O, sadece gerçeği istiyordu… katil ise onu yok etmeyi…
Önce hayatını birleştireceği insan tarafından düğün günü terk edildi, ardından henüz yaşadığı şoku atlatamamışken büyük bir gürültüyle gerçekleşen patlamadan kıl payı kurtuldu. Peki Nina’nın başına gelen bütün bu olaylar bir tesadüf müydü? Yoksa bunların arkasında kimsenin bilmediği acımasız sırlar mı vardı?
Tecrübeli dedektif Sam Navarro tam da bu gerçeği bulmalıdır, hem de hiç vakit kaybetmeden. Nina ve Sam olayların peşine düştüğünde karabasan gibi üzerlerine çöken, son derece keskin bir zekâya sahip, tehlikeli ve gözü dönmüş bir ruh hastasıyla yüzleşmek zorunda kalacaktır…
“Tess Gerritsen’in ustalığına yakışan bir gerilim.” -Harlan Coben-
“Tess Gerritsen sizi heyecanına zor dayanacağınız bir girdabın içine sürüklüyor.”-San Jose Mercury News-
“Tess Gerritsen bu kitabında aksiyon, macera ve güçlü bir romantizmi bir arada sunuyor.”-RT Book Reviews-
“Tek kelimeyle hayranlık uyandırıcı… Gerritsen, inandırıcı karakterlerin yer aldığı, sağlam bir kurgudan oluşan bu kitapla hayranlarının beklentisini hayli hayli karşılıyor.”-Los Angeles Times-
“Tess Gerritsen bu romanıyla polisiye-gerilim türünde zirveyi kimseye bırakmamakta kararlı olduğunu gösteriyor.”-USA Today-
Birinci Bölüm
Düğün ertelenmiş, başlamadan bitmişti. Yoktu, iptaldi.
Nina Cormier, kilisenin giyinme odasında oturmuş, aynadaki aksine bakıyordu. Ağlayamıyor oluşuna şaşıyordu. Oysaki bu ifadesiz suratın altında çağlayarak akan, içini yakan derin bir acı olması gerektiğinin farkındaydı, ama hiçbir şey hissetmiyordu. Henüz içinde hiçbir his yoktu. Tek yaptığı sadece kupkuru gözlerle aynadaki aksini seyretmekti. Karşısındaki resimde kusursuz bir gelin vardı. Tül duvağı yüzünün etrafına dalga dalga dökülen güzel bir gelin… Krem rengi saten gelinliğinin incilerle işlenmiş üst kısmı omuzlarından aşağı düşen bir gelin… Uzun siyah saçlarını gevşek bir topuzla toplamıştı. O sabah onu giyinme odasında gören herkes -annesi, kız kardeşi Wendy ve üvey annesi Daniella- ne kadar güzel bir gelin olduğunu söylemişlerdi.
Aslında gerçekten de öyleydi. Yani damat düğüne gelmiş olsaydı, Nina’nın çok güzel bir gelin olacağı kesindi.
Oysaki damat kararını onun yüzüne söyleyebilecek kadar bile cesaretli olamamıştı. Altı aylık bir hazırlığın ve kurulan onca hayalin ardından, Nina’nın elinde kalan tek şey törenden sadece yirmi dakika önce eline geçen bir not olmuştu. Notun sahibiyse Nina’ya göre dünyanın en mükemmel erkeğiydi. Hiç abartısız, en mükemmel erkeği…
Nina,
Bu olanları düşünmem için biraz zamana ihtiyacım var. Üzgünüm, gerçekten çok üzgünüm. Birkaç günlüğüne buralardan gidiyorum. Seni arayacağım.
Robert
Nina kendini notu tekrar tekrar okumaya zorladı.
Zamana ihtiyacım var… Zamana ihtiyacım var…
Bir erkeğin ne kadar zamana ihtiyacı olabilir kndiye düşündü.
