Say ettim; yalnızlıkta, acizlikte, çaresizlikte…
Say ettim; tevekkülde, teslimiyette, rızada…
Say ettim; nefiste… kalpte… ruhta… aşkta… sükûnda…
Nefisten kalbe, kalpten nefse say ettim…
Döktüm tüm çakıl taşlarımı…
Gözyaşlarımın verdiği serinlik ruhumu biraz ferahlatmıştı. Tüm cesaretimi toplayıp bakışlarımı yavrumun olduğu yere doğru uzattım.
O da ne?
Gözlerime inanamadım.
Kupkuru çölün ortasında bir ananın gözyaşları rahmet, kanayan yüreği kaynak olmuştu. Bu su, kızgın çölde anayı temsil eder gibi akacak, kıyamete kadar gözyaşlarımla bereket bulacaktı.
Nuriye Çeleğen, Aşk-ı Sükûn’da, Hazreti Hacer’in, teslimiyet ve tevekkülden örülmüş, yalnızlığın en koyusundan geçip hepimize analık eden şefkatiyle bereketlenen büyük yolculuğunu anlatıyor.
Her kadın Hacer’dir, fark yürüyüştedir…
SIRR-I EVVEL
Âlem, henüz sırrın aşikâr olmamış hazinesindeydi. Kenz-i mahfinin* görünme seyri, yokluğun örtüsünü kaldırdı. Kenzin açılımı, sırrın paylaşımıydı. Sır, mahremiyetti, gizli tutmuştu kendini. Gizli hazine, ezel sırrını sıyırmayı, sır örtüsünü aralamayı, mahremiyet peçesini indirmeyi, giz perdelerini binbir sır dolu hazine ile açmayı istedi. İstedi ki bilinsin; istedi ki görünsün. Mahremiyet “Elif… Lâm… Mim…” dedi ve mahremiyetini ele verdi. Sır açığa çıkmıştı. Kenz binbir kapı ile açtı kendini. Sırlar aktı her kapıdan sır sır… Her sır, sırrını söyledi: “Elif… Lâm… Mim…” Her kapıdan binbir yol ile giriş başladı. Her yol başında da bir kılavuz vardı. Kenz sırrını zahir etti harf harf:
“Elif…
Lâm…
Mim…”
“Mim” sırrın dışa vuran yansımasıydı.
“Lâm” sırra aracı olan mekândı.“Elif” sırrın sahibi… Mim, dışa alev alev döküldü, adına “aşk” dendi.
Lâm, kendine bir mekân aradı, aşka aracılığını yapacağı bir yer. Ondan haberleri, ona muştulayacağı; adı mekân, ama kendi “lâmekân” olan bir yer. Lâm aracılığa en uygun yeri kalpte buldu. Elif, “O”ydu. Aşkın çılgın tutkusu, birlik… Lâm aracıydı, Elif ile Mim’in arasında. Kenz mahremiyetini en mahrem ile paylaştı. Kalp, mahremiyet ile sırrın, gizlilik ile bilinmezliğin, tutku ile aşkın çözülmez meydanı oldu. Her şey bu serüvenle başladı. Kalbin sanılan ve aşk olarak anlaşılan sırrın, binbir sır dolu bilinme öyküsü, başkasında görünme seyri. Ve böylece sırda, Mim’li bir yolculuk başladı her dem. Adım adım. Sükûnla…
B i r i n c i B ö l ü m
Aşkın Adımları
Bekleyiş…
Nil kabına sığmıyordu o yıl. Sarayın surlarına geldiğinde sanki daha da kabarıyor, kahırlı tokatlarla kalın taş duvarlara vuruyordu. Korkuyla Nil’in öfkeli sularına baktım. Ah Nil! Benim için başkasın. Sanki bir şeyler getirecek, bir şeyler vereceksin sanıyorum; oysa hep birilerimizi alıp gidiyorsun. Şimdi bu aldığın kaçıncı masum olacak? Korkunun gücü ne de yamanmış! Yere çivilendim. Saray baş muhafızının: “Taraçada toplanın!” emriyle koştum. Alina getirildi yaka paça. Birkaç aydır Firavn’ın hizmetinde çalışıyordu.
