“Bunca zaman uzaktan bakınca o günlerde tuhaf bir biçimde yüreğime oturmaya başlayan duyguları anlamaya çalışıyorum şimdi; içimde düzensizce birbirine karışan duyguların, hiçbir düşüncenin aydınlatmadığı biçimlerini ayırt edemiyorum hâlâ.”
Arturo, eve pek az uğrayan babası, köpeği ve küçük kayığıyla birlikte Procida Adası’nda, vakti zamanında görkemli olan köhne bir evde izole bir yaşam süren bir gençtir. Gündüzleri adanın yemyeşil doğasında gezinerek, akşamları büyük keşif yolculukları ve gizemli Doğu hakkında kitaplar okuyarak vakit geçirmekten hoşlanır. Ancak babası günün birinde, Napoli’nin kenar mahallesinden genç bir kadınla dönüp onunla evlenir ve evin dinamikleri değişir. Arturo çok geçmeden dünyanın hayal ettiği cennet gibi olmadığını keşfeder.
1957’de Strega Ödülü’ne layık görülen Arturo’nun Adası, İtalya’daki faşist rejimin siyasetten kültüre, sanattan mimariye, eğitimden müziğe, edebiyattan dile yaşamın her alanında kendini hissettirdiği bir dönemde yaşamış Elsa Morante’nin iç dünyasını, sıkıntılarını, kaygılarını ve korkularını içtenlikle yansıttığı en önemli yapıtıdır.
“Morante destansı duygular yaşatıyor.”
The New York Times
İthaf
Senin yeryüzünün küçük bir noktası sandığın,
her şeydi.
Hiçbir zaman çalınamayacak bu biricik hazine
senin uykulu kıskanç gözlerinin önünde.
Hiçbir zaman bozulmayacak ilk aşkın senin.
Geceye sarındı Virginea
bir Çingene’nin kara şalına bürünmesi gibi.
Kuzey göğüne asılı kalmış sonsuz yıldız:
Hiçbir kıskançlık değmez ona.
Genç arkadaşlar, İskender’den, Eurialos’tan güzel gençler,
her zaman güzel, uykusunu bekliyorlar oğlumun.
Ürkütücü sancak aşamayacak eşiğini hiçbir zaman
o gök mavisi adacığın.
Yasayı bilmeyeceksin sen
Çokları gibi, benim öğrendiğim
Ve yüreğimi parça parça eden:
Başka cennet yok araf dışında.
Birinci bölüm
Kral ve gökyüzünün yıldızı
“…Cennet
Alabildiğine yüksek, karmaşık…”
(Sandra Penna’nın Poesie1 kitabından)
Kral ve gökyüzünün yıldızı İlk övündüğüm şeylerden biri adım oldu. Arturo’ nun1 bir yıldız olduğunu erken öğrendim (bunu bana ilk söyleyen oydu sanırım): Kuzey Yarımküre’deki Çoban Takımyıldızı’nın en hızlı ve en parlak ışığıydı. Bundan başka, bu ad, Antikçağ krallarından birinin de adıydı,2 bir inançlılar topluluğunun komutanı: Tümü de kralları gibi yiğitti; kralları onlara eşitleri, kardeşleri gibi davranıyordu. Ne yazık ki, daha sonra Britanya’nın bu ünlü kralı Arturo’nun3 kesin tarih değil, yalnızca efsane olduğunu öğrendim; bunun üzerine onu bir yana bırakıp yerine daha tarihsel (bence efsaneler çocukça şeylerdi) başka kralları koydum. Ama bir başka neden, Arturo adına soyluca bir değer vermeme yetiyordu gene de: Bu neden, bu adı bana (sanımca soyluluk unvanlarının simgelerini bilmese de) annemin vermiş olmasıydı, bildiğimce. Annem, okuma yazması olmayan bir kadındı, ama benim için bir hükümdardan daha yüceydi.
