Aşk Işığı Çiftliği, Aşk Işığı romantik komedi serisinin ilk kitabı.
Ölü Noel ağaçlarıyla dolu bir çayır, rakun ailesinin Noel Baba çiftliğine düşmanca saldırı planları, gizemli bir şekilde ortadan kaybolan sevkiyatlar… Açıkça söylemek gerekirse, “Aşk Işığı Çiftliği” sahibi Stella Bloom’un hayallerindeki büyülü kış tam olarak bu değil.
Stella, uzun yıllardır sevdiği Noel Ağacı çiftliğini kurtarmak için ünlü influencer Evelyn St. James’in Instagram’da düzenlediği bir yarışmaya katılıp 100.000 dolarlık para ödülüyle çiftliği maddi sıkıntılardan kurtarabilir. Başvurusunda kendini ve erkek arkadaşını çiftlik sahibi, çiftliği ise çiftler için “romantik kaçamak” noktası olarak tanıtması dışında bir sorun yok. Eh, belki bir sorun olabilir; aslında erkek arkadaşının olmaması gibi.
Yine de bir Noel mucizesi mümkün: O Noel mucizesi sadece sıcak çikolata içmek için uğramış bir en yakın arkadaş olsa da! Stella bir anda kendini sahte bir ilişkinin içinde bulabilir ama bu, şimdiye kadar aldığı en iyi Noel hediyesi.
“Borison’ın kelimelerinin özel bir büyüsü var.” —Elena Armas, İspanyol Aşk Aldatmacası ve Amerikan Ev Arkadaşı romanlarının New York Times Çoksatan Yazarı
“B.K. Borison, romantizmin heyecan verici yeni sesi.” —Hannah Grace
“O şenlikli küçük kasaba atmosferi, bu kitabın her sayfasında sevgiyle aşılanmış.” —Tessa Bailey
“B.K. Borison, sıcacık, samimi romantizmin ustası.” —Beth Reekles, Netflix’in sevilen dizisi The Kissing Booth’un yazarı
“Bu kitap, okumayı asla bırakmak istemeyeceğiniz türde, sıcacık ve büyüleyici.” —Book Riot
“Büyüleyici ve nefes kesici: Noel dönemini seven herkesin mutlaka okuması gereken bir kitap.” —Refinery29
En sevdiğim aşk hikâyem E’ye.
Ve en güzel mutlu son olan Ro için.
“Noel Arifesi beni aşk ışıklarının
pırıldadığı yerde bulacak.
Sadece rüyalarımda olsa bile,
Noel’de evimde olacağım.”
1
“LUKA, DINLE,” sandalyemde geriye yaslanıp arkamdaki dosya dolabında istiflenmiş kâğıtları karıştırırken, parmaklarım tam köşelerine değip hepsinin yere saçılmasına sebep olunca, dişlerimi sıkarak küfrettim. “Dinle, artık pizza hakkında konuşma lütfen.” Hattın öteki ucunda bir duraksama oldu. “En güzel kısma yaklaşmıştım.” Uzun uzadıya ev yapımı peynirden bahsedeceği kısma yaklaştığını kastediyordu ve şu anda mozzarelladan o kadar detaylı bahsetmesini kaldırabileceğimi sanmıyordum. Veri analisti olarak, Luka her konuda inanılmaz derecede detaycıdır. Özelikle de peynir konusunda. Kaşlarımın arasında sızlayan bölgeyi ovuşturdum. “O kısma yaklaştığının farkındayım, üzgünüm ama seninle konuşmam gereken başka bir şey var.” “Her şey yolunda mı?”
Arkadan bir korna sesi geldi, Luka boğuk bir sesle küfretti ve başka bir şeride geçerken verdiği sinyalin istikrarlı tıkırtısı duyuldu. “Her şey…yolunda.” Yere saçılan bütçe çizelgelerine bakıp suratımı ekşittim. “Güzel. Demek istediğim iyi. Sadece–” Bu sohbete başlarken hissettiğim geçici özgüven beni terk etti ve sandalyeme yığıldım. Bu hafta Luka’yı her aradığımda ya da o beni aradığında, cesaretimi yitirmiştim. Bu kez de farklı olacağını sanmıyordum.
“Aslında kapatmalıyım. Satıcılarımdan biri arıyor.” Bilgisayarımın ekranındaki yansımama kaşlarımı çattım. Gözlerimin altında torbalar oluşmuştu, altdudağım gergin bir şekilde çiğnenmekten kıpkırmızıydı ve topuz yaptığım karmakarışık koyu renk saçım Viktorya döneminden kalma lanetli bir oyuncak bebeğe daha çok yakışırdı. Bütçe çizelgelerimiz kadar kötü görünüyordum. “Satıcılarından biri seni aramıyor ama şimdilik inanmış gibi yapacağım.” Luka’nın sesi neşeli geliyordu. “İşin bitince beni ara, olur mu? Hafta boyunca neden deli danalar gibi koşturduğun hakkında konuşabiliriz.” Yansımam iyice kaşlarını çattı. “Olabilir.” Luka güldü. “Sonra görüşürüz.” Telefonu kapattım ve onu odanın öteki tarafına fırlatmamak için kendimi zor tuttum. Luka beni ifşa etmekten zevk alıyordu ve şu anda bunu istemiyordum. Dürüst olmak gerekirse, bunu hiçbir zaman istemiyordum, tüm noktaları birleştirdiğinde bulacağı şeyden korkuyordum.
