2002 SAİT FAİK HİKÂYE ARMAĞANI
*
Yeni baskısını sunduğumuz Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri, öyküleriyle, romanlarıyla tanıdığımız Yekta Kopan’ın ikinci kitabı. 2002 yılında ülkemizin en önemli edebiyat ödüllerinden birini: Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazanan bu kitap, abartısız, akıcı dili, yaşamın içinden seçilmiş konularıyla dikkat çekiyor. Kopan, hüzün ve duygusallıkla mizah ve ironiyi dengede tutmayı başaran kurgularıyla edebiyatımızda kendine özgü bir yer edindi. Olayın ön planda tutulduğu bu öyküler, titizlikle işlenmiş, fazlalıklardan arındırılmış karakterlerle zenginleştirilmiş. Bu kitapta içe dokunan öyküler var. Yalnızlık, iletişimsizlik, güzel günlere özlem.. Kopan, baba-oğul ilişkisinden aile sorunlarına, aşktan arkadaşlığa hepimizin içinde yüzdüğü insanlık denizine yelken açıyor.
***
Hiçbir gösterişi olmayan, ucuz tükenmezkalemi elimde çevirip duruyorum. Aslında yazacağım kalemin bir albenisinin olmasını isterim. Yanımdan genelde ayırmadığım dolmakalemime bağlılığım bu yüzdendir. Tasarımındaki incelik, ele oturuşuyla verdiği özgüven, haznesinden yavaşça akan mürekkebin kâğıda büyüleyici bir şekilde yayılması… Ama şu anda elimde, az önce havaalanının girişindeki ıvır zıvır satan dükkândan aldığım sıradan bir tükenmezkalem var. Kafamı bir türlü toparlayamamamın, önümdeki kartpostalın arkasını dolduracak satırları bulamamamın nedeni bu tükenmezkalem mi?.. Neler saçmalıyorum? Sonuçta ben sıradan bir muhasebeciyim. Arkadaşını yolcu etmek için sabahın dördünde havaalanına gelip, hiç beklemediği bir anda eski sevgilisiyle karşılaşan sıradan bir muhasebeci.
Dış hatlar yolcu bekleme salonunun girişindeki kafede oturuyorum. Daha önce hiç bu saatte içki içmemiştim. Salondaki floresan ışıklarının çiğliği gözümü alıyor. Köşedeki masada oturan kadın, uykulu gözlerle ayakta duran delikanlı, banklarda uçaklarının kalkış saatlerini bekleyen insanlar bu koskoca mekânda kendimi daha da yalnız hissetmeme neden oluyorlar. Aslında Levent’i yolcu ettikten hemen sonra eve dönmeyi ve işe gitmeden birkaç saat olsun uyumayı düşünüyordum. Ne garip, şu anda hiç uykum yok. Tükenmezkalem ve kartpostallarla birlikte aldığım sigaradan bir tane yakıyorum. Midemin yanmasına neden olacak kadar büyük bir yudum alıyorum viskiden. Neden viski söyledim? Yıllar önce bıraktığım halde neden sigara içiyorum? Her zamanki gibi kendimi hüzünlü bir tablonun merkezindeki figür olarak görmekten aldığım garip zevk mi beni bu saatte burada tutan? Yoksa Figen’in sözleri mi?
– Hâlâ yazıyor musun?