Aslında çok az şey biliyordum hakkında, hemen hemen hiçbir şey bilmiyordum: Daha on sekizine bile varmadan, tam da ilk çocuğu olan ben doğarken öldüğü için. Hiç tanımadığım annemin bendeki biricik imgesi bir kartpostala basılı bir resmiydi; soluk, özelliği olmayan, neredeyse gölge gibi bir resim, ama tüm çocukluğumun fantastik tapısıydı. Onun biricik imgesi olan bu soluk benizli, acınası fotoğrafı gebeliğinin ilk aylarında çektirmiş olmalıydı. Bol giysisinin kıvrımları arasından bile hamileliği belli oluyordu; utangaç ve ürkek bir tavırla kendini gizlemek istercesine ellerini önünde kavuşturmuş. Çok ciddi görünüyor, siyah gözlerinde, bizim buranın tüm genç kızlarında ve yeni evli kadınlarda alışılageldiği gibi, yalnızca boyun eğiş değil, şaşkınlık ve belli belirsiz bir korkuyla karışık bir sorgulama okunuyordu. Sanki anneliğin ortak yanılsamaları arasında, yazgısının ölüm ve sonsuz bilgisizlik olduğunu daha şimdiden sezinliyormuş gibi.
Ada
Aşağıda, Napoli denizindeki takımadamızın tüm adaları güzeldir. Bu adalarda toprağın büyük bir bölümü volkanik kökenlidir; özellikle antik kraterlerin yakınlarında, daha sonra anakarada benzerini hiç görmediğim, kendiliğinden biten binlerce çiçek saklıdır. İlkbaharda tepeler katırtırnaklarıyla örtülüdür: Haziran ayında deniz yolculuğu yaparsanız limanlarımıza yaklaşır yaklaşmaz yabanıl, okşayıcı bir koku alırsınız. Yukarıda, tepelerin üstünde kırsal alana doğru, antik duvarlar arasına kapatılmış dar sokaklar vardır, bu duvarların ötesinde, imparatorluk bahçelerini andıran meyve bahçeleriyle üzüm bağları uzanır. Parlak, ince kumlu kumsalları, iri kayalar arasına gizlenmiş, çakıltaşları ve kavkılarla örtülü küçük kıyıları vardır adamızın. Bu, kule gibi yükselen kayaların arasına martılarla kumrular yuva yaparlar; sabahın erinde kâh ağlamaklı kâh sevinçli sesleri işitilir. Orada dingin günlerde deniz yumuşak, kıpırtısızdır, bir kırağı gibi kıyının üstüne yayılır. Ah, martı ya da yunus olmak istemezdim ben: Oraya gitmeme ve suda oynamama izin verildiği sürece bir kaya balığı –ki deniz balıklarının en çirkinidir– olmaktan memnun olurdum. Limanın çevresindeki yolların tümü de kırsal evlerle, yüzlerce yıllık evlerin arasında, güneş girmeyen daracık sokaklardır; kavkıların güzelim pembe ya da kül rengine boyanmış olsalar da ciddi ve hüzünlü bir görünüşleri vardır bu evlerin. Neredeyse mazgal delikleri gibi daracık pencerelerin denizlikleri üstünde kimi kez bir süt kutusuna dikilmiş bir karanfil ya da bir demir parmaklığa göre ayarlandığı ve yakalanmış bir kumruyu tutuklayıp içine hapsettiği söylenebilecek bir küçük kafes görülür; dükkânlar haydut ini gibi derin ve karanlıktır. Limandaki kafeteryada dükkân sahibi kadının, üstünde, turkuvaz rengi emaye bir cezvede Türk kahvesi kaynattığı bir kömür ocağı görülür. Kadın birkaç yıldır dul; hep siyah yas giysileri giyer, siyah şal, siyah küpeler. Ölünün tozlanmış dantelli kâğıtla çevrili fotoğrafı duvara, kasanın yanına asılıdır. Bakkal, Balıkçı İsa Anıtı’na bakan dükkânında bir zincirle duvarın üst kısmından çıkan bir dingile bağlanmış bir baykuş besler. Baykuşun siyahlı grili ince tüyleri, başında zarif bir tepeliği, mavi gözkapakları, siyah bir halkayla çevrili, altın rengi kocaman kırmızı gözleri var; gagasıyla didikleyip durduğu için bir kanadı hep kanlıdır. Elinizi uzatıp göğsünü hafifçe gıdıklarsanız yüzünde şaşkın bir ifadeyle küçük başını size doğru eğer. Akşam bastırdığında debelenmeye başlar, kendini kurtarıp uçmaya çalışır, düşer, bazen yeniden zincirine asılı, baş aşağı çırpınırken bulur kendini.