Telefonum gelen bir mesajla avucumda titreyince, onu ters çevirip faturaların üzerine koydum. Tekrar titredi ve bu kez burnumun direğini sıktım. Finansal durumumuz bu hâldeyken, seçeneklerim hızla tükeniyordu. Sanmıştım ki – sanırım bir Noel ağacı çiftliğine sahip olmanın romantik olacağını düşünmüştüm. Noel döneminin sihirle dolu olacağına dair büyük hayallerim vardı. Ağaçların arasında dolaşan çocuklar. Sıcak çikolata bardaklarının üzerinde öpüşen anne babalar. Noel şarkılarına konu olan şeyler. Ökseotunun altında yakalanan genç çiftler. Sarkıt lambalar ve kocaman çoraplar. Kırmızı ve beyaza boyalı ahşap tırabzanlar. Zencefilli kurabiyeler. Naneli şekerler.
İlk başta harikaydı. Açılış sezonumuz olabildiğince sihirliydi.
Ama o zamandan beri her şey üst üste gelmişti. Her ay işine geldiği gibi teslimatımı unutan bir gübre tedarikçisiyle burnuma kadar borca batmıştım. Tim Burton filminden fırlamış gibi görünen bir çayır dolusu ağacım vardı ve Noel Baba çiftliğimi düşmanca ele geçirme planları yapan rakun ailesi de cabasıydı. Kısacası, hiç de kışa özgü sihirli bir masal alemi değildi.
Tepesinde güzel kırmızı bir kurdele olan kimsenin kaçamadığı buz gibi bir cehennemdi. İhanete uğramış gibi hissediyordum. Sadece izlediğim tüm Hallmark filmleri tarafından değil, aynı zamanda bu arazinin eski sahibi tarafından da. Hank aylar önce faturaları ödemeyi bıraktığını söylememişti ve arazinin yeni sahibi olarak borcu bana kalmıştı. O zaman çok ucuza kapattığımı sanmıştım. Arazinin fiyatı uygundu, genişletme ve pazarlamaya dair heyecan verici fikirlerim vardı. Biraz sevgi gösterildiğinde, bu küçük çiftlik büyük bir etki yaratabilirdi. Ama şimdi kendimi aptal gibi hissediyordum. Özel bir şey yaratma isteğiyle hareket ederken birkaç uyarı işaretini görmezden geldiğimi düşünüyordum. Douglas köknarı beni kör etmişti.
Ama bir çözümüm vardı. Gelen kutumun tepesinde duran e-postanın keşfetmek istediğim bir şey olduğundan emin değildim sadece. Dürüst olmak gerekirse, bu noktada kendi organlarımı hasat etmek kulağa daha az ürkütücü geliyordu. “Estelle.” Beckett yolunu açarak ofisime girince irkildim ve kolum kahvemi, yarı ölü eğrelti otu ve çam kokulu oto spreyi yığınını devirdi.
Hepsi yerdeki mahvolmuş dosyalama sistemimin üzerine serildi. Karışıklığın tepesinden baş çiftçime kaşlarımı çatarak baktım. “Beckett,” diye içimi çektim, gözlerimin arkasını zorlayan baş ağrısı iyice yayılıp kafatasımın dibine kıvrıldı. Adam odaya normal, ölçülü bir şekilde girmekten fiziksel olarak yoksundu.
Dizlerinin kurumuş çamur içinde olduğunu görünce, kaşlarımı iyice çattım. Güneydeki çayırda olmalıydı. “Yine ne var?” Bitki, karton ve kahve yığınının üzerinden atlayıp iri cüssesini masamın karşısındaki sandalyeye sığdırdı – yol kenarında bulduğum berbat, aşırı küçük deri bir şeydi. Onu koyu yeşil bir kadifeyle kaplatmak istemiştim ama sonra rakunlar ortaya çıkmıştı. Ve sonra yoldaki çitler tesadüfen iki kez çökmüştü. O yüzden bulduğum hâliyle karşımda duruyordu.
Çatlamış berbat kahverengi derinin içinden fırlayan dolgu malzemesinin ufak parçaları yere saçılıyordu. Âdeta bir metafor gibiydi. Beckett halıyı süsleyen solgun ağaçlara baktı. Tek kaşını aniden kaldırdı. “Ofisinde neden 75 tane araba parfümü olduğunu açıklamak ister misin?” Özür dilemeyi unutup kişisel bir konuya dalma işini Beckett’a bırakın. Telefonum tekrar vızıldadı. Arka arkaya üç kısa ve keskin ses duyuldu.
Mesaj ya pizza hamuru yoğunluğu tezini açıklayan Luka’dan ya da geciken ödemesini isteyen bir başka satıcıdandı. Beckett kaşlarını iyice kaldırdı. “Ya da iki numaralı seçenek. Luka’yı neden görmezden geldiğini açıklamak ister misin?” Beckett’in zeki olmasından nefret ediyordum. Neredeyse her defasında sonu benim için kötü oluyordu. Çoğunlukla aptal çiftçi rolünü oynasa da, cin gibiydi. Eğilip araba parfümlerinden birini aldım ve onu masamın alt çekmecesine, diğerlerinin arasına attım. Birbirine girmiş ipler, bayat çamlar ve karşılıksız hisler barındıran kocaman bir karışıklıktı. Yirmi bir yaşında ve aptal olduğumuz günlerde başlayan bir gelenekti, Luka’nın her ev ziyareti için bir çam ağacı toplamıştım.
Onları genellikle o gittikten bir iki hafta sonra bir köşede buluyordum. Kar küremin yanında ya da klavyemin altında. Kahve filtremin içine sıkışmış hâlde. “Onu görmezden gelmiyorum ve açıklamak istemiyorum,” diye mırıldandım. Her iki seçenek de kesinlikle söz konusu olamazdı. “Bu sabah orada ne bulduğunu açıklamak ister misin?”