– Yazmak denirse… Bildiğin şeyler…
– Bildiğim şeyler fazlasıyla ilginçti. Sakın yazmayı bırakma ha!.. Aaa, hatta yazdıklarını bana da yollasana. İyi de, sen zorlanmazsan yazmazsın. En iyisi şöyle yapalım. Örneğin… Örneğin her ayın beşinde bana yeni bir şey yolla…
Figen’le iki yıl önce tanıştık. Aralık ayının ilk günleriydi. Yani tam yıl sonu hesaplarının yapılmaya başlandığı günler. Ayrıca çalıştığım reklam ajansı o kargaşanın içinde, piyasanın önde gelen şirketlerinden birinin temsilciliğini aldığı için, yeni kayıtlarla uğraşmak zorundaydım. Üstelik şiddetli bir gribe yakalanmıştım. Sürekli ilaç kullanmaktan şişmiş bir surat, dudaklarımda bir türlü geçmeyen uçuklar ve paket paket kâğıt mendille dolaşıyordum. Bir gün, dolu sinüslerimin ağırlığından ve işlerden başımı kaldıramadığım bir anda yumuşacık bir sesin, “Merhaba, dün metin yazarı olarak işe alındım, bordro için gerekli bilgileri size vermem gerekiyormuş,” demesiyle hayatımın böylesine değişeceğini nereden bilebilirdim? Zorlukla sesin geldiği yöne doğru baktığımda dünyanın en güzel gözlerini görmüştüm. Simsiyah gözler, yataktan kalktığı gibi evden çıktığı izlenimini uyandıran kısa siyah saçlar, ayakkabılarının görünmesine engel olacak uzunlukta siyah dar bir etek, üstten iki düğmesi açık beyaz bir gömlek, takı olarak sadece saat. Bir şeyler söylüyordu ama ben konuşurken durmadan aşağı yukarı oynayan alt çenesini ve dudaklarını seyretmekten ne dediğini anlamıyordum (Belki de ilişkimiz süresince ne dediğini anlamadım). Gerekli belgelerin neler olduğunu öğrendikten sonra beni sayılarımla, kâğıtlarımla, bilgisayarımla ve yalnızlığımla baş başa bırakıp gitmişti. Öğle tatilinden sonra istediğim belgeleri masamın üstüne bırakmış olduğunu gördüğümde heyecanlanmış, nedense bana kendisini anlatmak için acele ettiğini düşünmüştüm (Hep kurguladığım şeylerin olmasına inanmak istedim sanırım). Şirketteki herkesin doğum tarihini, doğum yerini, ana-baba adlarını, mezun olduğu okulu, iş geçmişini biliyordum ama Figen’inkilere sahip olmak apayrı bir haz vermişti. O benim sadece adımı biliyordu ama ben, hem de daha ilk günden onunla ilgili her şeyi öğrenmeye başlamıştım (Ne kadar az şey bildiğimi, ancak şu anda itiraf edebiliyorum kendime).
Viskiden bir yudum daha alıyorum. Boğazımdan sımsıcak bir şey akıyor mideme doğru. Önümdeki kartpostalın arka yüzüne boş boş bakıyorum. Beyaz zemini ikiye bölen dikey bir çizgi, sağ tarafta pulun yapıştırılacağı yeri gösteren küçük bir dikdörtgen, adresin yazılacağı dört satırı belirleyen yatay çizgiler. Sol tarafın en üstünde küçük harflerle kartın ön yüzündeki fotoğrafların künyesi var: “Blue Mosque, Galata Tower and a panoramic view of Bosphorus -Photographed by: Nuri Goklü”. O küçücük alana ne yazacağımı, bir şeyler yazabilmek için niçin böylesine aceleci davrandığımı bilemiyorum. Bir an yaptığım şeyin ne kadar aptalca olduğunu düşünüyorum. Bir yılı aşkın bir zamandan sonra Figen’le karşılaşıyorum, bana hâlâ yazıp yazmadığımı soruyor, düzenli olarak yazmam için bir anlamda ödev verdikten sonra arkasını dönüp gidiyor, ben de sınıf geçme derdinde bir öğrenci aceleciliğiyle dört tane kartpostal ve bir kalem alıp ders çalışmaya başlıyorum. Ne kadar çalışırsam çalışayım bütünlemeye kalacağımın farkındayım, yazıyla ilişkim iyi bir okur olmanın ötesinde değil ki. Okuduklarından etkilenip bir-iki satır karalayanlardan hiçbir farkım yok. İlişkimiz süresince sadece onun gözüne girebilmek için alıyordum kalemi elime. Sıradan bir muhasebeci bu kartpostalların arkasını nasıl doldurabilir? Sıradan bir âşık, bitmiş ilişkisinin ardından nasıl bir metin yazabilir? Bu ilişkinin başlamasına neden olan satırlarımı düşününce burnum sızlıyor.