Adanın en eski kilisesi olan limandaki kilisede boyları üç parmağı bulmayan, cam mahfazalara kapatılmış, mumdan ermiş heykelcikleri vardır. Sahici dantelden sararmış eteklikleri, rengi atmış, sırmalı başörtüleri, sahici saçları vardır, bileklerinden sahici inciden minicik tespihler sarkar. Ölüm sarılığındaki küçücük parmaklarının tırnakları, iplik gibi incecik bir kırmızı işaretle belirtilmiş.
Bizim limanımıza, takımadanın öteki limanlarını dolduran o zarif eğlence ya da gezi gemileri hemen hemen hiç yanaşmaz; adalıların balıkçı kayıklarından başka, mavnalar ya da yük gemileri görürsünüz orada. Limandaki büyük meydan günün birçok saatinde, hemen hemen bırakılmış gibi görünür; solda, Balıkçı İsa’nın yakınında tek bir kiralık araba, adamıza yalnızca birkaç dakikalığına uğrayan daha çoğu adalı topu topu üç-dört yolcunun indikleri şehir hatları, şehir. En canlı mevsimde bile tenha olan kumsallarımız Napoli’den, tüm kentlerden, dünyanın dört bucağından denize girmeye gelip çevredeki başka kumsalları doldurmaya giden insanların şamatasını bilmezler. Kırk yılın başı bir yabancı Procida’da inecek olursa Napoli bölgesinin tüm dünyaya ün salan o karman çorman, şen şakrak yaşamı, sokaklardaki şenlikleri, bağırışı çağırışı, o şarkıları, o gitar ve mandolin seslerini bulamayınca şaşırır. Procida’lılar ters, suskun insanlardır. Kapıları sıkı sıkı kapalıdır, pencerelerden çok az insan bakar, her aile ötekilere karışmaksızın kendi dört duvarı arasında yaşar. Bizde arkadaşlık hoşa gitmez. Bir yabancının gelişi merak değil, umursamazlık uyandırır. Soru soracak olsa gönülsüzce yanıtlarlar onu, çünkü benim adamda insanlar kendi gizlilikleri içinde gözetlenmekten hoşlanmazlar. Soy olarak ufak tefek, esmer, Doğulular gibi çekik kara gözlüdürler. Birbirlerine öylesine benzerler ki tümünün de akraba oldukları söylenebilir. Kadınlar eski törelere göre, rahibeler gibi dünyadan elini eteğini çekmiştir.
Çoğunun saçları hâlâ uzun, dolaşık, başlarında şal, giysileri uzundur, kışın, siyah pamuklu kalın çoraplarının üstüne tahta ayakkabılar giyerler, yazın kimileri yalınayak gezer. Yalınayak, hızlı hızlı, hiç ses çıkarmadan, birilerine rastlamaktan kaçınarak geçerken yabankedisi ya da sansar sanabilirdi insan onları. Kumsala hiç inmezlerdi; kadınların denize girmeleri günahtır, denize girenleri görmeleri bile günahtır. Vadiye ve tepenin yamaçlarına dağılmış, öbek öbek, tümü de onlara en yüksek tepeden bakan kalenin görüş alanına giren eski feodal kent evleri kitaplarda sık sık çobanın çevresinde toplanmış bir sürüye benzetilir. Procida’da da evler, aşağıda, limandaki sayısız sık evlerden, tepelerin üstündeki daha seyrek olanlara, kırsal alandaki yalıtılmış köy evlerine dek, uzaktan kalenin eteklerine yayılmış bir sürüyü andırır tıpkı.
