O, kurnaz, yakışıklı, türlü zorlukların içinden sıyrılıp çıkmayı başaran, hazır cevap bir suç dehası! O, polisi parmağının ucunda oynatan cesur bir antikahraman… O, klasik kötü karakter klişelerini yıkıp geçen, dünyanın en centilmen hırsızı! O, Arsen Lüpen! Herlock Sholmes, Arsen Lüpen’in sırlarını bir bir ortaya çıkarırken Lüpen bütün soğukkanlılığıyla sevdiklerini ve sıradışı hayatını korumaya çalışıyor!.. Basit bir hırsızlık, çalınan masaya saklanan piyango bileti yüzünden halkın gözünde büyürken masanın sahibi Bay Gerbois kızının kaçırıldığını öğrenir. Arsen Lüpen’in istediklerini yapınca kızına kavuşan Bay Gerbois için olay kapanır. Ancak Baron d’Hautrec’in cinayetiyle her iki işin içinde de Arsen Lüpen’in suç ortağı Sarışın Kadın’ın olduğunu anlayan polis yine centilmen hırsızın peşine düşer. Baron d’Hautrec’in değerli elması Kontes Crozon’dan çalınınca, Kont ve Kontes ünlü İngiliz dedektif Herlock Sholmes’ten yardım isterler; ondan başkası Arsen Lüpen’i yakalayamayacaktır. Klasikleşen kahramanı Arsen Lüpen’le hayal gücünün sınırlarını zorlayan Maurice Leblanc’tan, nefes kesen bir macera!..
I
514 NUMARALI BİLET
Versailles Lisesi’nde matematik öğretmenliği yapan Bay Gerbois, 8 Aralık günü bir eskici dükkânında maun ağacından yapılmış bir yazı masası gördü. Çekmeceleriyle ve pratik kullanımıyla ilgisini çeken bu masa çok hoşuna gitti.
“Tam Suzanne’ın yaş gününe göre bir hediye,” diye geçirdi aklından.
Zar zor geçinecek kadar bir aylık aldığı için kızını nasıl sevindirebileceğini düşünüp durmaktaydı. Bay Gerbois üç aşağı beş yukarı pazarlık ettikten sonra, altmış beş frank vererek masayı satın aldı.
Evinin adresini vereceği sırada genç ve şık giyimli bir adamın onca eşyayı karıştırdıktan sonra, yazı masasını eskiciye göstererek, “Kaça?” diye sorduğuna tanık oldu.
“Satıldı,” diye cevap verdi eskici.
“Yaa! Galiba şu beye sattınız?”
Bay Gerbois dükkândan ayrıldı. Bu seviyede bir adamın beğendiği bir şey satın aldığı için mutluydu.
Daha on adım atmamıştı ki genç adam yanına yaklaşarak nazik bir şekilde, “Affedersiniz, beyefendi,” dedi. “Saygısızlığımı bağışlayın, ama bir şey soracağım. Bu masayı özellikle mi seçip aldınız?”
“Hayır, gördüm ve hoşuma gitti.”
“Öyleyse bu masaya o kadar da değer vermiyorsunuz?”
“Yoo, veriyorum.”
“Antika olduğu için mi?”
“Pratik olduğu için.”
“Ben size aynı şekilde pratik, daha yeni ve sağlam bir masa versem değişir miydiniz?”
“Bu da sağlam. Niye değiştireyim ki?”
“Ama…”
Bay Gerbois pimpirikli ve çabuk sinirlenen bir adamdı.
Kısaca kestirip attı:
“Lütfen bayım, ısrar etmeyin.”
Yabancı adam yolunu kesti.
“Beyefendi ne kadar ödediğinizi bilmiyorum, ama ben size iki mislini vermeye hazırım.”
“Olmaz.”
“Üç mislini?”
“Yeter be!” diye bağırdı öğretmen, sabrı taşmıştı. “Satmıyorum işte!”
Genç adam ona öyle bir baktı ki Bay Gerbois bunu kolay kolay unutamayacaktı. Sonra hiçbir şey söylemeden dönüp gitti.