Onu eğlendirmek için elinden geleni yapıyordu. Ne olmuştu acaba? Firavn’a ne yapabilirdi ki bu toy kız? Alina, Firavn’ın odasından kovulduğunda ne yapılacağını çok iyi bilen baş muhafız, önce kızın ağzını kapamıştı. Zulüm, kelimelere dökülmemeliydi. Zaten tüm zalimler önce kelama yasak koyardı. Kelamın gücü büyüktü. Kelamdı, yokluğun elini varlığa tutturan. Alina’nın Nil renkli gözlerine baktım. Korku ve nefret bir çift gözde ancak bu kadar birleşebilirdi. Sükûtun çığlıklarıyla irkildim: “Daha çok gencim, yaşamak istiyorum,” diyen masum gözlerin griye çalan tonunda boğuldum. Nil’in hırçın dalgaları vurmuştu korku birikmiş gözlerine. Korku bir karanlık gibi çöktü içime. Ürperdim…
Muhafız, mızrağıyla dokundu kızın sırtına. Kan önce Alina’nın mızrakla parçalanan narçiçeği renkli elbisesine bulaştı, sonra düz bir çizgi halinde aktı. Doğruluktu bu. Genç bedenin kanı önce taş zemine, sonra kanayan yüreklere düştü narçiçeği renginde. Alina, baş muhafızın elleri arasında balkon kenarına yaklaştıkça çırpınan bir kuş gibi çevikleşiyor, baş muhafızın ölüm kokan ellerinden kaçıp havalanmak, kanat çırpıp uçmak istiyordu. Hepimiz donmuştuk. Mazlum ile zalimin mücadelesini seyrediyorduk. Nefret ettiğimizle merhamet ettiğimiz, hiç bu kadar yan yana olmamıştı. Korku herkesi lal etmişti. Korkunun sırrıydı, önce dile vururdu. İlk kez korkunun nasıl bir şey olduğunu anladım.
Düşündüm zulüm mü korkuturdu, zalimin silueti mi? Ayırt edemedim. Korkuyordum işte. Bir çaresizin masum çırpınışları, yüreğimi amansız bir korkunun pençesiyle tırmalıyordu. Kelamın susturulduğu yerde sessizlik dil olmuştu hepimize. Kimsenin konuşmaya ya da gözlerinden yaş akıtmaya cesareti yoktu. Ağlamak, “Bunu kabul etmiyorum,” demekti. Ağlamak, haksızlığa başkaldırıştı. Zulüm, gözyaşlarına samyeli olup esti. Gözpınarları kurudu. Nil, hırçın bir kükreyişin esintisi ile kabardı. Kalpler zavallı bir masumun kahır dolu çırpınışlarıyla için için kanadı. Vakit ikindiye indi. Güneş ayrılık rengindeydi. Kan, Alina’nın sırtından akmaya devam ediyordu. Baş muhafız kana bulanmış saçları hoyratça tuttu. Alina’nın savrulan siyah saçları körpe bedeninde tutuşmak isteyen umutları gibiydi.
Nil huysuzlaştı… Baş muhafız daha da çok kızdı: “Bakın!” dedi, tek eliyle tuttuğu naif bedeni göstererek: “Bakın da böyle olmayın! Efendimizi üzenin sonu işte böyle olur.”
Taraçanın kenarına iyice yaklaştı. Taraça oldukça yüksek, Nil oldukça derindi. Korku, seyirci bedenleri medet umarcasına birbirine yaklaştırdı. Gözler görmemek için kapandı. Baş muhafız kükredi: “Bakın!” Acıyla bekleşen kadınların gözleri korkunun soğuk titremesiyle açıldı. Sararmış yüzlere ölümün solgun rengi vurdu. Baş muhafızın pek çok kez kana bulanmış kaba ve sert elleri, bir mengene gibi kavradı kızın gülfidanı gibi ince bedenini. Zaman aktı. Güneş sessizce aktı… Acı bir sükût dilimde çırpındı. Sona gelinmişti. Korku, gözlerden taş zemine düştü. Yürekler kor oldu.
Merhamet sineleri yaktı tutuşturdu. Şefkatten soyunmuş bir baş muhafız, bir genç bedeni tüm umutlarıyla taraçanın kenarından aşağı bıraktı. Önce saçları, sonra narçiçeği renkli elbisesi havalandı rüzgârda. Nil’in serin suları körpe bir bedeni daha kucakladı. Nil, Alina’ya kefen mi odu, gelinlik mi? Bilemedim. Vakit, sessizce yüreğimde ağladı… Güneş, ölümün sarısıyla yansıdı ufka. Gözlerim, ümit bahşedecek diye beklediğim Nil’in, hep kucaklayan, hep alıp götüren sularında takılı kaldı. Gün akşama baş koydu. Etrafta korku, havada narçiçeği renginde bir kızıllık vardı.
Muhbir
“Kaf” ve “nun” yokluğun varlığa tutunacağı haberini etrafa saldığında, her şey bu haberin sevinciyle kımıldamıştı. Varlığın ilk haberi, hayatı her daim haberle çalkalanır kılmıştı. Hayattaki serencam, hep bir haberin koşuşturması değil miydi? Kırılan ışıklar, gecenin haberini gündüzün koynuna atarken şafağın başına sardığı kızıllık, gündüzün haberini gecenin karanlığına fısıldardı. Patlayan çiçekler, ağacın meyveye duracağı haberini baharın toy büyüsüne muştularken, sararan yapraklar sona gelindiği haberini baharın içine bir kor gibi atardı. Haber, hep birilerine ulaşmak telaşındaydı; gizliliği sevmez, saklanmayı hiç istemezdi. Haber hızlıydı. Tez gider, çabuk ulaşırdı.