Doktor Robert’la aynı evde yaşamaya bir yıl önce başlamışlardı. Robert, uyumlu bir çift olup olmadıklarını ancak o şekilde anlayabileceklerini söylemişti. Evlilik çok ciddi bir iş, dönüşü olmayan bir teslimiyetti ve Robert bu konuda hata yapmak istemiyordu. Kırk bir yaşında, yeterince sorunlu ilişki yaşamış, deneyimli bir erkekti. Yolun geri kalanında hata yapmamaya kararlıydı. Nina’nın, tüm hayatı boyunca beklediği doğru kadın olduğundan emin olmak istiyordu.
Oysa Nina, Robert’ın hayatının erkeği olduğundan emindi, öylesine emindi ki, Robert’ın beraber yaşamayı teklif ettiği daha ilk gün doğruca evine gidip, eşyalarını toparlamaya başlamıştı bile.
“Nina? Nina, aç kapıyı!” Nina’nın kardeşi Wendy kapıyı zorluyordu. “Lütfen, içeri girmeme izin ver.”
Nina başını ellerinin arasına aldı. “Şu anda kimseyi görmek istemiyorum.”
“Yanında birinin olması daha iyi.”
“Yalnız kalmak istiyorum.”
“Bak, tüm davetliler gitti. Kilise bomboş. Bir tek ben kaldım.”
“Kimseyle konuşmak istemiyorum. Eve git, olur mu? Lütfen, git.”
Kapının diğer tarafında uzun bir sessizlik oldu. En sonunda Wendy, “Ben gidersem, eve nasıl döneceksin? Birinin seni eve bırakması lazım,” dedi.
“Taksi çağırırım ya da Rahip Sullivan beni eve bırakabilir. Biraz düşünmeye ihtiyacım var.”
“Konuşmak istemediğine emin misin?”
“Eminim. Seni sonra ararım, tamam mı?”
“Eğer, gerçekten böyle olsun istiyorsan.” Wendy bir an sustu. Sonrasında, giderek arttığı meşe kapının ardından bile belli olan bir kinle sözlerine devam etti. “Robert aşağılık bir pislik, biliyorsun değil mi? Bunu sana söylemem gerek. Zaten en başından beri öyle olduğunu düşünüyordum.”
Nina sessiz kalmayı tercih etti. Odadaki makyaj masasının üzerine oturup, başını ellerinin arasına aldı. Ağlamak istese de tek bir damla gözyaşı bile dökemiyordu. Kulaklarına önce Wendy’nin giderek uzaklaşan ayak sesleri geldi, sonra da boş kilisenin mutlak sessizliği. Gözyaşları hâlâ kendilerini ele vermiyordu. Robert’ı da düşünemiyordu. Bunun yerine, zihni büyük bir inatla ertelenmiş bir düğünün ayrıntılarına odaklanmak için çırpınıp duruyordu. Yemekli bir davet ve hiç dokunulmamış onlarca yiyecek… Geri vermek zorunda kalacağı bir dünya hediye… St. John Adası için alınmış iadesiz iki uçak bileti… Belki de her ne olursa olsun, balayına tek başına çıkıp, Doktor Robert Bledsoe’yu unutmalıydı. Şöyle tek başına bir tatil yapmalıydı, sadece kendisi ve bikinisi. .. En azından kalbini paramparça eden bu ilişkiden yanına tek kâr kalan bronz bir ten olabilirdi.
Nina başını yavaşça ellerinin arasından kaldırıp, yeniden aynadaki aksine odaklandı. Artık çok da güzel bir gelin değilim, diye düşündü. Ruju dağılmış, topuzu bozulmuştu. Giderek daha da çok bir enkaza benziyordu.