Bir saat sonra masa öğretmenin Viroflay Sokağı’ndaki evine getirildi. Bay Gerbois kızına seslendi:
“Bu sana, Suzanne. Bakalım hoşuna gidecek mi?” Suzanne güzel, cana yakın ve neşeli bir genç kızdı. Babasının boynuna atılarak onu öyle bir kucakladı ki sanki kendisine krallara layık bir hediye verilmişti.
Aynı akşam masayı evin hizmetçisi Hortense’in yardımıyla kendi odasına taşıdı. Bütün çekmecelerini temizledikten sonra içine mektup kâğıdı, zarf ve o zamana kadar topladığı kartpostallar ve yeğeni Philippe’in anısına sakladığı tek tük ziynet eşyasıyla doldurdu. Ertesi sabah saat sekizde Bay Gerbois okula gitti. Saat onda Suzanne, her zaman olduğu gibi, babasını okul çıkışında bekledi. Bay Gerbois için, karşı kaldırımda kendisini çocuksu gülüsemesiyle bekleyen küçük kızını görmek büyük bir zevkti.
“Ee, masanı beğendin mi?”
“Harika bir şey! Hortense’le pirinç kısımları parlattık.
Altın gibi parladı.”
“Yani hoşuna gitti?”
“Hem de nasıl! Şimdiye kadar nasıl onsuz yapabilmişim, bilmiyorum.”
Evin bahçesinden geçtiler. Bay Gerbois, “Şu masaya yemekten önce bir göz atalım mı?” diye sordu.
“Evet, harika fikir.”
Genç kız merdivenleri babasından önce çıktı. Odanın kapısının eşiğine varınca şaşkınlıktan bir çığlık attı.
“Ne oldu?”
“Masa yok!”
Hırsızlık o kadar kolay gerçekleşmişti ki polis bu hayranlık uyandıran basitliğe şaşırıp kaldı. Suzanne evden çıktıktan, hizmetçi kadın da alışverişe gittikten sonra bir nakliyat arabası -hatta yandaki komşu firmanın ismini bile görmüştü- bahçe kapısının önüne yanaşmış, firma elemanları kapı zilini iki kez çalmışlardı. Komşular hizmetçi kadının evde olmadığını bilmedikleri için durumdan şüphelenmemiş, adamlar da hiç rahatsız edilmeden işlerini görmüşlerdi. İşin tuhafı, masa dışında evdeki hiçbir şeye dokunulmamıştı. Hatta Suzanne’ın yazı masasına bıraktığı para cüzdanıyla üç beş ziynet eşyasını yandaki sehpanın üstünde bulmuşlardı. Hırsızlığın neden yapıldığı belliydi, ancak böyle değersiz bir eşya için onca tehlikeye atılmaya ne gerek vardı?
Öğretmen tek ipucu olarak bir gün önce olanları anlattı:
“Satmak istemediğimi söyleyince genç adam bana öyle bir baktı ki bu bakışta apaçık bir tehdit sezdim.”
Bu fazla bir şey ifade etmiyordu. Eskiciye sordular. Her iki adamı da tanımadığını söyledi. O yazı masasını Chevreuse’de bir cenaze evinde, açık arttırmayla satılan eşyalar arasından seçmiş ve kırk franka satın almıştı. Onu satarak kâr etmeyi düşünmüştü. Bunun dışındaki araştırmalar bir sonuç vermedi.
Bay Gerbois çok kıymetli bir şeyi kaybettiğinden emindi artık. Belki de çekmecelerden biri çift tabanlıydı ve arasında bir servet saklıydı. Genç adamın da bundan haberi olmalıydı ki satın almak için o kadar ısrar etmişti.
“Aman babacığım, o servetle ne yapacaktık ki biz?” dedi Suzanne.
“Bu zenginlikle çok iyi bir evlilik yapabilirdin.”
