Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Âşıkane
Âşıkane

Âşıkane

Mehmet Rauf

Ah, ne oldu, şimdi bu emeller neredeydi? Bütün bu emellerin yerine yalnız çirkin bir hayat hakikati, bütün renksizliğiyle, bütün manasızlığıyla yerleşmişti. Lakin bu gençlik,…

Ah, ne oldu, şimdi bu emeller neredeydi? Bütün bu emellerin yerine yalnız çirkin bir hayat hakikati, bütün renksizliğiyle, bütün manasızlığıyla yerleşmişti. Lakin bu gençlik, bütün bu emellere bu kadar süs bahşeden bu sihirli gençlik ne olmuştu? O zaman boynunu bükerek bütün bu parlak hülyaları, bütün muhteşem emelleri doğuran gençliğin sırf bir yalandan ibaret olduğunu tasdik ediyordu: Serap, serap…Mehmet Rauf’un ikinci öykü kitabı olan ve ilk olarak 1909’da yayımlanan Âşıkane, “Summer Palace’ta Bir Dans Yarışması”, “Serap” ve “Garam-ı Şebab” adlı üç öyküden oluşuyor. Yazarın diğer metinlerinde de sıkça görülen flört, aşk, evlilik gibi konuların işlendiği bu öykülerde, Mehmet Rauf’un gözlem ve tahlil konusunda ne kadar usta bir yazar olduğu bir kez daha görülüyor.

İçindekiler

Önsöz ……………………………………………………………………. 11
Summer Palace’ta Bir Dans Yarışması ………………………….. 13
Serap ……………………………………………………………………… 35
Garam-ı Şebab (Gençlik Aşkı) …………………………………. 103

SUMMER PALACE’TA
BİR DANS YARIŞMASI
Safveti Ziya Bey’e

Daha geleli ancak bir çeyrek kadar olduğu halde, birdenbire bu dans salonunun kalabalığından, bu dans edenlerin eğlenmekten ziyade sıkıcı bir iş yapıyorlarmış gibi soğuk ve resmî oyunlarından o kadar sıkıldı ki hemen kendini terasa attı. Burası şimdilik tenha, içerinin göz kamaştıran ziyaları yerine direklerdeki elektriklerin donuk beyaz fanuslarından sanki donarak çıkan duru ziyaları altında beyaz bir gölgeyle aydınlanmıştı. Kendisi gibi içeriye burasını tercih edenlerden bazıları boylu boyunca dolaşırlar, diğerleri bir kişilik hasır çadırlara sokulmuş, çıplak omuzlarını gecenin rutubetinden korumak için pelerinlerine bürünmüş kadınların dizlerinin arasına girmiş denilecek kadar bir yakınlıkla sokularak yavaş yavaş konuşuyorlardı.

İngilizce, Fransızcaya karışıyor, Almanca ile Rumca ara sıra çarpışıyordu. O da Boğaz’ın, ta Büyükdere sahilindeki düzenli ışık hattıyla nihayetlenen nemli ve parlak denizine karşı bir iskemle aldı ve uzandı.

Biraz sonra, arkasında, kendine burada hiç beklemediği Türkçeyle hitap eden bir ses işitince vücudu kımıldamadığı halde başını çevirip yukarıdan bakarak, “Vay,” dedi, “nasıl oldu da damını1 bırakabildin?”

Öteki telaşlı bir tavırla, “Bir süre için, bir süre için,” dedi.

