Camilla’nın falcılıktaki ününü pekiştirmişti.
Holly’nin babası Bud Maguire, 1982 yılının Şükran Günü yemeğinde bir lokma sa cordula almış ve kalan hayatında, ne olduğunu bilmediği sürece kayınvalidesinin pişirdiği hiçbir şeyin tadına bakmamaya yemin etmişti. Biraz ragu* ile lezzetlendirilmiş geleneksel spagetti ve yanında bir dilim sarımsaklı ekmeği tercih ederdi. Annesi Luciana Maguire’ın, ya da kısaca Lucy’nin tercihi de aynı yöndeydi çünkü atalarından gelen mirasla ya da aşçılıkla ilgisi yoktu, hele falcılıkla hiç. Zira Camilla Constantina’nın mevcut bilgi kaynağı, üç yaşındayken Po Nehri’nin kıyısından topladığı küçük ve pürüzsüz üç adet taş parçasıydı. “Yakında Walmart indirim reyonundaki kristal küreye inanmaya başlayacağım,” diyordu Holly’nin annesi sık sık, her zamanki küçümsemesiyle.
Camilla Consantina, falına bakmak için torunu Holly’nin on altı yaşma gelmesini beklemişti. Büyüme çağında Holly defalarca büyükannesinden taşların başına oturup bilmek istediği şeyleri söylemesini rica etmişti: Mike Overstill ona çıkma teklif edecek miydi? Final notunun yüzde 85’i demek olan Amerikan tarihinden iyi not alabilecek miydi? Annesi bu kadar can sıkıcı biri olmaktan vazgeçecek miydi? Camilla onun ellerini avucuna alır ve her şeyin yolunda gideceğini söylerdi. Sonunda, Holly’nin on altıncı doğum gününde, saat altı buçuk olmasına rağmen Mike Overstill hâlâ mezuniyet gecesi için boy göstermediğinde (yirmi dakika sonra “ehm, üzgünüm, başkasına söz verdiğimi unutmuşum” demek için aramıştı) ziyaretlerine gelen büyükannesi (tabii ki Holly’nin annesine çaktırmadan) beyaz satenden para kesesine uzanmış ve “Evet” demişti, “artık zamanı geldi.” Camilla kesedeki üç pürüzsüz taşı çıkarıp avucunda sımsıkı tuttu. Holly soluğu kesilmiş merakla beklerken, büyükannesi boştaki eliyle onun eline uzandı ve yaklaşık yarım dakika gözleri kapalı öylece durdu.
Uzun süredir açıklanması beklenen kehanete göre Holly’nin gerçek aşkı, tereyağlı sosta sote edilmiş bezelyeli kuzu bağırsağını seven biri olacaktı.
Bunu söyleyen, Mavi Yengeç Adası’na ve Maine’deki diğer çevre kasabalara gelen sayısız ziyaretçi ve yazlıkçı turistin, geleceğe dair kehanette bulunması için köprüyü aşarak ünlü mutfağının kahvaltı köşesinde oturup fallarına bakılması için kendisine yirmi beş dolar ödediği kişiydi.
Holly bir şeylerin eksik olduğundan emindi. Acaba büyükannesi gözlerini erken mi açmıştı? Ya da belki baştan bakmalıydı. Camilla bazen kehanetin anında anlaşılmayacağını, gizli anlamları olabileceğini söylemişti. Camilla Constantina iki hafta önce ölene kadar kehanet değişmemiş, anlamı da henüz netleşmemişti. Holly, âşık olduğu ilk günden itibaren bu kehaneti ciddiye alıyordu; on dokuz yaşındayken, sonra yirmi dört yaşındayken ve nihayet iki sene önce, yirmi sekiz yaşındayken John Reardon’a âşık olduğunda.
Deli gibi âşık olduğu adama kuzu bağırsağı servisi yapmaya eli varmadığından, onu kaybetme ihtimali ortaya çıkana kadar bekledi. Bunu onların bakışından, davranışından, sabırsızlığından ve kabalaşmasından anlayabiliyordu. Böylece, adamın gerçek aşkı olmama ihtimali artınca onlara aperatif olarak -durumu lehine çevirmemek adına küçük bir porsiyon (zaten kim tam porsiyon koyun bağırsağı yiyebilirdi ki?)— sa cordula ikram ediyordu. Ve her defasında o buruk başarı yaşanıyordu. Kaybettiği adam gerçek aşkı değildi. Sa cordula‘yı -ve Holly’yi- sevmeyen sıradan biriydi. Bu durum ayrılığı kolaylaştırıyordu.