Ani bir öfkeyle uzanıp, duvağını çekip çıkardı. Saçındaki tel tokalar dört bir tarafa savrulurken, bir yumak inatçı siyah saç özgürlüğüne kavuşarak, omuzlarına döküldü. Duvağın canı cehennemeydi. Kaldırıp çöpe attı. Beyaz lilyumlar ve pembe gonca güllerle hazırlanan gelin çiçeğini de büyük bir Öfkeyle çöp tenekesine fırlattı. Bu biraz iyi gelmişti. Öfkesi damarlarındaki ateşi körükleyen taze bir çıra gibiydi. Bu hisle yerinden fırladı.
Gelinliğinin kuyruğunu peşi sıra sürükleyerek kilisenin giyinme odasından dışarı çıktı ve uzun dar koridora girdi. Oturaklar artık bomboştu. Koridor bembeyaz karanfillerden yapılmış çelenklerle süslenmiş, kilisenin mihrabı aralara serpiştirilen pembe güller ve bahar yıldızı çiçekleriyle bezenmişti. Sahne asla gerçekleşmeyecek bir düğün için özenle hazırlanmıştı. Ne var ki çiçekçinin emek emek yaptığı bunca hazırlık, mihraptan hızla geçip aradaki koridora giren Nina tarafından fark edilmemişti bile. Nina tüm dikkatini çıkış kapısına vermişti. Tek amacı buradan bir an önce çıkıp gitmekti. Rahip Sullivan’ın endişeli seslenişi bile onu durdurmaya yetmemişti. Nina günün tam bir fiyaskoyla sonuçlandığının en büyük ispatı olan çiçekler arasından hızla geçip, çift kanatlı kapıyı hızla iterek açtı.
İşte tam da orada, kilisenin merdivenlerinde bir an durdu. Temmuz güneşi gözlerini almıştı. Üzerindeki gelinliğiyle el ederek taksi çağırmaya çalışan tek başına bir kadın… Kim bilir bu haliyle ne kadar da dikkat çekiyordu. İçi acıyarak bu gerçeği fark etti. İlk kez o an, ikindi güneşinin pırıl pırıl ışıklan altında gözyaşlarının gözlerine hücum ettiğini hissetti.
Ah, hayır Tanrım, hayır. Kendini koyuverip, tam da kilise merdivenlerinde gözyaşlarına boğulmak üzereydi. Üstelik de Forest Bulvan’na giden araçlarla kaynayan işlek bir caddede.
“Nina? Nina, tatlım.”
Nina arkasına döndü. Rahip Sullivan nazik suratındaki endişeli ifadeyle hemen arkasındaki basamakta duruyordu.
“Senin için yapabileceğim bir şey var mı? Her ne olursa?” diye sordu. “İstersen içeri girip, biraz konuşabiliriz.”
Nina kederle başını iki yana salladı. “Buradan gitmek istiyorum. Lütfen, sadece bir an önce gitmek istiyorum.” “Elbette. Elbette.” Rahip nazikçe Nina’nın kolunu tuttu. “Ben seni evine bırakırım”
Rahip Sullivan, Nina’yı yavaşça merdivenlerden indirip, binanın yan tarafındaki kilise çalışanlarının park yerine doğru götürdü. Nina yere sürtünmekten pislik içinde kalan gelinliğinin kuyruğunu toparlayıp, arabaya bindi ve kucağına koyduğu saten kumaş yığınıyla öylece oturdu.
Rahip Sullivan direksiyonun başına geçti. Arabanın içindeki sıcaklık nefes almayı zorlaştırsa da rahip motoru hemen çalıştırmadı. Onun yerine bir süre tuhaf bir sessizlikle oturdular.
“Biliyorum, Tanrı’nın tüm bu olanlar için ne tür mantıklı bir açıklaması olduğuna anlam vermek çok zor,” dedi usulca. “Ama eminim ki, bunun bir sebebi vardır Nina. Şu an için bunu anlayabilmenin zor olduğunu biliyorum. Hatta Tanrı sana sırt çevirmiş gibi bile hissedebilirsin.”