Bir yerde, bir mekânda, bir kulakta kalmaz, bir gönle hiç sığmaz, kuş gibi kanat çırpardı oradan oraya. Haber akıcıydı, su gibiydi, anlatıldıkça coşardı, yolunu kesmek zordu onun. Bu haberde de tüm haberlerin tılsımı vardı. Günlerce akıp durdu mahalleden mahalleye. Uğramadığı bir ev bırakmadı. Ulaştığı her yerde kelamını kulaklara, merakını yüreklere bıraktı. Sır ortalığa düştü. Uzun bir bekleyişin sevinci sardı, haberi alanları. Haberin ayağı tezdir hani, ulaşır ya tüm kapılara; Sâre’nin kulağına da ulaştı haber kuşunun çırpınan titrek kanadı. Sâre titredi bu haberden. Yüreğine kor gibi ince bir sızı indi.
Korktuğu haberin yankısıyla sarsıldı. Çaresizce bakındı. Üzüntü yüreğinden önce boğazında yer tuttu. Kadınlık duyguları bir anda depreşti. Oysa beni eşine kendisi vermişti. Kıskanmamış mıydı? Kıskanmamak mümkün değildi elbette. Kıskançlık kadınlığın zaafı diye bilinirdi. Belki gerçekten de öyleydi. Kadın, eşini sevdiği kadar kıskanır derlerdi. Böyle öğretmişlerdi şimdiye kadar. Sâre can dostu, sevgilisi İbrahim’i benimle paylaşırken elbette bu duyguları hissetmişti. Sevgiyi pay ederken, bölünmüşlüğün hüznünü çok acı yaşamıştı. Fakat şimdi bambaşka bir haberdi bu. Demek? Yüzlerce bilinmez soru dimağına dizildi. İçine bir kahrın ağırlığı, bir kaybedişin buruk hüznü düştü. Kendisinin istediği, bir türlü ulaşamadığı şey gerçekleşmişti ha? Şimdiye dek dillendirmediği pek çok kelime döküldü kelam dünyasına. Meğer ne çok sıfatlar varmış belleğinde benim adıma. Hepsi birden söze dizilmek için üşüştü dimağına, sonra tek tek savruldu söz harmanına:
“Köle kadın. Laf bilmez kadın.”
“Demek öyleymiş ha!”
(…)
Düşünceleri amansız bir yılgınlığın sarsıntısıyla kıvrandı.
Demek Hacer, ana oluyordu!
Düşünmek istemedi.
Kendi istediği bir şeydi bu.
Beni, İbrahim’ine çocuk doğursun diye vermişti. Hizmetçisi olduğum için, hiçbir zaman onun gibi evin hanımı olamayacağımı
sanmıştı. Şimdi ne olmuştu peki? Bir şeyi unutmuştu galiba. Kadınlığı pay ederken, analığı pay etmenin ne kadar yaman olacağını.
Bezgin hayalleri bebeğin küçük bedenine aktı. Bir bebek! Yıllardır Rabbine dua dua dökülüp dilendiği analığın şefkat parçacığı. Rahmetin kundağa dürülmüş hali. Ana ile babanın yürek birliği, evliliğin görünürlük ışığı, yuvanın sıcaklığı, evin şenliği olan bir bebek… Ruhu, bir yavru ile ısıtamadığı yuvasının soğuk yansımalarıyla üşüdü. Bu tatsız haber, düşünce imbiklerinde zihninin en ücra köşelerine kadar durmaksızın aktı. “Hacer, ana olacak!” Analığı pay edemedi.
Sâre’nin beyaz yüzü kıskançlığın alevleriyle kızardı. Kahırlı bakışları, İbrahim’in yüzünde umutsuzca gezindi. Sayısız sorunun endişe dolu fırtınası zihninde esip durdu: “Onu benden daha mı çok sevecek? Artık o, çocuğunun anası olacak. Aralarındaki bağ daha da kuvvetlenecek.” Sâre düşündükçe titredi. Oturduğu yerde kıpırdadı. Yaslandığı ağacın iri gövdesine dayadı başını, boğulan bir insanın kendisini karaya atması gibi geçmişine sığındı. Haberin soğuk esintisinden, mazinin sıcak günlerine kaçtı. Mazi, vefalı bir dost gibiydi, kendine çekerdi insanı. İstikbal, ötelere baktırırdı. Maziye kaçmak insanı dinlendirirken, istikbal dalgalı bir denizde yüzmek gibi yorar, hırpalardı. Mazi hatıralara, istikbal hayallere taşırdı insanı.