Ancak bu kez, bu aşk farklıydı. John’un giderek uzaklaşmasına rağmen. Giderek daha tahammülsüz olmasına rağmen. Gece yarısı onu ne kadar sevdiğini söylemek için arayıp tatlı rüyalar dilemekten vazgeçmesine rağmen. John Reardon’ı seviyordu. Önemsiz bir gönül hikâyesinin kırgınlığından kurtulmak için tek başına gittiği San Francisco’da tanıyıp âşık olduğu bu adamla, John Reardon’la evlenmek istiyordu. Sonunda… kaderiyle yüzleşmek ve hayatının anlamını bulabilmek için Boston’u terk ederek onunla kalmıştı. Hayatının anlamını iki kişilik bu küçük ailede bulduğunu sanıyordu. Kalan hayatını, Lizzie babasını ziyarete geldiği her hafta sonu onunla kurabiyeler pişirerek geçirmek istiyordu. Onun altın sarısı buklelerini yıkamak, salıncaklarda sallamak, büyüdüğünü izlemek istiyordu. Herkes, özellikle de annesi yeni boşanmış çocuklu bir adamla çıktığı için çıldırdığını düşünüyordu. Oysa Holly Lizzie’ye hayrandı, onun üvey annesi gibi davranmayı seviyordu. John’u ise, beklemeyi göze alacak kadar çok seviyordu. Gerçi sevdiği adam son birkaç aydır artık “bir gün”den bile söz etmez olmuştu.
John birkaç haftadır Holly’ye her zamankinden daha uzaktı. Çarşamba geceleri bir araya geliyorlardı ve işte o gece yine Holly banyosunu yaptırdıktan sonra Lizzie’ye en sevdiği meraklı maymun pijamasını giydirirken, John ondan sakınmayı sürdürüyordu. Cep telefonu sürekli meşguldü (önce erkek kardeşini, sonra patronunu aramıştı), bir müşterisine mesaj çekmiş, e-posta ile bir dosya göndermiş ve Lizzie’nin gözde fincanı Hello Kitty’yi aramaya koyulmuştu. Holly’den başka her şeyle ilgileniyordu.
Holly salondaki kahverengi deri kanepeye oturdu, Lizzie yanına yerleşip bacak bacak üstüne attı. Holly onun uzun, bal rengi ıslak buklelerini tararken ABC şarkısını mırıldanmaya başladı. Lizzie tüm harfleri biliyor ama LMNO’nun sırasını karıştırıyor, ortaya “lenope” gibi bir şey çıkıyordu. Genelde Lizzie’yi akşam yemeğinden önce yıkar, güzel saçlarını fırçalarken komik bir şarkı tutturup onu kıkır kıkır güldürür, ya da “lenope”yle final yaparlardı. Bu sırada John, yüzünde Holly’ye sevgisini vc kızıyla olan yakınlığından ne kadar etkilendiğini gösteren o ifadeyle onları izlerdi. Bir gün, o özel gün, belki de çok yakında, ona evlenme teklif edecekti. Bu dilekle yatıp kalkıyor, başka bir şey düşünemiyordu.
Oysa yüreğinde bir yerlerde bunun bir peri masalı olmadığını ve John’un ona evlenme teklif etmeyeceğini biliyordu. Yakın bir zamanda değil, belki de asla. Büyükannesi gibi medyum olmasa da bundan yüzde 95 emindi.
Peki John’dan nasıl vazgeçebilirdi? Böylesine çok istediği bir şeyden? Bu adamla evlenmekten, çocuğunun üvey annesi olmaktan ve San Francisco tepesindeki bu küçük, pastel mavi evde yeni bir hayata başlamaktan? Evet, nedenini bilmese de John’la aralarında bir gerginlik vardı, ama bunu aşabilirlerdi. Uzun soluklu ilişkilerde bu tür durgunluklar yaşanırdı. Belki bu da geçici bir durgunluktu.
Öğrenmenin tek bir yolu vardı.
Lizzie boyama kitabına ve yeni alınan pastel kalemlerine dalınca, Holly Lizzie’ye söz verdiği yemeği (doğru dürüst yaptığı tek yemek olan Miki Fare kafası şeklindeki hamburgerleri) ve gerçek aşk testini hazırlamak üzere kederle mutfağa yöneldi. Hepsinin önünde hamburger vardı, yanında Lizzie’ye bir tabak tereyağlı ve bezelyeli erişte (biraz sa cordula’ya benzemiyor değildi) ve kendilerine iki küçük tabakta sa cordula servisi yapan Holly, çok sevdiği bu ikilinin yanına oturup bekledi.
Eğer John sa cordula’yı severse rahatlayacak, söylediği her şeyi kabullenip “iş stresi ve yorgunluğa” bağlayacaktı. Vs. vs. vs. Çünkü bu, onun gerçek aşkı olduğu anlamına geliyordu. Sevmezse ne olacaktı? Hayır, bu duyguya teslim olmamalıydı. John peçetesini kucağına yayıp çatalıyla bir parça sa cordula aldığında, Holly’nin soluğu bedeninde bir yerlerde asılı kaldı. Bir anda aralarındaki her şey değişebilirdi. John her zamanki gibi görünüyordu; bir günlük kirli sakalla gölgelenen biçimli çenesi, ela gözlerinin kenarındaki ince çizgileri, eliyle yüzünden uzaklaştırdığı gür, saman sarısı saçları ve bütün yakışıklılığıyla cumbanın önündeki yemek masasında oturuyordu.
