Dünya edebiyatının en tartışmalı isimlerinden Anaïs Nin hayatı boyunca başkalarının kaçtığı, cinsellik, kürtaj, ensest ve evlilik dışı ilişkiler gibi konuları yazdı. Nin’in, Henry Miller ve eşi June’la ilişkisinden de beslenip kaleme aldığı, “kadın gelişiminin öyküsü” diye nitelendirdiği beş kitaplık İçsel Kentler serisi şairane üslubu ve dürüstlüğüyle iz bırakan bir başyapıt oldu. Serinin dördüncü kitabı Aşk Evindeki Casus’ta ise gizemin cazibesini de kullanan Sabina, bir yalan makinesiyle karşı karşıya kalıyor.
1950’lerde New York. Sabina rasgele bir telefon numarası çeviriyor. Çünkü herkesin uyuduğu gece saatlerinde bir yabancının sesini duymak iyi geliyor nedense. Sessizlikten korkan birinin telaşıyla anlatıyor yabancıya, soluksuzca, taşkınca. Bir yanda vazgeçemediği eşi Alan, öte yanda başka bedenlerin hikâyeleri.
Aşk Evindeki Casus’ta üzerindeki gözlerin farkında olan bir kadın yürüyor kalabalıkta ve Anaïs Nin sevginin peşindeki parçalanmış özü ne kadar iyi anladığını kanıtlıyor bir kez daha.
“Bir düzyazı/şiir rüyası: İç hayatın ve çağrıştırdığı imgelerin lirik bir kutlaması.” –Daniel Stern
“Günümüz edebiyatının en önemli yazarlarından.” –Newsweek
İçsel Şehirler serisi 4. kitap
*
Telefon çaldığında, yalan makinesi uyuyordu.
Önce çalar saatin ona kalkmayı emrettiğini sandı ama sonra tamamen uyandı ve mesleğini anımsadı.
Duyduğu ses boğuktu; gizlenmeye çalışır gibiydi. Bu sesi neyin değiştirdiğini çözememişti: Alkol, uyuşturucu, endişe, korku?
Bir kadın sesiydi ancak kadın taklidi yapan bir delikanlı ya da delikanlı taklidi yapan bir kadın da olabilirdi.
“Ne var?” dedi. “Alo. Alo. Alo.”
“Birisiyle konuşmak zorundaydım; uyuyamıyorum. Birini aramam gerekiyordu.”
“İtiraf etmek istediğiniz bir şey mi var?..”
“İtiraf mı?” diye yankıladı ses, kulaklarına inanamazmış gibi; tizleşen tinılar, ses rengi kesinlikle kadınsıydı şimdi. “Kim olduğumu bilmiyor musun?”
“Hayır, öylesine bir numara çevirdim. Daha önce de yaptığım bir şey. Gecenin bir vakti, bir ses duymak iyi geliyor, hepsi bu.”
“Neden bir yabancı, peki? Bir arkadaşını arayabilirdin.” “Yabancılar soru sormaz.”
“İyi ama benim mesleğim soru sormak.”
*Kimsin sen?”
“Bir yalan makinesi.”
Bu sözler üzerine uzun bir sessizlik oldu. Yalan makinesi, kadının telefonu kapamasını bekledi. Ama sonra, öksürdüğünü duydu.
“Orada mısın?”
“Evet.”
“Kapattığını sandım.”
Karşı uçtan kahkahalar geldi; gevşek, zil zurna, sarmallı kahkahalar. “İyi de mesleğini telefonda icra etmiyorsun herhalde?” “Doğru. Öte yandan, masum olsaydın beni aramazdın. Suç, insanoğlunun tek başına kaldıramayacağı tek yüktür. Bir suç işlenir işlenmez kişi ya telefona sarılır ya da bir yabancıya günah çıkartır.”
“Suç filan işlenmedi.”
“Huzura ermenin tek yolu vardır: İtiraf etmek, yakalanmak, yargılanıp cezalandırılmak. İşlenen her suçun hedefi budur. Ancak bu kadar da basit değil elbette. Benliğin sadece yarısı bedelini ödemek, vicdan azabından kurtulmak ister. Öteki yarıysa özgürlüğünün sürmesini ister. Dolayısıyla teslim olan, ‘yakalayın beni’ diye haykıran, insanın sadece bir parçasıdır, öteki parçaysa engeller, zorluklar yaratır, kaçmaya çalışır. Buna adaletle cilveleşme diyebiliriz. Yargı çevikse ipucunu izleyecek, gerisini suçlunun yardımıyla halledecektir. Bunu yapmazsa, suçlu kendi cezasını kendisi verir, kefaretini öder.”
“Böylesi daha mi kötüdür?”