Hatıralarda yaşlı anacığını bulmaya çalıştı. Eteklerinden tutmak, yılların yorduğu bedenini dizlerine koyup dertlerini sayıp dökmek, ana olmak için, bir yavrunun eteklerine tutunması için çektiği acıları, ana olamamanın yüreğindeki buruk hüznünü, bir çocuğu saramayışın şefkatine düşen korunu, bir yavrudan ırak olmanın insana verdiği garip yalnızlığı bir bir anlatmak istiyordu. Silinmiş hatıralar fazla renk vermedi. Yorgun hatıralara tutunamadı. Umutları gibi kolları da döküldü.
Büyük bir burukluğun çengeline asılan duyguları ileriye yönelik
bir hayalin bezgin söyleyişiyle mırıldandı:
“Hacer, analığa tutunacak.”
“Sevgiyi kundak yapacak.”
“Kolları dolacak.”
“Sinesi şefkatle coşacak.”
“Merhameti bir yavruyu sarmalayacak.”
“İbrahim’e:
‘İşte yavrun!’ diyecek. Kim bilir, bir de oğlan olursa…
Bir yavru…
‘Anne!’ diye eteklerine tutunacak. Arkasından koşacak. Ya bir
de babası İbrahim’e benzerse?”
Sâre beni dalları meyveye durmuş, bereketli ağaçlara benzetti. Kendisini kurak toprak gibi hissetti. Verimsizlik içini sızlattı. Düşüncelere dayanamadı. Gözlerinden birkaç damla yaş süzüldü. Kimseye göstermek istemedi, hızlıca sildi ruhunu dışarı sürükleyen küçük damlaları. Ellerine düşen küçük şıpırtıları diğer elinin tersiyle tokatlar gibi giderdi. Dualara tutundu. Kahırla bakındı etrafına. Şefkatli İbrahim karşısında oturuyordu. Düşündüklerini kimse fark etsin istemedi. Duygularını topladı dört bir yandan, bohçaladı sır dünyasında. Oturduğu yerden doğruldu, asırların yükünü hissettiği adımlarını sürükleyerek içeri girdi. Umutlar bitince mi dizler tutmaz olurdu? Düşünmek istemedi. Etrafına bakındı. Gün akşama eğilmişti. Akşam, analığın garip hüznünü kuşanmıştı…
Kaçış
Son günlerde halim havayı andırıyordu. Değişken, akıcı. Bir pervanenin ucuna takılmış gibiydim. Bebek değiştikçe, beni de peşi sıra çekiyordu. Kendimi bebeğin eteklerine tutunmuş gibi hissediyordum. Günler akıyor, haftalar peş peşe sürükleniyordu. Bebek her geçen gün bende kendini aşikâr ederken Sâre de duygularını belli ediyordu. Beni sürekli eleştiriyor, köle olduğumu hatırlatıyordu. Karşıt bir cephe oluşturmuştu.
Emir veriyordu.
Hakaret ediyordu.
Kovuyordu.
Sessizlik hal olmuştu bana.
Üzerime bir sekîne inmişti.
Sustum…
Asırlar hakkımda dil olacak kadar sustum. Bağrımda sakladığım bebeğin masumiyeti kadar sustum. İbrahim’i incitmemek, onun şefkat dolu yüreğini iki kadının arasında hırpalamamak için tüm kelamları içimde saklayıp sustum.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Din Roman (Yerli)
- Kitap AdıAşk-ı Sükûn
- Sayfa Sayısı216
- YazarNuriye Çeleğen
- ISBN9786050823424
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviTimaş İnanç / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Hazel ~ Tayfun Şahin
Hazel
Tayfun Şahin
1. Bölüm İstanbul’da bir pazartesi sabahı daha başlıyordu. Ali her sabah yaptığı gibi saat 6’da uyandı. Pazar gününü gösteren takvim yaprağına elini uzattı. ‘Ben...
- Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim ~ Nazım Hikmet
Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim
Nazım Hikmet
Serinin üç romanı Kan Konuşmaz, Yeşil Elmalar (ve içinde Yaşamak Hakkı,) ve Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim, Nâzım Hikmet’in çeşitli dönemlerdeki roman çalışmalarını oluşturuyor....
- Galiz Kahraman ~ İhsan Oktay Anar
Galiz Kahraman
İhsan Oktay Anar
“Bütün zamanların kahramanı olan bir insanın hikayesidir bu. O hem herkes hem de hiç kimsedir. Dünyadan alacağını tahsil etmeye gelmiştir. Çünkü, Tanrı dahil herkesin...