Nina, “Bana sırt çeviren Robert oldu,” dedi. Burnunu çekerek, gelinliğinin kuyruğunda temiz kalan bir yer bulup, yüzünü sildi. “Sırt çevirdi ve cehennem olup gitti.”
“Duygu karmaşası damatların oldukça sık yaşadıkları bir sorun. Eminim ki Doktor Bledsoe bir anda kendisi için çok büyük bir adım attığının farkına vardı ve…”
“Kendisi için büyük bir adım mı? Ne sanıyorsunuz, evlilik benim için parkta her gün yaptığım gezintilerden biri mi?”
“Hayır, hayır, beni yanlış anlıyorsun.”
“Ah, lütfen.” Nina sessiz bir hıçkırığa gömüldü. “Lütfen beni eve bırakın.”
Rahip başını iki yana sallayarak anahtarı kontağa soktu. “Tatlım ben sadece tüm beceriksizliğimle sana bunun dünyanın sonu olmadığını söylemeye çalıştım. Hayat böyle bir şey işte… kader bize hep sürprizler sunar, Nina. Durmadan hiç beklemediğimiz krizlerle burun buruna geliriz. Damdan düşercesine pek çok şey oluverir hayatımızda.”
O an kulakları sağır eden bir patlama tüm kiliseyi adeta yerinden oynattı. Patlamanın etkisiyle kilisenin mozaik pencereleri havaya uçarken, rengârenk cam kırıkları park yerine bir yağmur gibi indi. Parçalanmış ilahi kitapları ve kilise oturaklarının yerlerinden sökülmüş parçalan asfaltın üzerine saçıldı.
Etrafı saran beyaz duman dağılmaya başladığında, Nina gökyüzünden süzülerek inen ve Rahip Sullivan’ın hayretle kocaman açılmış gözlerinin önünde ön cama konan çiçek yapraklarını gördü.
Nina, ‘Tıpkı damdan düşer gibi,” diye mınldandı. “Daha iyi bir açıklaması olamazdı.”
“Siz ikiniz, hiç şüphe yok ki, yılın en büyük beceriksizleriniz.”
Üzgün olduğu her halinden belli olan Norm Liddell’in tam karşısında oturan Portland polis dedektifi Sam Navarro, bu söz üzerine kılını bile kıpırdatmadı. Merkezin konferans salonunda tam beş kişilerdi ve Sam bu kendini beğenmiş bölge savcısına onu herkesin içinde rezil etme zevkini yaşatmayacaktı. Suçlamaları inkâr etme gibi bir çabası da olmayacaktı; çünkü ne de olsa gerçekten çuvallamışlardı. Gillis’le birlikte işi fena halde ellerine yüzlerine bulaştırmalardı ve şimdi artık ortada bir de ölü bir polis vardı. Ölen her ne kadar çömez bir polisse de en nihayetinde polisti, içlerinden biriydi.
Sam’in ortağı Gordon Gillis, “Bizim gözetimimizdeyken,” diyerek lafa başladı. “Marty Pickett’e hiçbir şekilde bölgeye yaklaşma izni verilmedi. Polis kordonunu geçtiğinden bile haberdar değildik… ”
Liddell, “Bombanın patladığı olay yerinden sorumlu olan sizlerdiniz,” dedi. “Bu da sizi bu olayın sorumlusu kılar.”
“Hey, bekle bir dakika,” dedi Gillis. “Suçun bir kısmı da Memur Pickett’a ait olmalı.”
“Pickett sadece işe yeni başlamış bir çaylaktı.” “Prosedürü takip ediyor olmalıydı. Eğer öyle yapmış olsaydı…”
Sam, “Kapa çeneni artık,” dedi.
Gillis gözlerini ortağına çevirdi. “Sam, ben sadece suçun tamamen bizde olmadığını savunmaya çalışıyorum.”