Kale en yüksek tepenin üstünde yükselir (öteki küçük tepeler arasında bir dağa benzer bu tepe); yüzyıllar boyunca üstüne bindirilen ve eklenen yapılarla genişlemiş dev bir kale yığını oluşturmuştur. Açıktan geçen gemilerden, en çok da geceleri, Procida’da, denizin ortasında bir kaleyi andıran bu karanlık yığından başka bir şey görülmez. Kale yaklaşık iki yüzyıldan beri cezaevi olarak kullanılmaktadır, sanırım tüm ülkenin en büyük cezaevlerinden biri. Uzakta yaşayan birçok kimse için adamızın adı bir tutukevinin adını çağrıştırır. Denize bakan batı yönünde, evimizden kale görünür ama hava yoluyla birkaç yüz metre uzaklıkta, fenerleri yanık balıkçı kayıklarının denize açıldığı sayısız küçük koyların ötesinde kalır. Uzaklık, demir parmaklıkların ayırt edilmesini engeller, surların içindeki gardiyanların gidiş gelişlerini de; cezaevi, birçok antik kentte görüldüğü gibi, en çok da kışın sisli havalarda, devinim halindeki bulutlar önünden geçerken bırakılmış bir malikâneye benzetilebilir. Yalnızca yılanların, baykuşların ve kırlangıçların yaşadıkları fantastik bir ören.
Amalfi’li Romeo hakkında bilgi
Evimiz dik bir tepenin üstünde, ekilmemiş, küçük lav taşları serpiştirilmiş bir arazinin ortasındaki tek yapıdır. Cephesi köy yönüne bakar, bu yönde, küçük tepenin yamacı kaya parçalarından yapılmış eski bir duvarla pekiştirilmiştir; burada dünyanın başka hiçbir yerinde rastlanmayan mavi kertenkeleler yaşar. Sağda arabaların geçebileceği düzlüğe inen taşlardan ve topraktan yapılmış küçük bir merdiven vardır. Evin arkasında geniş bir açıklık uzanır, bunun altında arazi sarp ve geçit vermez olur. Uzun bir kayşattan geçilince üçgen biçiminde kara kumlu küçük bir kumsala varılır. Bu kumsala giden hiçbir patika yoktur ama çıplak ayakla taşlar arasından dikine inmek kolaydır. Aşağıda bağlı tek bir kayık vardı: Benim kayığım, Antiller’in Torpidosu’ydu adı. Evimiz, başka şeylerin yanı sıra, mermer bir yontunun süslediği neredeyse kentsel bir küçük alandan pek uzak değil, adanın sıkışık yerleşim yerlerinden de. Ama belleğimde, çevresinde yalnızlığın uçsuz bucaksız bir uzam oluşturduğu yalıtılmış bir yer olarak kalmış. Tüm adanın üstüne yanardöner ağını örmüş altın bir örümcek gibi muzır ve olağanüstü, orada duruyor. Mahzenlerle çatı katını saymazsanız iki katlı bir saray bu (Napoli’de küçük sayılan, aşağı yukarı yirmi odalı evlere Procida’da saray denir); çok eski bir yer olan Procida’nın yerleşim yerlerinin büyük bir bölümü gibi çok eskidir, yapılışı en az üç yüzyıl öncesine gider. Rengi soluk bir pembe, dörtgen biçiminde, hantal, zarafetten yoksun bir yapı, görkemli ana kapı tüm pencereleri dışarıdan koruyan barok üslupta; bombeli demir parmaklıklar olmasa kaba saba bir kır evine benzetilebilirdi. Cephenin tek süsü ana kapının iki yanında, iki kör pencerenin önündeki demirden iki asma balkoncuktu.