“Bence öyle. Bana kalırsa bizler kendi eylemlerimize karşı profesyonel yargıçlardan çok daha sert, acımasızız. Salt eylemlerimizi değil, düşüncelerimizi, niyetlerimizi, gizli beddualarımızı, gizli nefretlerimizi bile yargılarız.”
Kadın telefonu kapadı.
Yalan makinesi santrali aradı, arayan numaranın bulunmasını istedi. Telefon bir bardan edilmişti. Yarım saat sonra barda oturuyordu.
Gözlerinin etrafta gezinmesine, araştırmasına izin vermedi. Sadece kulaklarını açacak, sesi tanımaya çalışacaktı.
Kadının bir içki söylediğini duyunca, gözlerini gazetesinden kaldırdı.
Kırmızı ve gümüş rengi giysileriyle, insanın aklına New York sokaklarını yırtan, o canhıraş canavar düdüğüyle yürekleri hoplatan itfaiye arabalarını getiriyordu; tepeden tırnağa kırmızıya ve gümüşe bürünmüştü: Elbette kendine bir patika açan iki yırtıcı renk. Kadına ilk baktığında hissettiği şey şuydu: Her şey yanacak!
Kırmızılar, gümüşler ve o uzun siren çığlığıyla karşısındaki insana, daha doğrusu onun içindeki şaire (nasıl her insanın içinde bir çocuk yaşarsa bir de şair yaşar) ansızın, hiç beklenmedik bir merdiven firlatıyordu; kentin ortasında, gökyüzüne yükselen bir merdiven; sonra da emrediyordu: “Tırman!”
O göründüğü an, kentin uslu, itaatkâr uyumu altüst oluyor, boşlukta dimdik duran, sizi tırmanmaya çağıran bu merdivenin karşısında bütün düzen çöküyordu; Baron Münchausen’in gökyüzüne çıkan merdiveni gibi.
Ama bu kadının merdiveni doğruca ateşe çıkıyordu.
Yalan makinesi, mesleki bir kaş çatmayla kadına bir kez daha baktı.
Kadın bir an rahat duramıyordu. Durmaksızın konuşuyordu; sessizlikten korkan birinin telaşıyla, soluksuzca, taşkınca. Uzun süre oturmaya katlanamıyormuş gibi oturuyordu; sigara almak için kalktığı zaman da bir an önce yerine dönmeye can atıyordu. Sabırsız, tetikte, kollayan; saldırıya uğramaktan ürkercesine, kıpır kıpır, huzursuz, zinde; çabuk çabuk içiyor, öyle hızlı gülümsüyordu ki adam bunun bir gülümseme olduğun-
dan emin olamıyor; anlatılanı yarım yamalak dinliyordu. Bar rezgahındakilerden biri eğilip ona doğru seslendiği zaman bile hemen karşılık vermedi; onun ismi değildi sanki.
“Sabina!” diye bağırmıştı bardaki erkek; ona doğru tehlikeli bir biçimde eğilmişti, düşmemek için iskemlesinin sırtını sıkı sıkı tutuyordu.
Kadının daha yakınında oturan biri nazikçe bu adı ona tekrarlayınca, nihayet kendisine seslenildiğini algıladı. Aynı anda valan makinesi, gecenin, sesin, uyku sersemliğinin ve kadının varlığının, içinde yarattığı o kamaşmadan, yanardönerlikten silkinip kurtuldu ve kararını verdi. Bu kadın, suçluluğun bütün belirtilerini taşıyan biri gibi davranıyordu: kaçacağı uygun anı kollar gibi ikide bir barın kapısına bakış biçimi, sürekliliği olmayan, gelişigüzel konuşması, sözleriyle ilintisiz, kısa, kesik jestleri, cümlelerin kaosu, ani, küskün suskunlukları.
Arkadaşları ona yaklaşır, yanına oturur, sonra başka masalara doğru kayarken, o, genellikle alçak olan sesini yükseltmek zorunda kalıyordu; blues’un, aldatıcı caz müziğinin gürültüsünü bastırabilmek için.
Karman çorman olayların yer aldığı bir partiden söz etmekteydi; yalan makinesinin, olayın kahramanını da kurbanını da ayırt edemediği puslu sahneler; sonra boşluklarla, başa sarmalarla, düzeltmeler ve doludizgin fantezilerle dolu bir hayal kırıklığını anlatmaya başladı. Şimdi de Fas’taydı; yerli kadınlarla birlikte bir hamamda ponza taşını elden ele geçiriyor, fahişelerden, pazarda satılan rastıkla gözlerine sürme çekmeyi öğreniyordu. “Aslında kömür tozu; gözlerinin iç kısmına sürüyorsun. Başta yakıyor, gözlerin sulanıyor, böylece rastık gözkapaklarının içine yayılıyor; işte gözlerinin çevresindeki o parlak, kömür karası çerçeveyi buna borçlular.”
“Mikrop kapmadın mı?” diye sordu, sağında oturan, yalan makinesinin doğru dürüst göremediği biri; kadının yanıt verse de önemsemediği, silik bir kişilik. “Yo, hayır; fahişeler rastığı önce camide okutuyorlar.” Sonra hiç de komik bulmadığı bu söze ötekiler gülünce kendisi de güldü; şimdi söylediği her şeyi dev boyutlu bir kara tahtaya yazıyor, sonra süngeri alıp söylediği bir başka cümleyle, tek hareketle siliyor gibiydi; bu da hamamı, konuştuğu kadınları bulanıklaştırıyordu. Okuduğu ya da bir barda dinlediği bir öyküydü belki de bu. Bir sahneyi dinleyicilerinin zihninden siler silmez bir başka öyküye geçiyordu…
Anlattığı kişiliklerin yüzleri, bedenleri yarım yamalak betimleniyordu; sonra, tam yalan makinesi bunları kavramaya, gözünün önünde canlandırmaya başlamışken, sahneye bir başka çehre, bambaşka bir vücut sürülüyor, imgeler üst üste biniyordu rüyalardaki gibi. Siz onun bir kadından söz ettiğini sanırken, bunun bir kadın değil bir erkek olduğu anlaşılıyordu; sonra tam da erkeğin imgesi biçimlenmeye başladığında yalan makinesinin yanlış anladığı ortaya çıkıyordu: Söz konusu kişi, bir zamanlar Sabina’yla ilgilenen, kadına benzeyen genç bir erkekti; bu delikanlıysa bir an sonra bir gece Sabina’yla dalga geçip onu aşağılayan bir gruba dönüşüyordu.
Kadının sevdiği, nefret ettiği, kaçtığı insanların sırasını, silsilesini takip edemediği gibi, özel yaşamındaki değişimleri de (“o günlerde sarışındım,” “o sırada evliydim”), bahsi geçenleri de izleyemez olmuştu (unutulan kimdi, peki ya ihanete uğrayan?); bunun üzerine, umutsuzluk içinde, sık tekrarlanan bazı sözcüklere tutunmaya çalışınca bu yinelemelerin bir desen, bir kompozisyon oluşturmadığını, tam tersine mutlak bir çelişki yarattığını gördü. Örneğin “aktris” sözcüğünün inatla yinelenmesine karşın, yalan makinesi, saatlerce süren kaydın ardından hâlâ emin değildi: Bu kadın aktris miydi, olmak mı istiyordu, yoksa aktris numarası mı yapıyordu?
Bir an itiraf etme, içini dökme ateşine kapılıp peçenin bir ucunu kaldırıyor, sonra birinin fazla dikkatli dinlediğini görünce ürküp kaçıyordu. Eline sık sık devasa bir silgi alıyor, söylediği her şeyi kesin bir yadsımayla siliyordu; amacı kafa karıştırmaktı
sanki; bu karışıklık kendi içinde koruyucu bir kabuk, bir örtü taşıyormuş gibi.
Birine önce el edip kendi dünyasına çağırıyor, sonra geçitleri bulandırıp bütün izleri, imgeleri altüst ediyordu: Bulunamasın, saptanamasın diye.
Kapıda beliren gündoğumu onu susturdu. Pelerinini sırtına aldı, zapturapt altına almak istercesine omuzlarına sımsıkı sardi. Şafağı hararetli bir konuşmayla karşılamayacaktı. Ona sadece öfkeli bir bakış firlattı, sonra da bardan ayrıldı.
Yalan makinesi onun peşine düştü.
Uyanmadan hemen önce Sabina’nın kara gözleri, gözkapaklarının arasındaki incecik yarıktan, değerli taşların o sert, haşin ışığını yansıttı; ateşiyle henüz ısıtmadığı, saf, koyu zümrüt ışıltısı. Sonra bir anda uyanıverdi, hayata karşı gardını aldı.
Hiçbir zaman öyle yavaş yavaş ayılmaz, yeni güne güvenip kendini ona teslim etmezdi. Bir ışık ya da ses bilincine ulaşır ulaşmaz hava tehlikeyle dolar, Sabina da onun hamlelerini karşılamak üzere doğrulup otururdu.
Bıraktığı ilk izlenim güzellik değil, gerginlikti. Endişe, bedene gereksindiği gücü dağıtırken, yüze de dalgalanan, titreşen bir muğlaklık verirdi: Güzellik değildi bu; puslu, bulanık bir çizime benzerdi.
Yeni günle birlikte kendini usul usul durulaştırır, bedenle beyni bir araya getirirdi. Bunun için belli bir çaba harcaması gerekirdi; dün gece çözülen, dağılan benliğini toparlamak, yeniden birleştirmek zahmetli bir işti sanki. Günü karşılamak üzere bir yüz, bir tavır oluşturması gerekiyordu: Tıpkı bir tiyatro oyuncusu gibi.
Kaş kalemi yalnızca kumral kaşlarını vurgulamıyor, kaotik bir asimetriyi dengelemek için zorunlu bir desen çiziyordu.
Makyajın, pudranın işlevi o porselen tenini daha da belirginleştirmek, uykunun neden olduğu pürüzleri, şişlikleri örtbas etmekle sınırlı değildi; kâbusların açtığı keskin saban izlerini yumuşatmak, bulutlanmış hatları, yüzeyleri onarmak, yüz çizgilerinin berraklığını lekeleyen, uzuvların arılığını bozan çelişkileri, ikilemleri de gidermekti.
Yüzünü yeni baştan tasarlamak zorundaydı; bir tuvali boyar gibi: endişeli kaşları yatıştırmak, yapışmış kirpikleri ayırmak, gizli, içsel gözyaşlarının izlerini yıkamak, göz alıcı tebessümünü koruyabilmesi için ağzı önemle vurgulamak.
İçsel karmaşa, güzelce sürülmüş dingin bir topraktaki düzgün saban izlerini ansızın kaldırıveren gizli yanardağlar gibi, yüzdeki, saç ve giysilerdeki bütün düzensizliklerin gerisine sinmiş, fışkırabileceği bir çatlak bekliyordu.
Şimdi aynada gördüğü şey, aydınlık gözlü, pembeleşmiş bir çehreydi; gülümseyen, pürüzsüz, güzel. Öte yandan, defalarca yineleyip ustalaştığı sükünet rolü, korkularını yeterince dağıtamamıştı, şimdi günü karşılamaya hazırlanırken, kaygının yıprattığı, sakatladığı gerçek güzelliği su yüzüne çıkmaktaydı.
Giysilerini seçerken de tıpkı kapalı camlardan, kapılardan içeriye süzülen yeni günü tartarken yaptığı gibi olası dış tehlikeleri dikkate aldı.
Tehlikenin insanlardan olduğu kadar nesnelerden de geldiğine inandığı için karar vermeye çalıştı: Hangi elbise, hangi ayakkabı, hangi manto panik halindeki yüreğini, bedenini daha az zorlardı? Çünkü kostümler de bir kez sırta geçirildi mi, aktörün performansını etkileyebilecek bir tuzak, bir meydan okuma, bir disiplindi.
Sonunda, kolu delinmiş bir elbise seçti. Bunu son giydiğinde, girmeye korktuğu fazla lüks, fazla gösterişli bir lokantanın önünde durmuş, “Buraya girmekten korkuyorum,” demek ye rine, o delik sayesinde, “Kolumda bir delikle buraya giremem, diyebilmişti.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) +18 Kitaplar Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAşk Evindeki Casus
- Sayfa Sayısı136
- YazarAnais Nin
- ISBN9786257737319
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİthaki Yayınları / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sihirler (Peri Serisi – 2) ~ Aprilynne Pike
Sihirler (Peri Serisi – 2)
Aprilynne Pike
SEVDİKLERİNİZİ KORUMAK UĞRUNA SİHİRLERLE DONATILMIŞ BİR DÜNYANIN KUSURSUZLUĞUNDAN VAZGEÇEBİLİR MİYDİNİZ? Laurel’ın insan ile peri dünyası arasında kaldığı ikili yaşamının macera dolu öyküsünü soluksuz okuyacaksınız....
- Yaprak Fırtınası ~ Gabriel García Márquez
Yaprak Fırtınası
Gabriel García Márquez
“1982 Nobel Edebiyat Ödülü’nü ‘Gabriel Garcia Marquez’e veren İsveç bilimler Akademisi, bu ödülün gerekçesinin şöyle açıklıyordu: ‘Gerçekle gerçeküstünü, bir anakaranın yaşamını ve çelişkilerini zengin...
- Satranç ~ Stefan Zweig
Satranç
Stefan Zweig
"Satranç daima kendini geliştiren ama kısır, hiçbir sonuca varmayan bir düşünüş tarzı, hiçbir şey hesap etmeyen bir matematik, eserleri olmayan sanat, materyalden mahrum bir mimari ve buna rağmen varlığının tüm kitaplardan ve eserlerden daha kalıcı olduğu ispatlanmış, bütün milletlere ve zamanlara ait, hangi Tanrı’nın can sıkıntısı gidermek, duyuları keskinleştirmek, aklı zorlamak amacıyla yeryüzüne gönderdiğini hiç kimsenin bilmediği tek oyun değil mi?"