Holly derin bir soluk aldı -sa cordula’nın pütürlü ve yapış yapış dokusuna rağmen- ifadesini bozmamaya çalışarak küçük bir lokmayı ağzına götürdü. Kuzu bağırsağının tadı “tavuk eti gibi” değildi. Nasıl görünüyorsa aynen öyleydi. Baharatlı tereyağı sosuna ve bezelyelere rağmen.
John bir süre çatalındaki lokmaya bakarak sordu, “Bu da neyin nesi?”
“Ninemin zaman zaman yaptığı çok eski bir İtalyan yemeği.”
Lizzie, Holly’nin ona öğrettiği gibi erişteyi çatalına doladı. “Keşke benim de ninem olsa.”
“Var zaten küçük balkabağım,” dedi Holly, Camilla Constantina’nın Lizzie’ye minik bir oklavayla hamur açmayı öğretişini hayal ederek. “Hem de iki tane. Anneannen ve babaannen.”
“Babamla evlenirseniz, o zaman Holly Ninem de olacak.”
Çocuk cevher yumurtlamıştı. Holly gülümsedi. John gerildi. Lizzie eriştesini çatalına dolamaya devam etti.
Derken, yavaşlatılmış çekim gibi, John üstünde bir bezelye tanesi olan çatalındaki kuzu bağırsağını ağzına attı. Biraz sarardı, bütün yüzü buruştu. Ağzındakini peçeteye çıkardı. “Çok üzgünüm Holly ama bu hayatımda yediğim en iğrenç şey. Büyükannen gücenmesin!”
Ya da ben, diye düşündü kırık kalbiyle.
Belki de büyükannesi yanılmıştı.
Oysa Holly, Lizzie’nin dişlerini fırçalamasına yardım edip yorganını örttükten ve ona “Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler”i okurken uyuyakalan kızın elma kokulu saçlarına bir öpücük kondurduktan kırk dakika sonra John içindekileri döktü. Çok üzgündü, (aslında buna inanmadığı halde) sorun onda değil kendisindeydi, yönetici asistanına âşık olmuştu; onun da küçük bir oğlu vardı ve o yüzden birbirlerini çok iyi anlıyorlardı. Hayır, Holly’nin Lizzie’yi görmeye devam etmesi iyi bir fikir değildi, hatta ayda bir bile olsa çocuk parkına ya da dondurma yemeğe götürmesi bile. “Sadece dört yaşında. Birkaç haftada seni unutacaktır. İşleri karmaşık bir hale getirmeyelim, ne dersin?”
Holly işleri karmaşık bir hale getirmek istiyordu. Bu ayrılığı karmaşık bir hale getirmek istiyordu. Böylece rahatlamak için yalvarmaya başladı ve ona beraber geçirdikleri iki yılı hatırlattı. Lizzie’nin kendine bağlılığından, gelecek hakkındaki planlardan söz etti. Holly kabul etmeliydi, bu planlar bir sonraki hafta San Francisco Hayvanat Bahçesi’ne gitmekten öteye geçmiyordu. Orada öylece dikilip arada bir saate göz attığını görünce, yeni kız arkadaşını arayıp sonunda başardığını, Holly’yi def ettiğini söylemek için bir an önce gitmesini beklediğini anladı.
Yavaşlatılmış çekim gibi, onun yüzüne bakmaktan korkarak, herhangi bir şeye bakmaktan korkarak, belki de en çok delirmiş gibi çığlıklar atmaktan korkarak banyoya yöneldi. Kapıyı arkasından kapatıp yere çöktü ve yüzünü ellerine gömerek ağlamaya başladı. Derin bir soluk aldı, yüzüne biraz
————
* Ragu: Et suyuyla hazırlanan Bolonez tarzı makarna sosu (ç.n.)
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAşk Tanrıçası'nın Yemek Okulu
- Sayfa Sayısı376
- YazarMelissa Senate
- ÇevirmenNilgün Birgül
- ISBN6053480099
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviMartı Yayınevi / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Mısır Kraliçesi Kleopatra’nın Anıları ~ Margaret George
Mısır Kraliçesi Kleopatra’nın Anıları
Margaret George
Tarihi romanların usta yazarı Margaret George, ihtişamlı bir krallığın güçlü ve ihtiraslı kraliçesi Kleopatra’nın yaşamını “Mısır Kraliçesi Kleopatra’nın Anıları” adlı romanıyla hayata geçirmektedir. Nil’in...
- Nana ~ Emile Zola
Nana
Emile Zola
Nana’nın ele avuca sığdırılamaz hedonizminin, lüks ve dekadan hayat sevdasının sınırı yoktu. Fakat hayatının büyük bir bedeli olacaktı. Paris gecekondularından sokaklara, sokaklardan sahneye, sahnelerden...
- 1793 Devrimi ~ Victor Hugo
1793 Devrimi
Victor Hugo
Victor Hugo’ya göre 1793 yılını özel yapan şey, bu yılın “Paris’in Fransa ile ve Fransa’nın da Paris ile mücadele ettiği yıl” olmasıdır; ona göre...