Ve sonra, itiraf edeceği şey için sağ tarafına geçip elleri pantolonun cebinde olmak, ayakta durmak üzere:

“Biliyor musun bu kadın için ölüyorum… Çıldırıyorum…

“Onun da coşkunluk derecesinde sana rekabete hazır olduğunu temin ederim, ben geldiğimden beri bir saniye ayrıldığınızı görmedim de, nasıl olup şimdi ayrılabildiğinizi merak ettim… Lakin bana öyle geliyor ki bu biraz kancamsı bir kadına benziyor…”

Öteki, beyaz eldivenin içinde hapsolunmuş eliyle ağzını kapatarak, “Fena söyleme, rica ederim fena söyleme,” diye tekrar etti. Ve sonra saatine bakarak: “Daha bir çeyrek vaktimiz var, lansiyeye2 kadar burada kalabilirim… Evvela şu garsonu çağıralım, bir viski soda ısmarlayayım, sonra şöyle yanına oturayım da sana anlatayım, bilsen ne kadın monşer3 , ne bulunmaz, ele geçmez bir kadın…”

Hem söylüyor ve hem bir eliyle uzanarak bir sandalye çekiyordu.

Öbürü: “Lakin zannetmem ki sandalyelerin rutubetini bu sıcaklığınla mahvedebilesin… Evet, şimdi hazırlanıyorum, bir itiraf sahnesi değil mi? Ve teslim ederim ki sen bunları çok iyi oynarsın… Fakat biliyor musun, artık bunlardan o kadar bıktım ki bana bulantı veriyorlar… Yanımda birisi bana aşktan bahsetmesin de başka her türlü fedakârlığa razıyım…”

Öbürü, gömleğinin, smokininin yakasının, saçlarının parıltısı arasında, donuk yüzünde, şimdi yarı alaycı bir merakla parlayan siyah gözleriyle dik dik ve şaşkınlıkla bakıyordu.

“O, o, yine galiba beyimizin aşktan nefret buhranları olmalı,” diye söylendi.