Suzanne’ın gözü kuzeni Philippe’teydi; onun da fakir olduğunu bildiği için acı acı içini çekti. Ve böylece Versailles’daki küçük evlerinde baba ve kız, artık hayatlarından eskisi kadar memnun olmayarak yaşamlarını sürdürdüler.
Aradan iki ay geçti. Derken birbiri ardına hem yüzlerini güldüren rastlantılarla hem de üzücü olaylarla karşılaştılar. 1 Şubat’ta eve henüz gelmiş olan Bay Gerbois, saat tam beş buçukta akşam gazetesini eline alıp gözlüklerini taktıktan sonra okumaya başladı. Siyasetle ilgilenmediği için sayfaları çevirdi. Derken dikkatini çeken bir haber okudu:
Basın ve Yayın Kurumunun Üçüncü Piyango Çekilişi.
Seri 23-514 numaralı bilet bir milyon kazandı…
Gazete elinden kaydı. Duvarlar dönmeye başladı; kalp atışları durur gibi oldu. Seri 23-514 ona ait biletin numarasıydı! O bileti tesadüfen, bir arkadaşının hatırı kırılmasın diye satın almıştı. Çünkü şansa pek inanmazdı. Ama şimdi kazanmıştı işte!
Hemen cebinden not defterini çıkardı. Evet, aynı numaraydı. Ne olur ne olmaz diye numarayı bu deftere kaydetmişti. Fakat bilet neredeydi?
Çalışma odasına koştu, piyango biletini içinde zarfların bulunduğu ufak bir kutuya koymuştu. Ama kutu yerinde yoktu! O anda aklına kutunun haftalardan beri orada olmadığı geldi. Bahçede ayak sesleri duyunca seslendi:
“Suzanne! Suzanne!”
Genç kız koşarak merdivenleri çıktı. Adam boğulurcasına kekeledi:
“Suzanne, mektup kutusunu gördün mü?”
“Hangisini?”
“Louvre’dan aldığımız… Perşembe günü getirmiştim.
Burada, masanın kenarında duruyordu.”
“Ama hatırlasana baba, onu beraber toplayıp kaldırmıştık.”
“Ne zaman?”
“Aynı akşam… Düşünsene… O günün akşamı…”
“Tamam da, nereye koyduk?.. Söylesene. Deli etme beni…”
“Nereye mi? Yazı masasının çekmecesine.”
“Çalınan masanın mı?”
“Evet.”
“Çalınan masa!”
Dehşet içinde bu kelimeleri yineleyip durdu. Sonra kızının elini tutarak kısık sesle, “O masada şimdi bir milyon yatıyor kızım,” dedi.
“Ama baba, niye bunu bana daha önce söylemedin?”
“Bir milyon!” diye yineledi. “Piyangodan kazandığımız en büyük ikramiye!”
Bu şanssızlık kızı çok etkilemişti. İkisi de konuşmadı.
Sessizliği bozmaya cesaret edemediler.
Neden sonra Suzanne, “Ama baba, öyle de olsa sana parayı öderler,” dedi.
“Niye? Elimde kanıtlayacak bir şey yok ki?”
“Kanıt mı lazım?”
“Tabii ki!”
“Ve sende kanıt yok?”
“Bir tane var.”
“E, gördün mü?”
“O kanıt ufak kutudaydı.”
“Ortadan kaybolan kutuda mı?”
“Evet. Parayı öbür herif alacak.”
“Ama bu berbat bir şey! Şikâyet edemez misin, baba?”
Babası bir an sessizce durdu. Sonra yeniden enerjisini toplayarak yerinden fırladıyıp bağırmaya başladı:
“Hayır, hayır… Yüz kere hayır! Onu alamayacak… O milyonu alamayacak! Niye alsın ki? İstediği kadar kurnaz olsun onun da elinden fazla bir şey gelmeyecek. Çünkü parayı almaya gidince kimliği ortaya çıkacak! Oo… Dur bakalım arkadaş!”
“Ne yapacaksın baba?”
“Ne olursa olsun hakkımızı sonuna kadar arayacağız!