Bu balkoncuklarla demir parmaklıklar bir zamanlar beyaza boyanmıştı, ama şimdi baştan başa lekeli, pastan aşınmıştı. Ana kapı kanatlarının birinin üstüne daha küçük bir kapı yerleştirilmişti, genellikle eve bu kapıdan gireriz: İki kanat hiçbir zaman açılmaz, onları içeriden kilitleyen kocaman kilitler zamanla onları kemiren pastan işe yaramaz araçlara dönüşmüştür. Küçük kapıdan geçince zemini kayrak taşı döşeli, penceresiz, uzun bir giriş vardır; dibinde, Procida’daki sarayların biçemine uygun olarak, küçük bir bahçeye açılan bir parmaklık. Rahipler mi yoksa Afrikalı Müslüman Araplar mı oldukları anlaşılmayan kukuletalı iki kişiyi betimleyen renkli, ama rengi biraz atmış iki seramik yontu korur bu parmaklığı. Parmaklığın ardında, bir avlu gibi evin duvarları arasına kapatılmış olan küçük bahçe yabanıl bir yeşillik utkusu gibi görünürdü. Orada, güzel bir Sicilya keçiboynuzunun altında köpeğim Immacolatella gömülüdür. Evin damından, adanın bir yunusu andıran yaygın biçimi, küçük koyları, cezaevi, denizin üstünde pek de uzakta olmayan Ischia Adası’nın gökmavisi-erguvan rengi biçimi görülebilir. Daha uzaktaki adaların gümüşlenmiş gölgeleri. Geceleriyse Çobanyıldızı takımadalarının, yıldızı Arturo’yla birlikte dolandığı gök kubbe. İki yüzyılı aşkın bir zaman önce yapıldığı günden bu yana ev rahiplerin yaşadığı bir manastır olmuştu: Bu olgu herkesçe bilinir bizde, hiçbir romantik yanı yoktur. Procida her zaman yoksul balıkçılarla çiftçilerin ülkesi olmuştur, az sayıdaki saraylarının tümü de kaçınılmaz olarak ya manastır, ya kilise, ya kale, ya da tutukevleriydi.
Sonradan, dinsel olanlar başka yerlere taşınmış, ev de kilise mülklerinin bir parçasını oluşturmaz olmuştu. Belli bir süre için, geçen yüzyılın savaşları sırasında ve sonrasında askerî birlikleri barındırdı; daha sonra oldukça uzun bir süre terk edilmiş kaldı, kimse oturmadı orada; en sonunda, yaklaşık yarım yüzyıl önce, özel bir şahıs, Procida’ya yolu düşen Amalfi’li zengin bir nakliyeci satın aldı. Kendi evi olarak kullandı, tam otuz yıl işsiz güçsüz oturdu orada. Amalfi’li evin iç kısmında, özellikle üst katta bazı değişiklikler yaptı, eski manastırın sayısız hücrelerini birbirinden ayıran bölmeleri yıktırdı, duvarları duvar kâğıdıyla kaplattı. Benim zamanımda da ne denli her yanı dökülmüş, sürekli olarak çürüyüp bozulmuşsa da ev onun bıraktığı zamanki düzenini ve döşenişini koruyordu. Napoli’nin küçük antikacı ve eskici dükkânlarından pitoresk ama bilgisizce bir fanteziyle toplanmış mobilyalar odalara belli bir romantik-kırsal görünüş veriyordu. İçeri girince büyük ninelerle büyük dedelerin ve kadınca gizlerin uzak geçmişine ilişkin bir izlenim ediniyordu insan.