“Aşktan nefret değil, hatta tiksinti… Hem bu sefer zannederim, sonsuz bir tiksinti… Asıl sen beni dinle, zira asıl söylemeye benim ihtiyacım var ve beni yalnız sen tamamıyla anlayabilirsin zannederim… Buradaki bütün kadınları görüyorsun değil mi? Pekâlâ, işte İstanbul kozmopolit âleminin en nefis, en müstesna kadınları… Seni temin ederim ki bunların hiçbiri şu anda bana hiçbir şey söylemiyorlar… Evet, hiçbirisini sevecek değil, arzu edebilecek bir halde bile değilim… Fakat rica ederim yanlış anlama; çünkü bende halleden bir kuvvet var ki bu güzelliklere karşı peyda olmak yeteneğinde olan aşkı değil, hatta arzuyu bile, daha cenin halindeyken mahv ve yok ediyor… Nihayet, nihayet bu mahv ve yok kuvvetinden kurtulsa kurtulsa pek az –biraz arzu kurtulabiliyor ki– yalnız arzuyla, yani aşksız aşk kadar beni harap ve nefrete sevk eden başka bir şey bulmak imkânı yoktur… İşte sana itiraf ediyorum, daha bugün, ismini söylemediğim halde, pekâlâ keşfedebileceğin bir kadın, beni on beş gündür peşinde gezdiren bir kadın. Nihayet evvelsi günü bugün için bana randevu vermişti. Pekâlâ o kadar müddet beklediğim bu saadet, o kadar vakittir istediğim bu kadın artık benim için mümkün olunca, bundan bedelsiz bir sarhoşluk hissedeceğim diye sevinirken bütün ferahlığım birdenbire sönmesin mi? Kadının bu merak ve tutkuyla kendisini daha bir-iki ay takip ettirmek imkânı varken, bu kadar çabuk ve kolaylıkla razı oluşuna, böylece beni bir mevsim daha işgal edecek tatlıca bir eğlenceden böyle mahrum edişine kızmaya başladım. Nihayet bugün, öğleden sonra, kendisini kararlaştırılan yerde beklerken hemen bırakıp kaçmak arzusuna güç karşı geldim… Fakat tabii bunu yapmadım ve geldiği zaman kendisini coşkuyla kabulden ziyade coşkulu bir surette defe daha meyilli olduğumu görüyordum… Kendimi bir sahnede zannediyordum, oynayacağı vazifeye lakayt olan bir aktör gibiydim ve itiraf ederim ki o da ilk sözüyle bu ruh halimi şiddetlendirmekten başka bir şey yapmadı. ‘Nihayet beni buralara düşürdün ha?’ diye sahte bir serzeniş sesiyle söylediği ilk sözü beni bir duş altında bıraktı, hem hiç olmazsa, benim dikkatimden bu yapma lakırdıyı salimen kurtarabilmek için bir özen bile göstermedi; o zaman gelip, bir saat zevk almak için hazırlanmış olan bu kadına, bu sahtekârlığına karşılık bir ders olsun diye, kendimi men edemeyerek, ‘Bu o kadar büyük bir fedakârlıksa tamiri henüz imkânsız değil…’ dedim; durdu, kendinin böyle reddedileceğine inanmaz bir bakışla bakarak, nazlı nazlı, ‘Öyleyse gideyim…’ sözlerini söyledi. Ben kalkarak ve onu ezmekten büyük bir zevk alarak, ‘Ma foi1 madam, eğer hoşunuza öyle giderse…’ Ve haykırmak istiyordum: ‘Hayır, sen gitmezsin, zira o kadar duygularının esiri, aradığın bir zevk saniyesi için o kadar adiliklere tenezzül edersin ki… O, gelirken bozduğu tülünü düzelterek bir saniye aynanın önünde tereddüt etti, bu eğlencenin birden böyle mahvoluşuna razı olamayacağını ben zaten biliyordum, sonra birdenbire gelip elimi tutarak gözlerime kadar girdi, ‘Voyons,  pas de betise, n’est pas?’1 diye fısıldadı. Şimdi, yapma, beni donduracak kadar soğuk gelen yapma bir aşkla dizlerimin dibine geldi, birden bu duygularının esiri kadına, bu vücudun ihtirasları elinde oyuncak olmuş olan bu kadın ruhuna o kadar acıdım ki, ‘Peki,’ dedim; fakat bir şey onu tutmaktan, elini alıp böyle meclislere mahsus aşk hallerine ve işveye müracaattan beni men ediyordu; o da susuyordu ben de… Hararetli bir söz, arzulu bir bakış bulamıyordum ki meclis sıcaklık ve samimiyetle dolsun… Ve kendi kendime, ‘Bu mu aşk?’ diyordum. ‘Aşk bu mu?’ Böyle birkaç dakika bakıştık, sonra o tekrar kımıldanıp peçesini düzelterek soğuk soğuk, ‘Je maneuve,’2 dedi. ‘Bien,’3 dedim. Ve seni temin ederim ki bu kadın on beş gündür beni aşka benzer bir hisle meşgul etmiş bir kadındı… Sonra öyleleri var ki onlarda ne kadar güzel olurlarsa olsunlar ilk bakışta bir dirhem şiir bulamıyordum… Fransızların, İngilizlerin çok kullandıkları Latince bir söz vardır, hani, ‘Fikir yoksunu olanlar bahtiyardır…’ derler, ben de bahtiyar olmak için insanın çok şiiri olmalıdır diyeceğim.”

Öteki başka şeyler düşünüyormuş gibi dinliyordu, muhatabının sözünü bitirdiğini görünce dedi ki:

“Lakin sen delisin azizim, bu hummaları bırak… Sana ilk elden haber vereyim ki kadınlarla aşk olmaz… Aşksız aşk. Anlıyor musun, şimdiye kadar tecrübelerimden aldığım ders budur, aşksız aşk… Ben on senedir bütün rast geldiğim kadınlar arasında bu düsturla geziyorum, aşkın insanı kolaylıkla sevk ettiği bataklıklardan ancak bu çareyle kurtulabiliyorum… Ve buna mühim bir olayın neticesinde karar verdim ki senin küçük sirke karşılık bir rehin olabilir; o zaman senin aziz dostun doktorun karısıyla meşguldüm, en hararetli aşkımı bu kadınla yaptığımı düşünüyorum da benimle kim bilir ne kadar eğlenmiştir diye şimdi ne kadar rahatsız oluyorum bilsen… Ben de birçok takipler ve dalkavukluklardan sonra ondan bir randevu almıştım… Kadınların ‘peki’si öyle büyük bir muzafferiyettir ki elde etmesi ne kadar güç olursa neşesi o kadar çok olur ve karar verilen yerde, karar verilen saatte bulunmak üzere sokağa çıktığım zaman yolda kaçınılması mümkün olmayan bir sebepten dolayı üç çeyrek kadar geç kalmaya mecbur oldum. Sonra vakit bulur bulmaz, kaldırımlardan ateşler saçarak koştum, ‘Madam,’ dedim, ‘Burada,’ dediler, apartmana girerken karşıma bir garson çıktı, ‘Pardon mösyö… Eğer mösyö bir dakika beklerse… Mösyö salona geçer mi?’ diye o kadar telaşlı söz söylüyordu ki garip bir faaliyetle, ‘Hemen görmek istiyorum, son derece acele…’ diye ısrar ettim; herif o kadar bozuldu, o kadar şaşırdı ki kapıya dayanarak içeri girdim. Ve küçücük odada, hâlâ en çirkin ayrıntılarıyla gözümün önündedir, kanepenin üstünde, bizim madamı maitre de tall1 ile… Ah, bundan bütün kadınları mesul tutmalı mı? Fakat insan aldığı bu yaralardan o kadar etkileniyor ki intikamı bütün cinsi kolaylıkla kaplıyor… Bu kadın o zaman benim yeni dünyaya girişimin ilk başarılarından, kendimi bir şey zannettiren, uzun bir aşk hayatı, gizli, büyük bir sevgi vaat eden bu kadın, sevgili aşkını beklerken belki sabredemeyerek garsonun altına yatmıştı… Ah mon dieu2 demek garson, ben, bütün erkekler hep aynıydık, salonlarda, yarışmalarda, insanların biraz daha dış görünüşe dikkat ettikleri yerlerde biraz kıyafete, biraz olgunluğa, şahsa dikkat ve son anda altına yatılacak bir erkek olsun da nasıl olursa olsun diye bir kayıtsızlık… İşte o zamandan sonra, bende aşk yok, yalnız aşk ilişkisi var azizim… Bilir misin aşk ihtiyacımı tatmin için ne yapıyorum… Cuma ve pazar akşamları, bir kayığa atlayınca Göksuyu’na gidiyorum… Orada, örtülerinin altında, belki daha kapalı olduklarından, belki yaklaşılması mümkün olmayan, belirsiz ve uzak olduklarından uzaktan arzu veren hanımlarda biraz şiir bulabiliyorum. Bunlar böyle oluncaya kadar yirmi aşk geçirmiş, ondan sonra her birisi düzinelerle âşıkların altından kalkmış kadınlar değil, henüz bekâret ve saflık devresindeki genç kızlardır, en ketum bir tereddütlü bakış bile yüzlerinden bir pembe utanç buğusu geçirir, görürsün ki seni gördükçe, izlerini gizlemekte acemilik gösterilen bir perişanlıkla harap oluyor ve bakacağı yeri şaşırıyor… İşte, senin istediğin gibi aşk ancak böyle genç kızlarla ve bizim genç kızdan pek farkları olmayan genç kadınlarımızla yapılır ve bu artık mutlak surette bir idil1 olur… Sonra kadın lazım olunca, hani etten kandan, sahiden kadın lazım olunca, gel buralara, bu âlemlerin yarışma ve dans bahanesiyle, göbeklerine kadar çıplak göğüslerine ve omuzlarına kadar çıplak ve davet dolu memelerine düş… Bana inan azizim, hayat en mest bir kavuşmaya bile değmez…”