Ve de almayı başaracağız! Milyon benimdir! Alacağım onu!” Birkaç dakika sonra postaneden şu telgrafı çekti:
Toprak Kredi Bankası Müdürlüğü’ne Capucines Sokak, Paris Seri 23-514 numaralı bilet benimdir. Sahibi olduğunu iddia edeni mahkemeye vereceğim.
Gerbois
Aynı anda bankaya aşağıdaki telgraf geldi:
Seri 23-514 numaralı bilet bende.
Arsen Lüpen
Ne zaman Arsen Lüpen’in sayısız maceralarından birini anlatmaya kalksam utanıyorum. Bana öyle geliyor ki okuyucularım onun her macerasını biliyor. Gerçekten, hani nasıl derler “ulusal hırsızımız”ın önceden açıkça söyleyip de yerine getirmediği şey yoktur.
Olayları en ufak ayrıntısına kadar irdeleyip onlar hakkındaki görüşlerini ortaya koyarken gösterdiği soğukkanlılığı başka kimsede bulamazsınız. Onun her öyküsünde bir kahramanın eylemlerini görürsünüz.
Örneğin, Sarışın Kadın’ın acayip öyküsünü kim bilmez ki? Gazetelerde koskoca harflerle yer almıştı “Seri 23-514” diye… Ya da “Henri-Martin Caddesi’ndeki Cinayet!” diye. Keza “Mavi Elmas!” Ünlü İngiliz dedektifi Herlock Sholmes’ün işe karışması ne kadar merak uyandırmıştı.
İki büyük yeteneğin mücadelesinde beklenmedik olaylar ne kadar heyecan yaratmıştı. Hele hele günlük gazete satıcılarının sokaklarda, “Arsen Lüpen’in tutuklanışını yazıyor!” diye bağrışı…
Bu konuda geç kalışımın nedeni farklı gizemlere ışık tutacak olmamdır. Lüpen’in her macerasında aydınlanmamış bir nokta kalmıştır. Bunu kâğıda dökmekten hep çekinmişimdir. Okunanları, yeniden okunanları tekrarlarken eski röportajları inceleyip onları birbirine bağlamış ve hepsine sistemli bir şekilde, “gerçeklerin ışığında” bakmayı yeğlemişimdir. Bu konularda benim en büyük yardımcım hep Arsen Lüpen oldu. Ne var ki bu kez Sholmes’ün en güvendiği dostu ve benim asla unutamayacağım Dr. Wilson’ın da yardımlarını gördüm.
Gazetelerde her iki telgrafın aynı anda yayınlanmasının hep gülüşmelere yol açtığı hatırlanacaktır. Zaten Arsen Lüpen adı, halkın merakını arttırmış, insanlar bir eğlence bulmuşlardı. Hatta halk yerine bütün dünya diyebiliriz.
Toprak Kredi Bankası’ndan alınan bilgiye göre Seri 23514 numaralı bilet Versailles’daki Lyonne Kredi Bankası’nın bir şubesinden Bessy adında bir topçu binbaşısına satılmış, ama binbaşı attan düşerek ölmüştü. Arkadaşlarına bakılırsa binbaşı ölmeden önce bu bileti bir arkadaşına satmıştı.
“İşte o arkadaşı benim!” dedi Bay Gerbois.
“Kanıtlayın,” diye cevap verdi banka müdürü.
“Kanıtlayayım mı? Çok kolay. Binbaşıyla dost olduğumuzu en az yirmi kişi biliyor. Hep Armes Meydanı’ndaki bir kahvede toplanırdık. Bir gün paraya ihtiyacı olmuştu.
İşte o kahvede ben kendisinden o bileti yirmi franka satın aldım.”
“Görgü tanığınız var mı?”
“Yok.”
“Bu durumda itiraz gerekçeniz nedir?”
“Bu vesileyle bana yazmış olduğu bir mektup.”
“Nasıl bir mektup bu?”
“O mektubun içinde bilet vardı.”
“Görebilir miyim?”