Her gün Figen’i görebilmek için masamdan kalkıp ofisin içinde dolaşıyordum. O güzel siyah gözlerin görüş alanına girdiğimde elim ayağıma dolanıyor, tanışmaya bir türlü cesaret edemiyordum. Neyse ki herkes yeni müşterimizin ilk işi olan “Hazır Çorba Kampanyası” ile ilgilendiğinden, benim bu sarsak gezintilerim kimsenin dikkatini çekmiyordu. Arada bir Figen’le göz göze geliyor, birbirimize gülümseyip selamlaşıyorduk, hepsi o kadar. İşte Figen’in dikkatini çekmek için bir şeyler yazmaya da, yeni yıla yaklaştığımız o günlerden birinin gecesinde karar verdim. O gece de çoğu gece yaptığım gibi hafif bir şeyler yedikten sonra salondaki koltuğa gömülüp kulemin en üstündeki kitabı okumaya başlamıştım. Sehpanın üstündeki kitap yığınlarına “şatonun kuleleri” demeye bayılırım. Bir kule okunmakta olanlar (üç- dört kitabı aynı anda okurum), bir kule sırasını bekleyenler (her hafta iki-üç kitap alırım), bir kule de her zaman elimin altında olmasından hoşlandıklarım (tabii ki bu en uzun kuledir). Ve ben her bir kuleyi avcunun içi gibi bilen, kralın en güvendiği, prensesin de gizliden gizliye hayran olduğu şövalye. Büyüleyici bir şiir kitabı okuyordum, gribi atlatmıştım, radyoda nefis bir müzik çalıyordu ve gökyüzünde insanın aklına çılgın fikirler getiren bir dolunay vardı. Figen’i etkilemek için, akla hayale gelmeyecek bir “hazır çorba reklam metni” yazmaya işte o anda karar verdim. Hüzünlü bir gecede, gelip gelmeyeceği belli olmadığı halde umutla sevgilisini bekleyen ve ona çorba hazırlayan bir adamın iç seslerini anlattığım o metin hâlâ ezberimdedir: “Dışarıda fırtına var. Ama, ‘Hadi bisiklet yarışı yapalım mı?’ diye soran çocuklara, hem de mahallenin en güzel kızının önünde, ‘Ben bisiklete binmeyi bilmem ki!’ diyecek kadar cesur bir fırtına. Arada bir pencereden sokağa bakıyorum. Köpekler aralarında çete kurmuşlar. Ufak tefek, beyaz olan köpek liderleri galiba. Korunmaya, birbirlerini korumaya, sevgiye ve tümüyle kemirilmeden çöpe atılmış kemiklere ihtiyaçları var. Sokağa bakıp bunları düşünüyorum… Anladın değil mi? Yalan söylediğimi yine anladın. Evet, yalan söylüyorum. Pencereden her bakışımda ne köpekleri seyrediyorum, ne de en karşı konulmaz yalnızlıkları aydınlatan sokak lambalarını. Belki senin adımlarınla sakinleşir de, timpani seslerini unutmuş bir piyano solosuna dönüşür diye yolu seyrediyorum. Yolunu bekliyorum. Ocakta kim bilir kaçıncı defa ısıttığım çorba var. Kim bilir kaçıncı ısınması ama hâlâ aynı tazelikte, aynı lezzette. Senden öğrendim çünkü bu çorbayı. Hatırlıyor musun ilk yaptığında, ‘Tıpkı annemin çorbası gibi. Bayılırım zaten evde yapılmış çorbaya!’ demiştim de, gözlerime muzip muzip bakıp, ‘Ama bu hazır çorba!’ demiştin. ‘O zaman bu çorbayı güzelleştiren senin dokunuşundur,’ dediğimde ise, ‘Hayır onun güzelliği doğala özdeş aromasında. Hem yağı, tuzu da kendinden. Eee, ne de olsa yılların markası!’ demiştin. İşte hazır çorban, çorbamız. / Bir an önce gel de üşümesin doğala özdeş aşkımız.”
Ertesi gün herkesten önce işte olabilmek için sabah erkenden yola koyulmuştum. İnsanlar gelmeye başladığında, mavi bir zarf çoktan Figen’in masasının üstündeki yerini almıştı. Tepkisini öğrenmek için ne yapmam gerektiğini bilmiyordum ama birtakım oyunlara gerek kalmadan, fısıltı gazetesinden, ajanstakilerin “mavi zarfın esrarı”nı konuştuğunu öğrendim. İçeriğinden herkesin, hatta patronun bile haberi vardı ve asla böyle bir reklam çekilemeyeceğini ama yine de bunun mükemmel bir buluş olduğunu söylüyorlardı. Yazdıklarımın mükemmel bulunup bulunmaması umurumda bile değildi, ben istediğimi elde etmiştim: Figen bu metni kimin yazdığını merak ediyordu.
Saat beş oldu. Seferleri ve uçuş numaralarını gösteren panoya takılıyor gözüm. Salonda koşuşturan, tekerlekli valizlerini sürükleyen, bilet kontrol sırasında görevlilerle tartışan insanlar, bu panodaki kırmızı yazıların çizdiği rotalara bırakacaklar az sonra kendilerini. Uzaklara gidecekler, başka coğrafyalardan buraya gelenlerle yer değiştirecekler. Hayatın pusulasında yönlerini bulmaya çalışacaklar. Birlikte uyuduğumuz gecelerin sabahlarında uzun uzun Figen’in yüzüne bakardım. Yanaklarım şiş mi, gözümde çapaklar var mı, saçım darmadağın olmuş mu demeden sevgilinin yüzündeki gülümsemeyi yakalamak, insanın artık rotasını bulduğunun kanıtı değil midir?.. İşte, yine aynı şeyi yapmaya başladım. Dünyaya, çoğu kez aptal durumuna düşmeme neden olan, romantik çerçeveden bakıyorum. Aslında ayrıldığımız gün bu romantik körlükten kurtulup, dünyayı olduğu gibi görmeye karar vermiştim. Ama şu anda önümdeki kartpostalın, pul yapıştırma bölümüne attığım tarihten başka bir şey göremiyorum.
