Ballar balını bulana, dünyalık gerekmez. Canlar canını bulana, can gerekmez Gerçek sultanı bulana, sultanlık ve saray gerekmez Akıl bağından kurtulup aşkın atına binenler, semâ sofralarından nimetlenir ve aşk-ı Sübhân ile ölümsüzleşirler.
Güneş nereye yansırsa, yansıdığının renginde akseder. Gülde de, bülbülde de sevilen, hakikatte bir ve aynıdır; yani Vedûd’dur. Bu manada; Mecnun’dan seven, Leyla’dan sevilen, hakikatte aynı Mevlâ’dır.
Aşkın yaratıcısı olan sonsuz kudret, hikmet-i Hüdâ ile kendisine seçtiği insana, aşk-ı Sübhân’ı kerem sıfatıyla bahşeder ve o insanı ilâhî aşk ile irşad ederek kendine dost kılar.
Aşk-ı Sübhân, âlemler Rabbinin kuluna olan bu teveccühüne karşı, kula düşen vazifeyi ele alıyor. Tasavvufî bir üslupla, talibin vehim çemberini kırıp akıl bağından kurtularak gönlünü aşk-ı Sübhân ile müzeyyen kılmasının ve Hakk’a dost olmasının yolunu anlatıyor.
***
Bu eser, Halveti Ramazanî Meşayıh’ı
Mutasavvıf, Mümtaz Şahsiyet, Aziz Efendim,
Merhum İbrahim Gülmez KANAÂTÎ
Hazretlerine ithaftır.
-Ali BEKTAŞ
*
“Selam olsun, hidayete tâbi olanlara…”
(Bkz. Tâ-Hâ, 47)
*
Mukaddime
Essalâtü vesselâmü aleyke ya Resûlallah,
Essalâtü vesselâmü aleyke ya Habîballah,
Essalâtü vesselâmü Ehlibeytike ya Resûlallah,
Essalâtü vesselâmü aleyke ya seyyidel evvelîne vel ahirîn, velhamdülillahi Rabbil âlemin.
Öncelikle, bizleri kendi varlığından var eyleyen, varlığından bizleri haberdar eyleyen, kulluğu ile bizleri şereflendiren ve bizleri kendine muhatap kılan Rabbimize, varlığının sınırsız ve sonsuzluğunca hamd ve şükür ederiz.
O’nun Habîb-i Edibine, yaratılmışların en seçkini, varlığımızın bânisi, dürr-i yektâ olan Cenâb-ı Resûlullah’a ve O’nun temiz, pak Ehlibeyt’ine ebeden salât ü selam ederiz.
Mevlâ; hidayetini, Cenâb-ı Resûlullah Efendimizin şefaatini, ashâb-ı kiramın, sâdât-ı kiramın, pîranın, azizanın, evliyanın, muhibbanın, himmet ve dualarını üzerimize hazır ve daim eylesin.
Rabbim, cümlemizi Ehlibeyt-i Resûlullah’ın hizmetinde hâdim, sevgisinde sadık ve yolunda daim olan bahtiyarlardan eylesin.
Değerli dostlar, bu eserde ehl-i gönül meclislerinde yapılan tasavvufî muhabbetler, konuşma lisanına sadık kalınarak kaynağa ve ispata gerek duymadan kitaba dönüştürülmüştür. Zira tasavvuf muhabbetlerinin kaynağı Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerdir.
Bu eser, tamamen zâhir-bâtın bütünlüğünde tasavvufî sohbet ve muhabbetlerden oluşan telkin ve tavsiyelerden ibarettir.
Paylaştıklarımız, talibin, ehl-i ihvanın, kendi gerçeğine yol bulmaya çalışanların ve bütün insanlığın istifadesine ve kemâline sunulmuştur.
Rabbim, okuduklarımızdan ve yaşadıklarımızdan istikamet bulmayı cümlemize bahşeylesin.
Muvaffakiyetimiz, Rabbimizdendir.
ALİ BEKTAŞ
Temmuz 2012, İstanbul
Önsöz
RABBİMİZE VARLIĞININ sınırsızlığı ve sonsuzluğunca hamd ve şükreder, O’nıın Resûlüne ve Ehlibeyt’ine ebeden salât ve selam ederiz.
Değerli dostlar, her ne olursa olsun, hayatın Cenab-ı Hakk için olduğunun bilincinde olmalıyız. Her gün duygularımıza ve kulluğumuza yeniden şekil vermeliyiz. Sadece bilmiş olmak bize bir şey kazandırmaz. Sadece namaz kılmış olmak, hafız-ı Kur’an olmak, her yıl hacca gitmek bizi maksadımıza ulaştırmaz. Biz varlığımızı Hakk’ta tevhid edip, kâmil insan olmadıkça, insanlardan ve tecellilerden razı olmadıkça yaptığımız ve yapacağımız ibadetler bizi Hakk’a ulaştırmaz. Hakk’tan razı olmadıkça Hakk da bizden razı olmayacak ve dolayısıyla yaptıklarımızdan ve kulluğumuzdan maksat hâsıl olmayacak.
Ehl-i talibin ana sermayesi sabırdır, güzel ahlaktır, cömertliktir, muhabbetullahtır, şecaat ve cesarettir. Bunlar olmazsa kulluktan maksat hâsıl olmaz. Fakat aşk-ı Sübhân olmadan ne sabırdan ne muhabbetten ne de kulluk tekmiliyetinden söz edilebilir. Sabrı, muhabbetullahı ve bütün doğuşları, zuhura getiren ilâhî aşktır, aşk-ı Sübhândır. Aşk-ı Sübhânı zuhura getiren ise Nur-u Muhammedi’dir.