Bu sözlerin sonunda, yüzünde bir alay gülümseyişinin izi görünmeye başlayan muhatabı cevaben gülerek, “Ne yanlış fikirlerin var,” dedi. “Lakin azizim, kadınlar hayat tarzı nasıl olursa olsunlar, her yerde aynı cinstirler… Burada, siz beklerken garsonun altına yatmış bulduğun kadına bedel, bizim hayatta da seninle veyahut benimle ilişkideyken ve kendini bize dirhem dirhem satarken, senin gıpta edeceğin bir kolaylıkla paşa babalarının uşakları veya askerleri altına yatan genç kızlar yok mudur zannedersin… Ah kadınlar, her hayatta aynı şeydir, yani kirlenmiştirler!”

Öteki gülerek:

“Daha doğrusu, git Beyoğlu’na, bildik evlere, evet temin ederim azizim ki bu evlerde rast gelen kadınların çoğunda bu bir gecelik aşklarına daha ziyade vefaya ve sadakate eğilim bulacaksın… Ve sonra, burada gördüğün bütün bu şık ve kibar centilmenlerin ekserisi, burada, bu kibar madamların ateşlerinde harap olan bütün bu pervaneler, sanki buralarda biledikleri bıçaklarını gidip oralarda kullanırlar… Çünkü, çünkü başka türlü yapmak ihtimali yoktur. Benim bir dostum vardır ki Tepebaşı Bahçesi’nde1 piyasa ederken kolumdan çekerek beni arka yollara götürüyordu. ‘Bu niçin?’ dedim. ‘Azizim,’ dedi felsefecilere has bir şekilde, ‘gel sen buraya, buradaki hizmetçilere… Bizim için onların hanımları çok uzak ve özellikle çok uzundurlar… Bizim için, sabrımız için ancak hizmetçiler mümkündür…’ Dünyada işittiğim en doğru sözlerden biri de şüphesiz bu sözlerdir… Çünkü burada gördüğün kadınların hepsi istisnasız kârına satan tüccarlardır. Sermayeye hiç zarar geldiğini istemezler… Bunun için sana cidden tavsiye ederim. Bunların arasından kendilerinden daha kadın olarak geçmekten başka çare yoktur… Eğlenmeli ve bunun için en birinci vasıta, bir anda dört-beş aşkı aynı anda yaşamaktır. Eğer birinden bir mâniyle ayrılırsan yahut birinden bir ihanet görürsen mutlaka seni mesut edecek, hiç olmazsa eğlendirecek bir diğeri hazır bulunur. Hem insan böyle hepsini birden aldatmaktan çok zevk alır; bilsen, benim en zevk aldığım saniyeler kadınlara karşı böyle ufak ihanetler yaptığım zamanlardır; çünkü ah, bütün kadın cinsinden erkek namına alacağımız, almaya haklı olduğumuz o kadar çok intikamlarımız vardır ki… Bir kere düşün ki Âdem’den tut da sana bana gelinceye kadar erkekler sürekli bu hainlerden ihanet görmüşler, aldatılmışlar, alay edilmişlerdir. Maupassant’ın1 bir hikâyesinde bunlardan birinin pek doğru ve derin bir sözü vardır. Bir kadın diğerine diyor ki: ‘Erkekler zannederler ki kendileri seçerler. Hayvanlar, halbuki daima biz seçeriz.’ İşte ben bu sözü daima kadınlara uygulamaya çalışırım, beş tanesiyle bir günde eğlenirim, birisi için hazırladığım bir çiçeği ötekine götürmek, mesela bundan aldığım bir şeyi öbürüne vermek ve böylece bunların arasında daimi bir eğlence tertip ederek intikamlarımızı almak pek hoşuma gider…”