“Bu bizi temize çıkarmaz. Çünkü görünüşe göre bu olay bizim üzerimize kalacak.” Sam sandalyesine yaslanıp, konferans masasının üzerinden gözlerini Liddell’e dikti. Ne istiyorsunuz, Bay Bölge Savcısı? Linç mi edilelim? İstifalarımızı mı verelim?”
Araya giren Amir Abe Coopersmith, “Kimsenin sizden istifa etmenizi istediği falan yok,” dedi. “Ayrıca bu tartışma bizi hiçbir yere götürmez.”
“Bir takım disiplin tedbirleri uygulanacak,” dedi Liddell. “Ne de olsa ortada ölen bir polis var… ”
Coopersmith terslenerek, “Bunu bilmediğimi mi sanıyorsun?” dedi. “Geride kalan dul eşe bunun cevabını verecek olan benim. O kan emici gazetecilerden bahsetmiyorum bile. O yüzden bana artık biz ve bize ayaklarını yapmayı kes, Bay Bölge Savcısı. Ölen bizden biriydi. Bir polisti, avukat değil.”
Sam amirine şaşkınlıkla bakakaldı. Coopersmith’in ondan yana olması pek alışılageldik bir durum değildi. Onun bildiği Abe Coopersmith az konuşan bir adamdı. Ve o az konuşmanın ancak birkaç kelimesi övgü sözcükleri olurdu. Coopersmith’in bu tavrının sebebi Liddell’in tepesinin tasını tamamen attırmış oluşuydu. Polisler ateş altındayken birbirlerini korurlardı.
“Pekâlâ, elimizde ne var, tekrar bir gözden geçirelim,” dedi Coopersmith. “Kasabada bir bombacımız var ve de ilk can kaybımızı yaşamış durumdayız. Elimizde başka ne var?” diyerek gözlerini yeniden yapılandırılan bomba timinin başı olan Sam’e dikti. “Evet, Navarro?”
Sam durumu itiraf ederek, “Çok bir şey yok,” dedi. Önündeki bir dosyayı açıp, içinden bir tomar evrak çıkardı. Fotokopileri masada oturan diğer dört kişiye; Liddell’a, Amir Coopersmith’e, Gillis’e ve Maine Eyalet Suç Laboratuva…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAşk Ölümden Uyanıştır
- Sayfa Sayısı336
- YazarTess Gerritsen
- ÇevirmenBahar Yaldız Çelik
- ISBN9786053481485
- Boyutlar, Kapak140 x 210 cm, Karton Kapak
- YayıneviMartı Yayınevi / 2013
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Cesedin Şifresi ~ Melvin R. Starr
Cesedin Şifresi
Melvin R. Starr
1365 Nisanının dokuzuncu gününde, tan vaktinde uyandım. Günler Malmsey’nin1 aksine yıllandıkça güzelleşmiyordu. Tan vaktinde uyandığım birçok gün olmuştu ancak üç hafta sonra bile içinde bulunduğum şartları hatırlayabileceğim bir sabah yaşamamıştım.
- Ateşi Yakalamak ~ Suzanne Collins
Ateşi Yakalamak
Suzanne Collins
CAPITOL MUTSUZ, HUZURSUZLUK ARTIYOR, ATEŞLE DANS EDEN KIZ BİR KIVILCIM YAKTI, YERİN ALTINDAN YÜKSELEN İSYAN ŞİMDİ PATLAMA NOKTASINDA! KIVILCIMLAR PARLIYOR, ALEVLER YAYILIYOR VE CAPITOL...
- Avignon Beşlisi 1: Monsieur ya da Karanlıklar Prensi ~ Lawrence Durrell
Avignon Beşlisi 1: Monsieur ya da Karanlıklar Prensi
Lawrence Durrell
Büyük yenilgiler öylesine derine işler ki, yüzeyde gülümseyişin ötesinde hiçbir şey görünmez. Ve büyük, özel deneyimler yalnızca bir kez yaşanır, ne yazık! Avignon: Kralların...