Reklam metinleri yazma oyunuma bir süre daha devam ettim. Ajanstakiler bu gizemli metinleri yazan kişiye Köstebek adını takmışlardı. Hazır çorba reklamını, mutfak tezgâhının üstünde ruj izli bir şampanya kadehi yakalayarak aldatıldığını anlayan kadının hüzünlü öyküsünü anlattığım bulaşık deterjanı metni izledi. Sonra bir şampuan reklamı… Sonunda bir gün iş yoğunluğu içinde kontrolümü kaybedip, Figen’in oyununa yenik düştüm. Kredi kartı başvurusu için muhasebenin onayının gerektiğini söylediğinde ben de hemen bir belge hazırlayıp verdim. El yazım, Köstebek’in kimliğini açığa çıkarmıştı.
Eve gitmem gerektiğini biliyorum ama Figen’i gördüğüm andan bu yana bedenim uyuşmuş durumda. Kalbimin düzenli atmadığını hissedebiliyorum. Onu artık tümüyle unuttuğumu, onun izini taşıyan her şeye yeniden dokunabileceğimi sanıyordum, yanılmışım. Tam da ayrılığımızın ardından bana cehennem azabı yaşatan nesneler, yerler, görüntüler, sesler başka anlamlar kazanmaya başlamıştı. Ama onu tekrar görmek (hem de sadece birkaç dakikalığına) bütün bunların yerle bir olmasına neden olmuş, beni sabahın bu erken saatlerinde bu masaya çivilemişti. Yazmamı istiyordu ve ben yaptığımın saçmalığını bildiğim halde, açma-kapama düğmesine basılmış bir oyuncak bebek gibi yazılarımla ona yeniden ulaşmaya çalışıyordum. Aşkın aptallaştıran müziği “yazarsan seni yeniden sevecek, sevmese bile onu satırlarınla incitebilirsin” şarkısını söylerken, havaalanında koşuşturan insanların sesleri beni gerçek dünyaya ve kabullenmek zorunda olduğum yalnızlığıma davet ediyordu.
Yemeğe çıkma teklifi ondan geldi. Yemek sırasında yazılarımdan etkilendiğini, aslında aylardır beni gözlediğini, bu çağda birine yanaşmak için benim gibi romantik yollar deneyen birini bulmanın ne kadar mutluluk verici olduğunu o söyledi. Nereye koyacağımı bilemediğimden, bir kucağıma bir masanın yanlarına saklamaya çalıştığım ellerimi ilk olarak o tuttu. Kısacık bir cümlenin içine defalarca “sevgi” kelimesini yerleştirmeyi o başardı. Daha ilk gecemizde dudağımın kenarından öpülmekten nasıl da hoşlandığımı o keşfetti. Sevişmenin en güzelini yaşadığımız gecenin sabahında, o bana “Canım!” dedi. Bu kadar onun tuğlalarıyla örülmüş bir binanın, yine onun elleriyle yıkılmasına neden şaşıyorum ki şu anda?
Köşedeki masada oturan kadının yanına gidip, “İyi akşamlar hanımefendi, az önce eski sevgilimi gördüm… Özür dilerim, eski dememeliyim… Az önce
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Hikaye Öykü
- Kitap AdıAşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri
- Sayfa Sayısı152
- YazarYekta Kopan
- ISBN9789750701191
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2011
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sürgün ve Krallık ~ Albert Camus
Sürgün ve Krallık
Albert Camus
Jean-Paul Sartre, Albert Camus’nün ölümünden sonra şunları yazmıştı: “Uzun süre düşünmeden seçimini yapmayan, bir kez seçince de buna bağlı kalan ender insanlardandı… Camus’nün insancılığında,...
- Yaz Ortasında Ölüm ~ Yukio Mişima
Yaz Ortasında Ölüm
Yukio Mişima
Çocukluğun sımsıkı mühürlenmiş bir sandığı vardır. Genç insan bir gayret o sandığı açmaya çalışır. Kapağı açtığında içinin boş olduğunu görür. Bunun üzerine anlar ki,...
- Benyusuf ~ Sezgin Kaymaz
Benyusuf
Sezgin Kaymaz
“İlk başta dilenci midir nedir diyorduk. Adammış, nerden bilelim? Neredeyse sürüne sürüne yürürdü, acı çektiğini düşünürdük ya inadına güleç, ille de güleçti. Bizim gibi...