İnsanın aşk ile zuhura gelmiş olması, sevgiyle mayalanmış olmasından dolayıdır. Hakka vuslat etmesi ve kullukta tekmil olması, ancak aşk-ı Sübhân ile mümkündür. Yani sevgi olmadan namaz, sevgi olmadan muhabbet, sevgi olmadan dost, sevgi olmadan miraç, sevgi olmadan Cennet, sevgi olmadan Cemâlullah olmaz. Sevgi olmadan Allah’a varılmaz. O zaman sevgiyi yeniden tanımlayacağız. Zira sevgiyi tanımlarken kendi hakikatimizi tanımlamış olacağız, Hakk’ı tanımış olacağız.
Allah’tan başka bir varlık yoktur. Peki, bizdeki bu inkâr ve ikrar kavgasını neden bitiremiyoruz? Madem Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur, Allah var gayri yoktur; o zaman kimdir bu varlık iddiasında bulunan ve inkâr edilmesi gereken ilâh?
Bunu bilmek için bizim mutlaka kendimize ve Rabbimize arif olmamız gerekir. Arif olmak, sadece bilmek değildir. Arif olmak bilmek ve görmektir. Hakk’ın basar sıfatı ile görmektir. Görene basir, meselenin hakikatini ve hikmetini görmeye de basiret diyoruz. Bu manada biz ne kadar ‘Allah var, gayri yok’ desek de bizim ben varlığımız devam ettikçe bilmenin bize hiçbir faydası olmaz. Bilmek başka, irfaniyet başka şeydir. İrfaniyet, kişinin kendi başına yaşayacağı hal değildir. İrfaniyet hal ilmidir, basiret ilmidir, gönül ilmidir ve aşk-ı Sübhân ilmidir. Bu da ancak ehlinden talim edilir. (Bkz. Kehf, 65-66)
Aşk-ı Sübhânın coşkusuyla bir pervanenin ateşte yok olması gibi, bizim de kendi enemizi aşk-ı Sübhân potasında eritip yok etmemiz gerekir. Dolayısıyla insan nasıl ki güneşi kendi ışığıyla beraber görürse, Hakk’ı görebilmesi için de mutlaka Hakk’ın basar sıfatıyla Hakk’ı seyretmiş olması gerekir.
Nice padişahları tahtından indiren, nice kulları sultan eden, insana istikamet verip Hakk’ta ebed kılan ve vuslata taşıyan aşk-ı Sübhândır.
Bu manada insanın mutlaka Allah’ın boyasıyla boyanması lazım. (Bkz. Bakara, 138) Mutlaka enetemüm ahlak hırkasını kendine yaşantı olarak giymiş olması lazım. İnsanın kullukta istikamet ve kemâlat bulması için ehl-i gönül bir insan-ı kâmile tohumun toprağa teslim olduğu gibi teslim olması lazım.
Tohumdan bahsederken değişimden bahsediyoruz. İnsanı anlatırken de nesnelerden misallendiriyoruz. İnsan öznedir. İnsan kâinatın özüdür, özetidir. Yalnız insanın ruhaniyeti özne, cismaniyeti nesne varlıktır. Dolayısıyla insan çok ulu bir varlıktır. Çünkü insanın hakikati Allah merkezlidir. Fakat biz kendimizi bu merkezin neresinde tanımlıyoruz?
İnsanın tevhidi tekâmülü için Hakk’ın esmasıyla, sıfatıyla, mevcudiyetiyle insandan izhar olması gerekir. İnsan, Hakk’ın hem bâtın hem de zahir sıfatının zuhur mekânıdır. İnsanda inkişaf eden ve açığa çıkan esmaların ve sıfatların var olması, mevcudiyetinde Hakk’ın mevcudiyeti var olduğundan dolayıdır. Bunun için insanın nefsine ademiyet elbisesi giydirmesi ve nefsini Rabbi ile izole etmesi gerekmektedir. Biz nefsimizi, hayret, hizmet ve gayret ile, Muhammedi hal ile inşa edip nefsimizi nur etmemiz gerekir.
Yalnız unutmayalım ki, biz bu kulluk sanatını üstadsız, kendi başımıza halledemeyiz. Ancak bir mürşid-i kâmilin nezaretinde ve onun himmet kimyası ile tevhidi talim ederek, aslımızı faslımızdan ayrıştırabiliriz. Dağdaki altın madeni, posasından ayrışmak için belli işlemlerden sonra farklı potalarda yanarak gerçek değerine kavuşur.
Bunun gibi biz de insan sanisi olan bir üstada tabi olmakla, onun himmet ve nazar kimyası ile kemâlâta, irfana ve selamete ulaşacağız. Ancak o zaman aslımızı faslımızdan, Hakk’ı batıldan, nuraniyetimizi nefsaniyetimizden fark edebilir ve furkanlaşabiliriz.
Allah’ı dileyen ve Allah’a ulaşma arzusunda olan her kula
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Tasavvuf
- Kitap AdıAşk-ı Sübhân
- Sayfa Sayısı272
- YazarAli Bektaş
- ISBN6051312422
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviNesil Yayınları / 2012