Oysa yapıldıkları zamandan ailemizin oraya girdiği yıla dek o duvarlar hiç kadın yüzü görmemişti. Yirmi yıldan az bir zaman önce, baba tarafından dedem, Procida’lı bir göçmen olan Antonio Gerace, küçük bir servetle Amerika’dan döndü, artık yaşlanmış olan Amalfi’li hâlâ eski sarayda oturuyordu. Yaşlılığında kör olmuştu; bunun Ermiş Lucia’nın ona verdiği bir ceza olduğunu söylüyorlardı, kadınlardan nefret ediyormuş çünkü. Gençliğinden beri hep nefret edermiş onlardan, öyle ki kendi öz kız kardeşlerini bile görmek istemez, bağış istemeye gelen rahibeleri kapıdan içeri bile sokmazmış. Bu nedenle de hiç evlenmemiş; kiliseden içeri adımını atmazmış, kadınların birbirlerine daha kolay rastladıkları dükkânlara girmezmiş.
Toplum düşmanı değilmiş; tersine olağanüstü bir kişiliği varmış, sık sık şölenler düzenler, hatta maskeli ve kostümlü balolar verirmiş. Böyle durumlarda çılgınlık derecesinde cömert davranırmış, öyle ki adada bir söylence haline gelmiş. Ama davetlerinde hiçbir kadının bulunmasına izin verilmezmiş; bu gizemli akşamlara katılan nişanlılarını kıskanan Procida’lı genç kızlar, Amalfi’linin evine öfkeyle “Oğlanlar Evi” adını takmışlar. Dedem Antonio, beş-on yıllık bir aradan sonra yurda yeniden ayak bastığında yazgının, Oğlanlar Evi’ni ailesine sakladığını aklından bile geçirmiyormuş. Hiçbir arkadaşlık bağı olmayan Amalfi’liyi zar zor anımsıyormuş; boğürtlenler ve frenk incirleri arasındaki o eski manastırkışla, sürgünde düşlediği eve hiç benzemiyormuş. Adanın güneyinde tarlası olan bir kır evi satın almış; bekâr olduğu, yakın akrabaları da olmadığından orada yalnızca yarıcılarıyla oturmuş. Aslında Antonio Gerace’nin yeryüzünde hiç görmediği bir yakın akrabası vardı. Göçmenlik yaşamının ilk zamanlarında kısa sürede terk ettiği bir Alman kadın öğretmenle ilişkisinden doğan bir oğuldu bu. Terk edildikten sonra birkaç yıl boyunca (Almanya’da kısa görev süresi sona erince göçmen Amerika’ya nakledilmişti), genç kız-anne ona yazmayı sürdürmüş, ondan para yardımı dilemişti, işsiz kalmıştı çünkü; bebeğin olağanüstü betimlemeleriyle onu etkilemeye çalışmış. Ama göçmen o sırada kendisi de öyle acınacak bir durumdaymış ki mektuplara bile yanıt vermez olmuş, cesareti kırılan genç kız ona yazmaktan vazgeçinceye kadar. Antonio yaşlanmış, vâristen yoksun Procida’ya dönünce sormuş soruşturmuş, onun öldüğünü, on altı yaşlarındaki oğlunun Almanya’da olduğunu öğrenmiş.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıArturo’nun Adası
- Sayfa Sayısı448
- YazarElsa Morante
- ISBN9789750762963
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Grk Fare Kokusu Alıyor! ~ Josh Lacey
Grk Fare Kokusu Alıyor!
Josh Lacey
Hindistan’da çocuk olmak… Cesur köpek Grk ile Tim adındaki kurnaz bir çocuğun dünyanın dört bir yanındaki haksızlıklara karşı verdiği kahramanlık dolu mücadeleleri konu alan...
- Aden (SL1) ~ Stanislaw Lem
Aden (SL1)
Stanislaw Lem
“Lem kolay kolay anlaşılmayan ama görülen, hissedilen ve övgüyü hak eden bir olası gelecek tasviri yapmayı başarıyor.” –Ursula K. Le Guin Altı kişilik mürettebat,...
- Keşke Gerçek Olsa ~ Marc Levy
Keşke Gerçek Olsa
Marc Levy
İşten eve yorgun döndüğünüz bir gün, banyo dolabınızın içinde bir kadın bulsanız ne yapardınız? Hele bu kadını sizden başka kimse görüp sesini duyamıyorsa? Genç...