Beckett şapkasını çıkarıp parmaklarını koyu sarı saçının arasında gezdirirken oraya bir iki parça toprak bulaştırdı. Güneşten ve günlerini tarlalarda geçirmekten teni bronzlaşmıştı, dirseklerine kadar sıyırdığı fanilası ön kollarındaki rengârenk dövmeleri gözler önüne seriyordu. Kasabadaki tüm kadınlar ona deli oluyorlardı, muhtemelen bu yüzden kasabaya pek uğramıyordu. Kârımızı artırmak için ona Ateşli Çiftçi takvimi hazırlamayı önerdiğimde bana kaşlarını çatarak bakmasının sebebi de bu olabilirdi.
Bunu piyasaya çıkarmama izin verseydi, yemin ederim şu anda hiçbir maddi endişem kalmazdı. “Anlamıyorum,” diye homurdandı başparmağıyla çenesini ovuşturarak. Cindy Croswell burada olsaydı, düşüp bayılırdı. Eczanede çalışıyordu ve bazen Beck içeri girdiğinde sırf dibine kadar girip kulağına bağırması için onu duymamış gibi yapıyordu.
Hatta o tuhaf kadının sırf Beckett’ın onu yerden kaldırması için bir rafa çarpıp düştüğünü bile görmüştüm. Umutsuz vakaydı. “Bu ağaçlar muhtemelen gördüğüm en az bakım gerektiren bitkiler.” Orada bir yerde bir espri vardı ama açıkçası hiç hâlim yoktu. Onun gibi kaşlarımı çatana kadar dudaklarımı büktüm. İki üzgün palyaço gibiydik. “Güney çayırındaki ağaçların neden öyle göründüklerine dair hiçbir fikrim yok, şey gibi—” Tepelerin dibinde yetişen ağaçların nasıl kıvrılıp büküldüklerini, kabuklarının kırılgan dokusunu düşündüm.
Dayanıksız, üzgün çamlardı. “Charlie Brown’ın Noel ağacının daha kasvetli bir versiyonu gibi mi?” “Evet, aynen öyle.” İlginç bir şekilde, yalnız görünen Noel ağaçları için bir pazar vardı. Ama bunlar o kategoriye girmiyorlardı. Bunlar kurtarılamaz ağaçlardı. Geçen gün çayıra gittiğimde, yemin ederim bir tanesi sırf ona baktığım için ufalandı. İronik olsun ya da olmasın, o ağaçlardan birinin kimsenin evinde durduğunu hayal edemiyordum.
O parselde düzinelerce ağaç vardı. “Onlar olmadan idare edebilir miyiz?” Beckett endişeli görünüyordu ve bunun için her türlü sebebi vardı. Bu maddi olarak karşılayamayacağımız bir başka darbeydi. Çiftlik operasyonlarının baş sorumlusu olarak ona gerçeği borçlu olduğumu biliyordum. Ucu ucuna dayandığımızı bilmeliydi. Ama kendimi bu sözleri söylemeye ikna edemedim. Gözünü karartıp burada benimle çalışmak için tarım ürünleri çiftliğindeki işini bırakmıştı. Bu işin başarılı olmasına bel bağladığını biliyordum. Ona verdiğim tüm sözlerin gerçekleşmesini umuyordu.
Birikimlerim sayesinde şimdilik idare edebilmiştik. Aşırı tutumlu davranıp birçok gece hazır noodle yemiştim ama burada çalışan hiç kimsenin maaşı kesintiye uğramamıştı. Bunu feda etmeye razı değildim. Ama bu sonsuza kadar sürmeyecekti. Yakında bir şeyler değişmek zorundaydı. Tekrar bilgisayarımın ekranına, gelen kutumun en tepesindeki e-postaya baktım. “Pekâlâ.” Altdudağımı ısırdım. Kaybedecek bir şey yoktu. Beckett çiftlikte önümüzdeki sezonu tek parça hâlinde çıkarmamızı istiyorsa, yapabileceği bir şey vardı. Derin bir nefes alıp Luka’yla yaptığım telefon görüşmesinde beni terk etmeyen cesaretimin son kırıntılarını topladım. “Erkek arkadaşım olmak ister misin?” Bu kadar ciddi olmasaydım, yüzündeki ifadeye kahkaha atarak karşılık verebilirdim. Ona meyve bahçesine gidip bir ceset gömmeyi teklif etmişim gibi bakıyordu. “Bu bir–” Beckett sandalyesinde kıpırdandıkça, bacaklarının altındaki deri kaplama gıcırdadı. “Stella, ben– seni o şekilde görmüyorum– sen benim için bir kardeş–” En son ne zaman bu adamın kekelediğini görmüştüm? Gerçekten hatırlayamıyordum. Belki Beckett’in orta okuldaki Ağaç Dikme gününde Betsey Johnson, bir grup öğrencinin önünde ona çaktırmadan dokunmaya çalıştığında kekelemiş olabilirdi. “Sakin ol,” Botumun burnunu bir araba kokusunun daha üzerine basıp onu kendime doğru çektim. “Gerçek bir erkek arkadaş olarak kastetmedim.”