“Ah ya ben, lakin benim yapamadığım şeyler asıl bunlar değil midir? Bir kere, benim için bir kadın ancak seversem kadındır… Bir kadınla yalnız aşkla münasebette bulunabilirim. Halbuki bunu yapamıyorum, ne lüzumu var diyorum, demin sen sevda için genç kızlardan bahsediyordun; pekâlâ, farz edelim ki takibinden hoşlandığını gösteren böyle bir masumiyet goncasına rast geldin, değil mi? O takip devam eder de nihayet başka bir şeye sürüklenmez mi? Ve o sürükleneceği şey mademki devam etmeyecek, neye iyi, değil mi? Gözümüzün önündeki binlerce misallerle anlamıyor muyuz ki en büyük aşklar bile nefret ve düşmanlığa sürüklenmezse bile lakaydiye, uyuşukluğa mutlak iniyor, bunu, bu ilk tutku ateşini daima gençlik halinde kim, hangi ateşli kalple koruyabilir? Ve sıska çocukların yaşayışı gibi yaşayan bir aşk kadar üzüntü veren ne vardı? Mesela bugün ben öyle bir genç kız tanıyorum ki beni gördükçe, demin senin bahsettiğin gibi perişan oluyor ve bunu gizleyemiyor; demek işte bir kız ki beni seviyor yahut öyle zannediyor… Pekâlâ, neye iyi? İşte bunun devam etmeyeceğine olan inanç sevda saadetiyle bir anda bana mahsus oluyor, ve bu his içine düşünce bir uyuşukluk, öldürücü bir uyuşukluk beni boğuyor…”

“Lakin işte asıl mesele orada ya… Mademki aşkın ilk kuvvet ve şiddeti devam etmiyor, devam ettiği kadar istifade etsen, sonu fena olacak diye ilk günlerin inkâr olunmaz zevklerini niçin reddetmeli, değil mi ya?”

“İlk günlerin zevkini de böylece kaybettikten sonra… Hem bu benim elimde mi? Bir kere hiçbir kadının beni cidden ve devamla seveceğine inanmıyorum… Çünkü bu mümkün bir şey değil ki… Öyle kadınlar bulunuyor ki bunu mümkün görüyorum, o zaman da kendimin seveceğime emniyet gelmiyor… Bazen bir bakışla bütün bunları unuttuğum oluyor; o anda bunu da hayat denilen ve bin kazadan oluşan şeyin yaralayacağını ve elimden alacağını düşünüyorum… Ah azizim, bütün bu şeylerden dolayı sevemediğim için ne kadar acı çektiğimi bilsen…”

Öteki eliyle masaya vurarak coşkuyla:

“Lakin monşer, ben de sevemiyorum, senin sebeplerinden değilse de ben de sevemiyorum. Fakat aynı zamanda sevmeye lüzum da görmüyorum. Tam tersine sevmediğim için kadınlara karşı daha silahlanmış bulunarak daha çok eğleniyorum. Zira biliyor musun, bugünkü kadınlar arasında sevmek, bütün müdafaa silahını gürletmektir. Evvelden kadınlardan aldığım birtakım yaraları şimdi başkalarına açmaktan hoşlanıyorum. Bir kere hiçbir şeyden korkmayarak, hiçbir şeye riayet etmeyip de küstah olarak, bu kadınların arasında gezmek kadar tatlı başka bir zevk var mıdır zannedersin? Ve bir kere böyle dolaşmaya başlayınca böyle olmayan erkeklerin insana ne kadar alçak, ne kadar budala geldiğini ve insaniyeti tek sağlam felsefe olan bu noktadan seyretmenin ne kadar tatlı olduğunu sen bilsen…”

“Lakin bunu kabul edebilmek için kabule uygun olmalı.”