“Ama işte o mektup çalınan yazı masasında.”
“Bulun onu öyleyse.”
Arsen Lüpen onu buldu. Echo de France gazetesine -ki onun resmî yayın organı sayılırdı, hatta hisssedarlarından biri olduğu bile söylenir- verdiği ilanda Binbaşı Bessy’nin bizzat yazdığı mektubun kendinde olduğunu ve bunu danışmanı olan Avukat Detinan’a teslim ettiğini bildirdi.
Gel de gülme bakalım! Arsen Lüpen gibi modern toplumun yasalarını ve kurallarını hiçe sayan bir adam yasalara uyarak kendine bir avukat tutsun!
Avukat, şimdiye kadar Arsen Lüpen’le ne yazık ki hiç yüz yüze görüşmediğini açıkladı. Sadece ondan talimat alıyordu. Bu görevi üstlenmekten şeref duyduğunu söyleyerek müşterisinin haklarını sonuna kadar savunacağını bildirdi. Milletvekili adına yeni bir dosya açarak hiç çekinmeden mahkemeye binbaşının mektubunu gösterdi.
Bu mektup biletin satıldığını kanıtlıyordu, fakat alıcının ismi belirtilmemişti. Mektup, “Aziz dostum…” diye başlıyordu. O mektuba iliştirdiği bir pusulaya, “Aziz dostum dediği benim!” diye yazmıştı Lüpen. “Bunun kesin kanıtı da mektubun bende olması.”
Bu kez gazeteciler Bay Gerbois’nın evine koşuştu. Öğretmen hep aynı şeyi söylüyordu:
“Aziz dostum dediği ancak ben olabilirim! Arsen Lüpen binbaşının mektubuyla birlikte piyango biletini de çaldı.”
“İspat etsin!” diye karşılık verdi Lüpen gazetecilere.
“Ama yazı masasını çalan o!” dedi Gerbois.
Ve Lüpen karşılık verdi:
“İspat etsin!”
Piyango biletinin sahibi olduğunu savunan bu iki kişi arasındaki açık düello, gazetecilerin her iki ev arasında mekik dokumaları ve Arsen Lüpen’in soğukkanlılığı karşısında Bay Gerbois’nın akılsızca davranışları kamuoyunu bir hayli güldürdü.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Hikaye-Roman-Masal Roman (Yabancı)
- Kitap AdıArsen Lüpen - Herlock Sholmes'e Karşı
- Sayfa Sayısı320
- YazarMaurice Leblanc
- ISBN9786257340007
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviPortakal Kitap / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey ~ Marc Levy
Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey
Marc Levy
Düğününden birkaç gün önce, Julia babasının sekreterinden bir telefon alır. Önemli bir iş adamı olan babası Anthony Walsh törene katılamayacaktır. Her zaman mesafeli ve sorunlu bir ilişkileri olduğundan, Julia bu habere pek de şaşırmaz, ancak bu kez babasının mazereti haklıdır: Anthony Walsh ölmüştür.
- Bilgeliğin Anahtarı ~ Nora Roberts
Bilgeliğin Anahtarı
Nora Roberts
Her zaman İrlanda efsanelerinden etkilenmiş ve kendini o sihirli öykülere yakın hissetmiş olan Nora Roberts, 'Anahtar' üçlemesinin ikinci kitabı olan 'Bilgeliğin Anahtarı'nda da dizinin ilk kitabı 'Işığın Anahtarı'nda olduğu gibi, hayal gücünün sınırlarını zorlayarak bir yirmi birinci yüzyıl masalı anlatmaya devam ediyor.
- İnsanın Taşrası ~ Elias Canetti
İnsanın Taşrası
Elias Canetti
“Bu notların güçlüğü, kişisel olmalarından kaynaklanıyor. İnsan, özellikle kişisel olandan uzaklaşmak istiyor; sanki daha sonra artık değişemeyeceğinden korkarcasına, kişisel olanı kâğıda dökmekten korkuyor. Gerçekte...