Beckett’in vücudunun sandalyede dimdik olduğunu görmemek için karton parçasını kendime doğru çekmeye uğraşıyordum. Tek görebildiğim hızla salladığı bacağıydı. Alaycı bir şekilde güldüm. Başımı kaldırıp baktığımda, Beckett’ın gözleri kocamandı ve kafasına silah dayamışım gibi görünüyordu. Kasabaya her adım attığında takındığı endişe ve utanç karışımı ifadeydi. “Stella,” Beckett güçlükle yutkundu. “Bu– bana uygunsuz bir teklifte mi bulunuyorsun?” “Ne? Aman Tanrım, Beck–” Tüm vücudumun ürpermesine engel olamadım. Beckett’ı severdim ama– tanrı aşkına. “Hayır! Vay canına, benim bunu yapabilecek biri olduğumu mu düşünüyorsun?” “Ne mi düşünüyorum?! Sence ne düşünüyor olabilirim?” Sesi daha önce hiç duymadığım tiz bir perdeye ulaştı. Ne yapacağını bilmiyormuş gibi ellerini çılgınca salladı. “Bu biraz şaşırtıcı bir soru Stella!” “Sahte bir erkek arkadaş olmanı kastettim!” diye bağırdım, son derece açık olduğunu düşünerek. İnsanların platonik arkadaşlarından talep ettikleri normal bir şeymiş gibi. Aşırı aktif hayal gücüm ve yarım şişe beyaz şarap beni bu karışıklığa sokmamış gibi. E-postayı tıklayıp ekranımda patlayan konfeti animasyonunu görmezden gelerek ona kederle baktım. Onu arka arkaya üç kez izleyip Beckett’ın bakışları o anda başımın yan tarafına bir delik açmıyormuş gibi yapmaya çalıştım. “Bir şey yaptım,” dedim ve daha fazla açıklamadım. “Bir şey,” diye tekrarladı Beckett. Mırıldanarak karşılık verdim. “O şeyin ne olduğunu paylaşmak ister misin?” Hayır. “Ben…” İrade gücüyle çağrılmış gibi, Layla ayak parmaklarının ucunda ofisime girerken taşıdığı tepsi ondan önce kapımın kenarını döndü. Tarçın, kurutulmuş kızılcık ve biraz vanilya kokusu aldım. Kabak ekmeği.
Cennetten inen bir melek gibi kabak ekmeği getirmişti. Beckett’in dikkatini her zaman dağıtan tek şeydi. Beckett müstehcen sayılabilecek bir ses çıkarınca, bir an için onu kaydedip OnlyFans’e yüklemeyi düşündüm. Bu bize biraz para kazandırabilirdi: Ateşli Çiftçi Kabak Yiyor. Kendi kendime kıkırdadım. Beckett açgözlülükle ellerini tepsiye uzattı ama Layla –sanırım arka cebinden çıkardığı?– tahta kaşıkla eklemlerine vurdu. Tepsiyi güzelce masamın kenarında dengeledi. Ona bakarken neredeyse ağlayacaktım. Çikolata parçacıkları eklemişti. “Sana bir şeyler pişirdim patron hanım.”
Layla kaşığın kenarıyla ekmeği öne itip çenesini güzelce eline yasladı. Beckett bir kese kâğıdının çekiciliğiyle haşin münzevinin vücut bulmuş hâliyken, Layla Dupree güneylilere özgü tatlı misafirperverliği ve pratik zekâsıyla girdiği her odayı aydınlatıyordu. Berrak ela gözleri ve kısa koyu saçlarıyla çarpıcı görünüyordu. Oldukça nazikti ve üç eyaleti içeren alanda en iyi sıcak çikolatayı pişiriyordu. İtfaiye istasyonunun kermesinde çikolata parçacıklı kurabiyelerinden birinin tadına bakar bakmaz küçük ağaç çiftliğimde onu yemek seçeneklerini idare etmesi için işe aldım. Layla mütevazı üç kişilik grubumuzun son üyesiydi ve bana tatlı atıştırmalıklar getiriyorsa, bir şey istiyor olmalıydı. Muhtemelen karşılayamayacağım bir şey.
Layla bana bir şey söyleyemeden ağzıma bir dilim ekmek attım, ona hayır demeden önce en azından bir şeyin tadını tamamen çıkarmaya kararlıydım. Telefonum da bu fırsattan faydalandı ve masamda neşeyle çalmaya başladı. Layla gözlerini kırpıştırdı ve Beckett’le bakıştıktan sonra bana döndü. “Neden Luka’yı görmezden geliyorsun?”
“Gelmiyorum–” Altın rengi gevrek ve lezzetli kırıntılar inkârıma eşlik ettiler. “Luka’yı görmezden gelmiyorum.” Kulağa daha ziyade lokayo gormozdon golmorom gibi geldi. Layla mırıldanıp arkasını döndü. “Düşünüyordum da,” diye söze başladı. Bingo. “Mutfağın arka köşesine bir fırın daha eklersem, ürünlerimizin sayısını neredeyse iki katına çıkarabiliriz. Hatta çayırlara giderken yanlarına küçük bir sepet almak isteyenler için önceden paketlenmiş yiyecekler hazırlamaya başlayabiliriz.”
İri lokmamı çiğnemeye devam ederken Beckett kollarını göğsünde birleştirdi. Layla’ya şimdilik aldırmayıp Beckett’ın gözlerinin içine baktım. “Hâlâ sıcak,” dedim ona. Beckett inledi. Layla pes edip gözlerini devirdi ve en üstten bir dilim alıp ona verdi. Beckett, “İnsanlar çayıra çöp atmaya başlarlarsa bu benim için bir sorun olur,” diye söylendi. Ekmek dilimini bir bütün hâlinde ağzına sokup keyifle sandalyesine yaslanınca, deri bir kez daha yenilgiye uğradığını belirten uğursuz, tiz bir ses çıkardı. Tıpkı benim yapmak üzere olduğum gibi. “Bu fikre bayıldım ama şimdilik büyük harcamaları durdurmamız gerekebilir.” Birikim hesabımdaki küçük hazin miktarı ve geçen çeyrekte işletme giderlerini nasıl zar zor karşılayabildiğimi düşündüm. Layla’nın suratı asıldı ve elini elime doğru uzattı. Eklemlerime bir kez dokundu. İşlerin ne kadar kötü olduğu konusunda tamamen dürüst olmadığım düşünüldüğünde, bu hak etmediğim bir nezaketti. “İyi durumda mıyız?” “Biz…” Güç bela geçinmek sözcüğünü özetleyen bir kelime aradım, “…idare ediyoruz.” Beckett nihayet kocaman lokmasını yutup bacağını uzattı. “Aslına bakarsan, az önce bunu konuşuyorduk. Stella bana uygunsuz bir teklifte bulundu.” “Hadi ya? Bu ilginç. Gerçi bunun operasyonel durumumuza nasıl bir etkisi olacağını anlamadım.” “Evet, ben de anlamadım. Ona aynı soruyu sorduğumda aldığım yanıt buydu.”
“Bana da uygunsuz bir teklifte bulunacak mısın?” Gözlerimi devirip yanıt vererek bu soruyu şereflendirmemeye karar verdim. Aksine, ikisinin de konfeti animasyonunu tüm ihtişamıyla görebilmeleri için bilgisayarımın ekranını onlara doğru çevirdim. Beckett gözlerini bile kırpmadı fakat Layla kollarını havaya kaldırıp suratımı ekşitmeme sebep olan tiz bir çığlık attı. “Bu gerçek mi?” Bilgisayarımın kenarını tutup yaklaştı, burnunu neredeyse ekrana yapıştırdı. “Evelyn St. James şeyinde finalist misin?” Beckett tehlikeli bir şekilde masamın kenarında dengede duran kabak ekmeğini süzerken, gözleri uyuşturucu etkisi altındaymış gibi donuktu. “Aspirin Saint mi?” Layla ona bakmadan eline vurdu. “O bir fenomen.” Beckett suratını ekşitti. “Bu siyasi bir şey mi?” “Bu yüzyılda nasıl var olabiliyorsun? Kadın sosyal medyada çok meşhur. Turistik mekânlara yer veriyor. Bir tür mini seyahat kanalı gibi.”
Biraz gurur duydum. O turistik mekânların misafirperverliğini inceleyen bir fenomendi. Evelyn’in hesabında yer almak bütçemizin asla izin vermediği binlerce dolarlık reklama eş değer olurdu. Çiftliğimizi sadece kasabalıların uğrayabileceği bir yer değil, insanların ziyaret etmek isteyeceği bir yere dönüştürebilirdi. Ayrıca, küçük işletme çekilişinin kazananına verilecek yüz bin dolar para ödülü bir sene daha ayakta durmamızı sağlayabilirdi.
Başvurumda yalan söylemiş olmam çok kötüydü. “Uygunsuz teklif hangi noktada devreye giriyor?” “Ben… Beckett’e uygunsuz teklifte bulunmadım.” Bilgisayarımın ekranını tekrar kendime çevirip e-postayı küçülttüm. Parmaklarımla dudaklarımda ritim tutup kendimi bu karışıklığa soktuğum geceyi hatırladım. Luka’yla telefondaydım, beyaz şarap ve gözlerinin kenarlarının kırışması biraz başımı döndürüyordu. Jambonlu sandviçler hakkında saçma bir şaka yapıyordu ve gülmekten doğru düzgün konuşamıyordu. Esprinin nasıl bittiğini hâlâ bilmiyordum.
“Başvuru formunda erkek arkadaşımla birlikte bir çiftliğim olduğunu söyledim,” diye mırıldandım. Yanaklarım kızardı. Ağılımın kapıları kadar kıpkırmızı olduğuma bahse girebilirdim. “Bunun 17 aydır kimseyle çıkmayan perişan, yalnız kadından daha romantik olacağını düşündüm.”
“Umarım biriyle anlamsız bir şekilde seks yapıyorsundur.” “Başarılı olmak için neden bir erkek arkadaşa ihtiyacın var?” Layla ve Beckett aynı anda konuştular, gerçi adil olmak gerekirse, Layla sandalyede öne doğru eğilip seks hayatım hakkındaki yorumunu yaparken daha fazla çaba gösterdi. Ağzı açık ve elini dramatik bir şekilde göğsüne koyarak arkasına yaslandı. “Yüce tanrım, artık neden öyle olduğunu anlıyorum.” Layla kaşık tutan elini havada savurunca, daha fazla kızarmamaya çalıştım. Herhâlde kan kırmızısına yaklaşmış olmalıydık. Sandalyemde kıpırdanıp sözlerime devam ettim. Layla’ya küçük bir kasabada koşulsuz bir ilişkiye başlamak bir yana, flört etmenin bile zor olduğunu söylememe gerek yoktu. “Beş günlüğüne yüz yüze röportaj yapmaya gelecek ve bize sosyal medya hesaplarında yer verecek. Erkek arkadaş kısmını bilmiyorum. Sanırım bir erkek arkadaşımın olmasının bu mekânı daha romantik göstereceğini düşündüm. Evelyn romantik şeylerden hoşlanır.” Beckett bir parça ekmek daha aşırdı. Layla’nın cinsel hayatımın olmamasına gösterdiği şaşkınlıktan faydalanıyordu. “Bu çok aptalca.” Ona ters bir bakış attım. “Teşekkür ederim Beckett. Düşüncen çok faydalı oldu.” “Ciddiyim,” dedi ekmeğini ikiye bölerken. “Burayı harika bir yere dönüştürdün. Sen. Tek başına. Bununla gurur duymalısın. Bir erkek arkadaş eklemen hikâyeni daha önemli ya da önemsiz yapmaz.” Gözlerimi kırpıştırarak ona baktım. “Bazen üç kız kardeşin olduğunu unutuyorum.”
Beckett omuzlarını silkti. “Sadece fikrimi söyledim.” “Bir hafta boyunca beni karşı konulmaz buluyormuş gibi yapmak istemediğinden emin misin?” Layla başını iki yana sallayıp nihayet girdiği transtan çıktı. “Kötü fikir. Hiç onu birine yalan söylemeye çalışırken gördün mü? Berbat. Yiyecek almak için kasabaya her gittiğinde tek heceli sözcükler söyleyebilen bir aptala dönüşüyor.” Bu doğruydu. Birçok kez Beckett’ın kasap siparişini almak zorunda kalmış ve Save More’a daha az uğramak için mahsul çiftçisi olduğuna ikna olmuştum. Beckett insanlardan hoşlanmazdı, özellikle de girdiği işletmelerdeki nüfusun yarısının onunla açıkça flört etmesinden. Bazen Layla’yla hatırı sayılır sevimsizliğine bağışıklık kazandığımızı düşünüyordum ama sanırım bir adamın her gün ağaçlara saatlerce ağız dolusu küfür homurdandığını gördüğünüzde böyle oluyordu.
Ve neredeyse on sene boyunca çaresizce aynı kişinin özlemini çektiğinizde. Bir dilim ekmek daha alıp seçeneklerimi düşünerek kemirmeye başladım. Luka’yı içermeyen seçeneklerimi. Kasabamızın tek barının sahibi Jesse’ye sorabilirdim. Ama muhtemelen bunun olduğundan fazlası olduğunu düşünürdü ve sahte ilişkinin sahte ayrılığına ayıracak vaktim ya da enerjim yoktu. Belki eskort hizmetlerine bakabilirdim. Bu da bir seçenekti, değil mi? Yoksa neden eskort hizmetleri olsun ki? İnsanların –bilemiyorum– başkalarına eşlik etmeleri için değil mi? Bir elimde hâlâ ekmek olduğunu unutup parmaklarımı gözlerimin altına bastırdım. Burada gayet net bir yanıt vardı. Sadece beni son derece korkutuyordu.
“İşte bu,” diye homurdandı Beckett, ekmeği suratına fırlatmamak için kendimi zor tuttum. “Aklına bir fikir geldi.” “Neden çekindiğini anlamıyorum. Bu basit bir çözüm. Bir dakika bile düşünmeden kabul eder.” Parmaklarımın arasından Layla’ya baktım. Kendini beğenmiş bir şekilde gülümsüyordu. Bond tarzı, tek camlı gözlük takıp tüysüz bir kediyi okşaması gerekiyormuş gibi bir hâli vardı. Neden onun şirin olduğunu düşündüğüme aklım ermiyordu. Hınzırın tekiydi. “Luka’ya sor.”
2
ŞEHIRDE LUKA’YLA gitmekten hoşlandığımız bir bar var. Birası ucuz, yerler yapış yapış ve müzik kutusunun sağ alt köşesini tekmelediğimde, Ella Fitzgerald’ı arka arkaya on üç kez çalıyor. Harika. Ama bazen cumartesi geceleri bar kalabalıklaşıp insanlar dip dibe olunca, yerimi korumakta zorlanıyorum. Viskiden cesaret almış birinin elini kıçıma koyması ya da kendisini büyük bir lütuf sanan yakışıklı, aptal bir şeyin bluzumdan içeri bakması neredeyse kaçınılmaz. Her defasında, Luka elini omzuma atıp saçımın altına sokar ve enseme bastırır. Beni kendisine doğru çekip çenesini tepeme yaslar. Vücuduna sokulup oraya kusursuzca sığarım. Yerimi bulurum.
Gecenin sessizliğinde bunu bir iki kez düşündüm. Elini tenimde hissetmenin nasıl olduğunu, hem sahiplenici hem de saygılı bir şekilde avucunun başımı nazikçe nasıl kavradığını düşündüm. Parmaklarını kasarak saçlarımın içine sokmasının ve ağzı ağzımı bulana dek beni çevirip kendisine doğru çekmesinin nasıl bir his olacağını düşündüm. Söz konusu Luka olduğunda birçok şey düşünüyordum. En yakın arkadaşınız hakkında düşünmemeniz gereken şeyler.
Tanıştığımızda yirmi bir yaşındaydım. Kurtulamadığım bir üzüntünün gölgesinde kaybolmuş bir şekilde hırdavatçıdan çıkarken ona çarptım. Üç ay önce annemi kaybettiğimden beri rahatsız edici, acımasız bir battaniye gibi üzerime yapışmıştı o üzüntü. Birbiriyle uyumsuz cıvata ve somun setleri tutarak bir koridorda durduğumu, halsizliğime rağmen bir şeyler yapmaya kararlı olduğumu hatırlıyorum. Bir kuş evi ya da hol için yeni bir raf inşa edecektim. Dükkândan çıkarken Luka’yla ön basamaklarda çarpıştım ve beni ayakta tutmak için dirseklerimi kavradı. Beysbol şapkasının altında kıvrılmaya başlayan karamel rengi saçına baktığımı, gülümsemesinin dudaklarının önce bir tarafını, sonra diğerini yukarı kaldırdığını hatırlıyorum. Uzun zamandır ilk kez bir şeyi fark etmiş gibiydim. Luka boğazını temizleyip kollarımı sıkıca tuttu ve tavada peynirli tost isteyip istemediğimi sordu. Merhaba demedi. Nasıl olduğumu sormadı. Sadece, gidip tavada peynirli tost yemek ister misin? dedi.
Neden evet dediğimi bilmiyordum. O noktada yıllardır tanıdığım insanlarla bile doğru düzgün konuşmuyordum. Sadece varlığımı sürdürüyordum. En kötü deyimiyle, debeleniyordum. Ama Luka’yla gidip kasabadaki küçük bir kafede tavada peynirli tost yedim. Annesinin Inglewild’a yeni taşındığını ve onun yerleşmesine yardım ettiğini öğrendim. Ona az önce satın aldığım hırdavat setini verince şaşkınlıkla güldü. Rasgele satın aldığım aptal kanat vidayı alırken avucuma değen parmaklarını hâlâ hatırlıyorum. Luka bunun kısmet olduğunu söylemişti. O hırdavat parçasını almak için dükkâna gidiyormuş. O günden sonra bir rutinimiz oldu. Kasabaya her geldiğinde beni bulmayı başarıyordu ve tavada peynirli tost yemeye gidiyorduk. Tavada peynirli tost öğleden sonra park yürüyüşlerine ve sabahın erken saatlerinde pazara gitmeye, akşam vakti içilen içkilere ve ıvır zıvırla geçen gecelere dönüştü. Inglewild’a daha sık seyahat etmeye başladı ve yolum New York’a düşerse ona uğramamı teklif etti. Cesaretimi toplayıp denedim ve bir hevesle otobüs biletimi aldım.
Luka rahat gülümsemesi ve aptalca şakalarıyla hayatımdaki boşlukları yavaşça ve dikkatle doldurdu. Beni kendime getirdi. O zamandan beri böyleydi. Sinir bozucu biçimde ve tamamen platonikti. Kendi kendime bunun da öncekilerden farklı olmayacağını söyledim. Luka’dan beş günlüğüne erkek arkadaşım gibi davranmasını istemek sadece bir arkadaşın diğerine iyilik yapması olacaktı. Zihnimin odaklandığı anlamı taşıması gerekmiyordu. Layla’nın önerisinden önce de aklımdan geçmişti. Elbette bunu düşünmüştüm. Hafta boyunca ona bunu sormak istemiştim. En başta başvuru formuna bunu yazmamın sebebi oydu. Buna ister hüsnükuruntu ister hayal deyin, o kelimeleri yazarken aklımdan ne geçtiğini biliyordum.
Ama bu ikimizin de korumaya özen gösterdiği sınırı biraz aşmaya benziyordu. Korumak için kesinlikle titizlik gösterdiğim bir sınırdı. Luka hayatımda ortadan kaybolmayan ilk insandı. O benim için en iyi arkadaştan öteydi; o, gelenek ve yakınlıktı. O, her ayın ilk cumartesi günü evde pişirilen ev yapımı kremalı bisküviler gibiydi. Telefonlarımızı sehpalara dik koyup yapış yapış sıcak yaz gecelerinin geç saatlerinde izlediğimiz Zor Ölüm’dü. Hamuru kusursuz, ekstra mantarlı ve hafif soslu bir pizzaydı. Onunla olan ilişkim, aileye en yakın şeydi. Aramızda neler olacağını görmek için bunu riske atamazdım.
Merak etsem bile. On yedi aydır kimseyle birlikte olmamamın sebebi kaçınılmaz bir şekilde her erkeği Luka’yla kıyaslamam ve her defasında hayal kırıklığına uğramam olsa da. Ama belki bu fikir –birlikteymiş gibi yapmamız– çözüm olabilirdi. Bir hafta boyunca rol yaptıktan sonra bu fikri aklımdan çıkarabilirdim. Luka’yı aklımdan çıkarabilirdim. Merak etmeyi ve kıyaslamayı bırakıp hayatıma bakabilirdim. Ne de olsa, Luka’yla aramda bir şey olacaksa, şimdiye kadar olmaz mıydı? Bu düşünce arada sırada donuk acısını hissetmek için başparmağımla bastırdığım eski bir yara gibi sızladı. Açıkçası, onun da farklı bir şey istiyor olabileceğini düşündüğüm anlar olmuştu. Bazen içki içtiğimiz gecelerde, onu bana bakarken yakalardım. Omzumun kıvrımına ya da altdudağımın şişkinliğine. Daha rahat dokunmaya başlardı. Küçük dans pistinde beni döndürürken, elini kalçama koyardı. Alnını alnıma yaslardı. Yıllar boyunca zamanda donup kalan bir iki saniyeyi geçmeyen anlardı. Ama Luka’nın da beni onu hep istediğim gibi isteyebileceğini düşünmem için yeterliydi. Bir arkadaştan fazlası.
Her şeyden fazlası. Ama sonra o yaraya bastırıp kendime böyle daha iyi olduğunu söyledim. Çünkü bu şekilde onu hayatımda tutabilirdim. “O hafta kasabada olup olmayacağından emin değilim,” diye yanıt verdim Layla’ya uzunca bir süre anılarıma daldıktan sonra, bunun zayıf bir bahane olduğunun farkındaydım. Layla bana etkilenmediğini gösteren bir bakış attı. “Luka üç saatlik mesafede yaşıyor. Ayrıca, bu ay onu iki kez görmedim mi?” Beckett araya girmek için uygun bir an olduğuna karar verdi. “Nisan’da çilek reçeli pişirmek için onu eve davet etmemiş miydin?” Sandalyeme iyice gömüldüm. “Luka çilek reçeline bayılır.” Beckett küçük deri sandalyeden kalkıp ellerini bacaklarına sürdü. Bu sohbetten resmen ayrılıyordu. Zihnen, pelesenk ağaçlarının arasında bir yerde, ellerinde taze bir somun kabak ekmeği tutarak keyifli bir şarkı mırıldanıyordu. “Gidiyorum,” dedi ve topuklarının üzerinde döndü. Layla ona katılmak için kalktı ve Beckett fazla uzaklaşamadan elini dirseğine doladı. Parmağını tehditkâr bir şekilde bana doğrulttu. “Luka’dan rica et, aksi takdirde senin yerine ben rica ederim.” Bunun ne içereceğini bilmek bile istemiyordum. Muhtemelen bir PowerPoint dosyası. Büyük ihtimalle tamamen küçük düşmemle sonuçlanırdı. O ânı bekliyormuş gibi, telefonum masada yavaşça sekti. Uzun ve şiddetli bir vızıltı çıkardıktan sonra durdu. Onu dikkatle ters çevirip bildirimlerime baktım, içimde çıkan kusursuz bir telaş fırtınası omuzlarıma doğru yayıldı.
7 MESAJ
Luka
3 MESAJ
Charlie
1 MESAJ
Charlie, Brian Milford, Elle Milford
Ah, kahretsin. Birçok kişinin telefon rehberinde babaları ilk adı ve soyadıyla kayıtlı değildi ama benim durumum babamla ilişkimi çok iyi özetliyordu. Önce onunla ilgilenmeye karar verdim.
BRIAN MILFORD: Kasım’ın ilk hafta sonu Şükran Günü yemeğini
yiyeceğiz. Estelle, balkabağı turtası getirebilirsin.
Balkabağı turtası götürebilirdim. Harika. Mesajları saklayan biri olsaydım, geçen sene bu zaman da aynı mesajı aldığıma bahse girebilirdim. Hatta, babamın bu küçük parça dışında bana bir mesaj gönderdiğinden emin değildim. O hâlde, Charlie’den gelen üç mesajı açıklıyordu. Babam, karısı ve üvey kardeşimle olan grup sohbetini silip bir sonraki mesaja geçtim.
CHARLIE: Kelimelerle arası çok iyi, değil mi?
CHARLIE: Canını sıkmasına izin verme.
CHARLIE: Pikancevizli turta getirmen için sana meydan okuyorum.
Oflayarak gülüp aptalca bir hareketli resim yolladım: Hırçın bir çocuk gibi çağrılmama karşı tüm hislerimi özetleyen bir köpek ve alevli bir şeydi. Babam ve ailesi Şükran Günü’nü kasımın ilk hafta sonunda kutlamazlardı ama babamın yıllık tatil dönemi 27 kutusuna tik atabilmesi için o güne davet edilirdim. Belki de bu beni ve annemi kimsesiz ve çaresiz bıraktığı için hissettiği suçluluk duygusunu bastırıyordu ya da Elle onu buna zorluyordu. Sebebi ne olursa olsun, her defasında Charlie’nin iyi niyetli sohbet çabaları ve babamın suratsızca homurdanmalarıyla bölünen acı verici, tuhaf bir akşam yemeği olurdu. Kesinlikle pikancevizli turta götürecektim.
Sonra Luka’nın mesajını açtım, günün stresi beni yakalıyordu. Sanırım bu gece kutu şarap içip yatakta pizza yerken Sevginin Bağladıkları’nı izleyecektim.
LUKA: Satıcıyla görüşmen nasıl geçti?
LUKA: Bu arada bana yalan söylerken çok sevimlisin.
LUKA: Ayrıca, neden televizyonuma Doğada Dımdızlak’ın üç bölümünü
indirdin? Seni hâlâ tanıyor muyum?
Aynı hesapları kullandığımızı unutuyorum bazen. Neyse ki o pornografik Netflix filmlerini Layla’da izlemiştim.
LUKA: Charlie bana pikancevizli turta götüreceğinden bahsediyor.
LUKA: Yüce tanrım.
LUKA: Layla şu anda turta mı pişiriyor?
Pikancevizli turtayı kıskanmamam gerekirdi ama durum böyleyken fark etmiyordu. Luka beni bu hale getirmişti.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı) Romantik
- Kitap AdıAşk Işığı Çiftliği
- Sayfa Sayısı328
- YazarB.K. Borison
- ISBN9786256826069
- Boyutlar, Kapak 13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYabancı Yayınevi / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sanık ~ John Grisham
Sanık
John Grisham
Küçük avukat Theodore Boone’un nefes kesen maceraları tüm hızıyla sürüyor. Üstelik hayranlarının pek de alışık olmadığı bir rol dağılımıyla… Cevval avukatımız Theo, bu sefer...
- Abim Benjamin ~ Peter Carnavas
Abim Benjamin
Peter Carnavas
Luke ve abisi Benjamin, yaz tatillerini Lahana Ağacı Körfezi kıyılarında geçirirler. Daha sessiz sakin olan Luke kuşları gözlemleyip resimlerini çizer. Maceraperest ve cesur Benjamin...
- Benim Adım Hiç Kimse ~ Frank Cottrell-Boyce
Benim Adım Hiç Kimse
Frank Cottrell-Boyce
arnegie Madalyalı İngiliz yazar Frank Cottrell Boyce’un, 2012 yılında Guardian Çocuk Edebiyatı Ödülü’ne değer görülen Benim Adım Hiç Kimse adlı kitabı, göz alıcı fotoğrafları, mucizevi, sürükleyici ve kahkahalarla...