“Pekâlâ, öyleyse idylle1 yap… Uzaktan, belirsizlikle belki seni cezbederler… Bir kayığa bin, Boğaziçi sevdası yap, biraz da yalı hanımları peşinde yorul… Sana dedim ya, ben böyle bazı günlerde aşka benzer derin hislere rast geldim…”

Öteki alaycı bir tebessümle, adeta küçümseyerek:

“O, yalı hanımları öyle mi… Akşama kadar gecelikleriyle ve çıplak ayaklarında terliklerle oturan, oturabilen bu hanımlarla benim bir işim yok… Onlar saç baş karmakarışık olarak durmadan mevsimine göre ya mısır, ya karpuz çekirdeği yerler… Böyle hanımlardan maalesef bir zevk alamam. Sonra da böyle uzaktan yapılan aşklar kadar öldürücü bir şey olamaz. İnsan haftalarca karşı karşıya, uzaktan belki birbirini hoş bulabilir fakat bir gün yan yana gelince, yalnız yaradılıştan değil, maddeten hatta açıkça bile o kadar aldanıldığı ortaya çıkınca ne kadar üzücü olur… Bir aşkım vardır, kadının mektuplarını mümkün olsa da okusan, o kalpte bir aşk yanardağı ve vefa vardır zannedersin. Halbuki aşk ve tutkunun hiç ziyaret etmediği bir vücuttan, ihtirasla sarsılan bir soğuk vücuttan başka bir şey bulmadım… Ve bulmadığım yal…

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Öykü
  • Kitap AdıÂşıkane
  • Sayfa Sayısı152
  • YazarMehmet Rauf
  • ISBN9789750744778
  • Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2020

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Son Emel ~ Mehmet RaufSon Emel

    Son Emel

    Mehmet Rauf

    Aman Yarabbi, Köprü, Köprü… Bunu şimdi birdenbire ne kadar, ne kadar sevdi. O üzerinden binlerce defa geçmiş olduğu yer; bu serilmiş, ölmüş hayatıyla, elini...

  2. Kurtuluş-Halas ~ Mehmet RaufKurtuluş-Halas

    Kurtuluş-Halas

    Mehmet Rauf

    Bir İstiklal Harbi romanı olan Kurtuluş (Halâs), Mehmet Raufun savaş sonrasında, aralarında Halide Edipin de bulunduğu, birkaç arkadaşıyla beraber çıktığı İzmir yolculuğunda tanıklık ettiği...

  3. İhtizar ~ Mehmet Raufİhtizar

    İhtizar

    Mehmet Rauf

    Zaten hayatın zevkinde, eleminde o başka ne bulmuştu ve ne bulacaktı? Eziyet, daima eziyet, sonsuza kadar eziyet değil mi? Herkeste böyle miydi, diye merak...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Tuna’nın Büyülü Gemisi ~ Miyase SertbarutTuna’nın Büyülü Gemisi

    Tuna’nın Büyülü Gemisi

    Miyase Sertbarut

    Miyase Sertbarut’un, düşleri engin denizlerde yüzdürdüğü ödüllü öyküsü Tuna’nın Büyülü Gemisi, Gül Sarı’nın incelikli resimleri ve gözden geçirilmiş baskısıyla yeniden okurla buluşuyor. Hayal dünyasından gerçekliğe...

  2. Babamın Sihirli Küresi ~ Aytül AkalBabamın Sihirli Küresi

    Babamın Sihirli Küresi

    Aytül Akal

    Üçüncü sınıfa giden kahramanın, aile ve okul içinde geçen üç eğlenceli öyküsü… Mustafa Delioğlu’nun resimleriyle bezenen kitap, babaannesinin diktiği mor şapkasıyla okula gitmek isteyen...

  3. Arkası Mutlaka Gelir ~ Ayşegül DevecioğluArkası Mutlaka Gelir

    Arkası Mutlaka Gelir

    Ayşegül Devecioğlu

    “Mırıltı kesintisizdi. Çok uzaklardan geliyordu; sanki durmadan yağmur yağan, yine de suyun aç toprağı beslemeye yetmediği bir yerden… Bazen bir yakarışa, bazen ağlamaya, bazen...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur