Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Arjantin Tangoları
Arjantin Tangoları

Arjantin Tangoları

Selçuk Baran

“Arjantin Tangoları” (1992) Selçuk Baran’ın altıncı öykü kitabı. Yalnızlık ve umutsuzluk dolu öykülerinde düşsel, şiirli bir hava yaratmakta başarı gösterdiği kabul edilen Selçuk Baran,…

“Arjantin Tangoları” (1992) Selçuk Baran’ın altıncı öykü kitabı. Yalnızlık ve umutsuzluk dolu öykülerinde düşsel, şiirli bir hava yaratmakta başarı gösterdiği kabul edilen Selçuk Baran, Behçet Necatigil’den Vedat Günyol’a, Füsun Akatlı’dan Selim İleri’ye, Hulki Aktunç’tan İbrahim Yıldırım’a, İnci Aral’dan Behçet Çelik’e pek çok yazarın övgüyle üstünde durduğu, günümüz okuru tarafından daha fazla keşfedilmeyi bekleyen bir yazar.

“Kıyı yok. Çünkü ben kıyıları hiç sevmedim, ufuk çizgilerini sevmedim. Ufka, kıyılara, bir ağacın köklerine, birtakım törenlere, başlangıcın bitiş anlamına geldiği hiçbir şeye bakmayı sevmedim.”

*

Krizantemler

İnsanlarının dilinden anlamadığı bu yabancı kentte, otel odasına sığınmanın en geçerli çare olduğunu düşünüyordu genç kız. Aslında şimdiye değin çaresizlik ve sığınma duygusuna bilinçli olarak hiç kapılmamış bulunduğunu düşünecek kadar da gençti. Yüreği bir mücevher kutusu gibiydi; kısacık ömrü boyunca mücevher kutusu filan görmemiş olsa bile. İyi eğitilmişti. Yakınlarından hiçbirini ölüm döşeğinde görmemişti ki, en azından doğanın amansızlığı karşısında irkilsin; bu amansızlığa da yüreğini sertleştirerek dayanmaya kalkışsın… Belki de bu yeni bir deneyimdi. Ve iyi eğitilmiş her genç gibi her türden deneyimi değerlendirmenin görevi olduğunu düşünüyordu.

Önünde bavulu taşıyan çocukla merdivenleri çıkarken böyle düşünüyordu. Üstelik ona elindeki az parayla kalabileceği, geceyi geçirebileceği bir otel bulmuşlardı. Buna da sevinmesi gerekirdi. Ne var ki, odada yalnız kalınca sevinmek için pek fazla olanağı bulunmadığını kabullenmek zorunda kaldı. Kendisine sunulan oda anlatımsız bir akşamüstünü, tedirgin bir geceyi rahatça geçirebileceği iç açıcı bir sığınak olmaktan çok uzaktı; odadan çok bir koridora benziyordu. Belki de upuzun bir koridor, rastgele bir yerinden kesilerek oda biçimine sokulmuştu. Aslında bir ucu kapalı (her zaman açılabilecek kapıyı unutmazsak eğer), öteki yanı nereye ulaştığı bilinmeyen kapkara bir boşluktu. Lavabonun üzerinde yanan ampulün ışığı (tavandaki ampul yanmıyordu; ya bozuktu ya da komi açmayı unutmuştu) kapının karşısındaki duvarı (böyle bir duvar varsa eğer) pek aydınlatmıyor; yatağın ötesinde bulanık bir boşluk görünüyordu. Yatak, odanın enini tümüyle kapladığından kızın, orada duvar var mı yok mu diye gidip bakması olanaksız değilse bile oldukça zordu. Çünkü yatağı aşamayacak kadar güçsüzdü. Çok üşüyordu. Kalorifer demirlerini elledi, buz gibiydiler.

Oysa sabahleyin trene binerken bıraktığı kent güneş içindeydi; o da bu ağustos sabahına yaraşır biçimde incecik giyinmişti. Bavulunu açtı. Kalın bir ceket, çorap çıkarttı, giydi. Titremesi geçmişti. Eşyalarını çıkarıp dolaba yerleştirmeyi düşünmedi bile. Yarın sabah erkenden bu odayı bırakacaktı nasıl olsa. Odadan, otelden çıkacak, kendisini ülkesine götürecek uçağa binecekti.

Odadan, otelden kurtulmasının hiç de olanaksız, hele uzak bir olasılık olmadığını düşünmek bir başka duygusunu açığa vurdu: Isınmak, sevinmek yetmiyordu elbette; karnı çok açtı. Hem bu Tanrı’nın cezası odada daha fazla kalmak istemiyordu. Açlığını bastırmak, bir şeyler yemek zorundaydı.

Merdivenleri inerken, otelden çıkarken tedirgindi. Dilini bilmediği bu kentte bir lokantaya girip yemek ısmarlamak düşüncesi bile yıldırıcıydı nerdeyse. Garsona ne diyecekti, ne ısmarlayacaktı? En önemlisi cebindeki para yetecek miydi?

Otelin bulunduğu arka sokaktan ana caddeye çıkınca tedirginliği, yabansı duyguları uçup gidiverdi. Sanki canlı bir sahne oyununun tam göbeğindeydi. Oyuncularla izleyicilerin birbirine girdiği, birbirine karıştığı bir sahne oyunuydu bu. Taşkın, coşkun, kendinden geçmiş bir kalabalık… Belli herkes keyif ehli. Oyuncularla izleyicileri belki ayırt edebilirsiniz: Her an devinim içinde, sağı solu, çalgı araç-gereçlerini coşkudan yumruklayan, her an tetikte, her an bir sporcu uyanıklığında olanlar mutlaka oyunculardı şu yüzünde sinsi anlamlarla, yaman çığlıklarla, kapkara kaşlarını oynatarak hep sorgulayan, hep araştıranlar da izleyiciler olabilirler.

Gene de emin olmak kolay değil. Ama genç kızın iyi bildiği bir şey var: İster izleyici olsun, ister oyuncu, yüzünde gülpembe umutlar açan kadınların kolunda daima bir erkek… Erkek umursamaz, serinkanlı, huysuz, örtülü, kıyıcı olabilir. Bu özelliklerin hiçbiri kollarına girmiş, omuzlarına ya da göğüslerine yaslanmış kadının gülpembe umudunu bulandırmıyor. Bu coşkun kalabalık, yaşama kurallarının hepsini boşlamış sanki. Sözleri de müziği de unutulmuş, çoktan yitip gitmiş bir şarkının seline kapılmışlar, akıp gidiyorlar.

Bir tek o yalnız… İnce yazlık giysisi, kalın ceketi, beyaz sandalları ve koyu renk çoraplarıyla rüküş mü rüküş kısacası.

İşte karşısında on ikiye sekiz metrelik bir sinema afişinde Jennifer Jones’un tutkudan gerilmiş yüzü, Gregory Peck’in uzaklara çevrili bakışlarına aldırmadan, güneşli tarlalar, kayalık dağlar, kanyonlar, meşe ormanları muştulayan ucu bucağı belirsiz göğsüne kapanmış… Gregory Peck’in gözü uzaklarda ama kolu kızın belini sıkıca sarmış ya… Jennifer Jones bununla yetiniyor.

Genç kız, aldığı eğitim gereği, bir ahlak duygusundan, bir davranış biçiminden öte, kişiliğine damgasını vuran kendi kendine duyduğu saygıyı da boşlayıverdi.

Vitrinlere bakıyordu yürürken. Bir çiçekçinin vitrini dikkatini çekti. Çok çok güzel düzenlenmiş bir vitrindi bu. En çok da bir çocuk kafası büyüklüğündeki krizantemler dikkati çekiyordu. Ağustos ayında krizantem… Daha neler! Keşke dükkân açık olsaydı diye geçirdi aklından. Açlığını filan unutup krizantem alabilir, bu deliliği yapabilirdi. Ne yazık, delilik yapmak için o kadar az fırsat geçiyorduki eline. Avrupa kentlerini dolaşırken bile delilik yapacak zamanı olmamıştı hiç. Öylesine uslu akıllı bir kız olarak büyütülmüştü. Belki de bu yüzdendi.

Tam o sırada çoktan kapanmış gibi görünen dükkânın kapısı açıldı. Fraklı bir adam çıktı dışarı. Başında silindir şapkasıyla. Elinde üç tane beyaz krizantem tutuyordu. Krizantemleri kıza uzattı; daha doğrusu eline tutuşturuverdi. Hemen ardından acelesi varmış gibi uzaklaştı, kalabalığa karışıp gözden kayboldu.

Kız olanı biteni pek yadırgamadı. Sanki böyle bir şeyin olmasını çoktandır bekliyordu. Çoktandır… Ne zamandan beri mi? Belki otelin merdivenlerinden inerken… Belki Avrupa’ya yolculuğa çıktığı sırada… Belki de çok eskiden… Hani o.. Kim bilir?

Elinde çiçeklerle yürüdü. Mutluydu. Çok mutluydu. Çoktandır olması gereken bir şeyin sonunda gerçekleşmesinden ötürü rahatlamış gibiydi; bu yüzden mutluydu, heyecanlıydı da… Hem de nasıl!

Büfemsi bir yerin önünden geçtiğini fark etmedi önce. Sonra geri döndü. Önü tamamen açık, bu yüzden pek davetkâr, aydınlık, üstelik müşterisiz bir yerdi burası. Cebindeki parayla karnını doyurması mümkün görünen bir yer.

“İki sandviç, bir de kahve” dedi tezgâhın arkasında duran beyaz ceketli adama, bu iki sözcüğün her dilde nasıl olsa anlaşılacağından emin olarak. Ama adam hiçbir şey anlamadan yüzüne baktı. Bu kez parmaklarıyla iki ve bir işaretlerini yaparak dileğini tekrarladı. Adam çaresizlik içinde başını salladı. Tam o sırada yanı başında bir ses, anlamadığı dilde bir şeyler söyledi.

Bu, o aynı adamdı; fraklı, silindir şapkalı, hatta sırtında şimdi fark ettiği kısa pelerin olan adam. Uzun boyluydu, çok zayıftı. Kemikli bir yüzü, çukura kaçmış iri siyah gözleri vardı. Bu çok iri, belki de anlamlı siyah gözler yazık ki ona herhangi bir başkalık katmıyordu. Gene de adamın nereden geldiği bilinmeyen, anlaşılmayan tuhaf bir çekiciliği vardı. Çekiciliğin de ötesinde bir şey belki… Anlaşılmaz bir büyü…

Ne var ki kız, kurtulamayacağını sezdiği bu büyüye tam kendini kaptıracakken bir başka şey oldu. Tezgâhın arkasındaki beyaz ceketli adam, küçük bir kapıyı açıp mutfağa girmişti. Kapının açılıp kapandığı kısa süre içinde küçük dükkânı, Strauss’un melodileri dolduruvermişti. Bunaltmayan güneş, bıktırmayan ışık, acıtmayan renkler… Kimselerde acı, öfke, sıkıntı, umutsuzluk uyandırmadan sürüp giden tatlı mırıltılar… Yabancı bir kentmiş, bugün uçakta yer bulunamamış, parasızlıkmış, soğukmuş hadi canım sen de! Kim, kimmiş, hani yabancılar? İyi bakılmış İngiliz çimleri uzayıp gidiyor, laleler hafif esintide sallanıyor… Orman ağaçlarının upuzun gövdelerini kesen ışıktan yollar…

Kapı bütün bunların üzerine kapandı sanki. Adamın, kızda uyandırdığı anlatılamaz, en kötüsü tanımsız büyü kaldı tek. Dirseklerini büyük bir umursamazlıkla tezgâha, kızın tam yanı başına dayamıştı. Hayır, kolları kıza değmiyordu. Kıza dokunmak için çaba gösterdiği filan yoktu adamın. En kötüsü de buydu galiba. Umursamazlığı… Üstelik yanında hiç kimse yokmuş gibi duruyor, gözlerini aç olan kendisiymiş gibi garsonun çıkacağı kapıdan ayırmıyordu.

Garson az sonra geldi ve kızın önüne biri peynirli, öteki salamlı iki sandviçle bir fincan kahve koydu. O içeri girerken Strauss gene duyuldu. Yağmurun ıslattığı çayırlık, kokusunu bıraktı. Laleler sallandılar. Üveyikler hep birlikte masmavi göğe doğru havalandılar. Her şey öylesine güzeldi ki, kız ağlayabilirdi. Gene de tuttu kendini. Fraklı adam ne derdi sonra? Aman aman çok ayıp olabilirdi.

Kahve mis gibi kokuyordu. Sandviçler özenle hazırlanmıştı. Ama kız hiçbirine el sürmedi. Sanki o anda açlığını gidermeyi düşünürse adama, fraklı adama çok ayıp olacaktı.

“Bunları bırakın” dedi adam. “Benim de karnım aç. Güzel bir şeyler yiyelim. Soylu yiyecekler: Karides kokteyli, fırında alabalık, bıldırcın, kuşkonmaz… Ve tabii şampanya.”

O sırada garson gene mutfağa girdiğinde gene Strauss duyulmuştu. Bu kez koyu yeşil çimenler üzerine kurulmuş bir sofra, içinde şampanyaların soğutulduğu gümüşten buz kovaları gördü kız. Tüm dünya nimetlerine evet demeye hazır bir gülüşle baktı adama ve oturduğu yüksek tabureden indi.

Adamı tanımıyordu. Sokaklarda frakla, pelerinle dolaşan, en olmadık zamanlarda karşısına çıkan bir adama ne kadar güvenebilirdi ki… Üstelik keskin bir tıraş losyonu gibi çevresine saçtığı o yoğun çekiciliğe ne demeliydi? Kendine güvenen arsızın biriydi belki. Aklına eseni yapıyor, işte kendisi de hiçbir şeye karşı çıkmıyordu. Ama bütün bunlarda ne gibi bir kötülük olabilirdi ki? Hem kız kendine, kişiliğine, kişiliğinin bir bölümünü oluşturan saygınlık duygusuna, aldığı eğitime güveniyordu. Kimse ona kötü bir şey yapamazdı, yaptırtamazdı. Zamanında “dur” demesini bilecek biçimde yetiştirilmişti. Bu böyleydi. Şaşmazdı. Hem şu koskoca Avrupa yolculuğu süresince bir tek serüven bile yaşamamıştı. Hep yapılması gerekenler, görevler, çalışmalar… Bir tek serüvenin ne zararı olabilirdi?

O çılgın kalabalığa karışıverdiler… Adamın pelerini insanın yüreğini ağzına getirecek bir coşkunlukla sağa sola savrulup duruyordu. Birden o çılgın kalabalığa şöyle bağırmak istedi kız:

“Görüyorsunuz işte, artık yalnız değilim; benim de yanımda bir erkek var.”

Ve bütün öteki kadınlar gibi erkeğin koluna girerek, göğsüne yaslanarak onu tüm dünyaya bildirmek istedi. Ne var ki, tam o sırada adam elini tuttu. Tanrım, ne güçlü bir el bu böyle; zayıflığından hiç umulmaz ama öyle işte. Güçlü, sağlam, ürkütücü… Parmak uçları birbirine dokunuyor. Boğuk bir kahkaha atıyor kız. Sonra gene “Hayır,” diyor içinden, “hayır, bunun hiçbir zararı olamaz.”

Kocaman bir yapının döner kapısından içeri girdiler. Siyah beyaz fayans döşeli koskoca ve bomboş bir salondaydılar. Salonu çevreleyen kapılardan çok süslü, çok boyalı kadınlar çıkıyorlardı. Yüzlerine, kollarına, göğüslerine, daha doğrusu bedenlerinin açıkta kalan yerlerine öyle çok pembe pudra sürmüşlerdi ki, bez bebeklere benzemişlerdi. Kızlardan biri nedense öfkeyle onlara yaklaştı. Bir şeyler söylemek ister gibiydi. Girişteki camlı bölmede oturan üniformalı bir görevli, önündeki tabloda bulunan düğmelerden birine bastı. Kadının kızıla boyalı saçlarının arasından çıkan lastik eldiven parmağı gibi bir şey kıvrılıp kafasını soktu. Kadın oracığa yığılıverdi. Ölmüştü besbelli.

“Bir şey yok” dedi fraklı adam ilgisizce. “Gidelim.”

Adam, kristal kadehlere pembe şampanya dolduruyor, “Biraz daha için, iyi gelir” diyordu.

Kız, şampanyasından büyükçe bir yudum aldı. Hiç değilse rüküş, acınılası kılığından utanmıyordu artık. Kocaman bir lokantadaydılar. Daha doğrusu lokantanın balkonunun loca gibi ayrılmış bir bölümünde. Aşağıda herkes çılgınlar gibi eğleniyor, dans ediyordu. Konfetiler, serpantinler yağıyordu. Filmlerde gördüğü yılbaşı eğlentilerinden birindeydiler besbelli. Ama kız artık eğlenmiyordu. Kılığının ne kadar kötü olduğunu unutmak için arada şampanya içiyordu yalnızca.

“Uykunuz geldi sanırım” dedi adam. “Sizi otelinize bırakayım.” Otele geldiklerinde nedense iyi geceler dileyerek çekip gitmedi de kızla birlikte merdivenlere doğru yürüdü. Gece bekçisi ne düşünecek, diye aklından geçirdi kız. Fraklı adam elindeki anahtarla kapıyı açtı. İçeri girdikten sonra kapıyı yeniden kilitledi.

“Ne yapıyorsunuz?” dedi kız. “Kapıyı kilitlerseniz, sonra nasıl dışarı çıkarsınız?”

Adam, odanın sonundaki dipsiz karanlığı göstererek, “Oradan,” dedi, “oradan giderim.”

Kız, adamın bir duvarı eksik bir odada kaldığını, kısacası ona ancak böyle bir odayı yakıştırdıklarını anlamasına üzülmüştü. Bu yüzden kendisini küçümseyebilirdi pekâlâ. Bunca olandan sonra da küçümsenmek elbette incitirdi onu.

Adam krizantemleri kristal bir vazoya koyarak kızın baş ucuna getirdi. Oda çiçekçi dükkânları, daha doğrusu kasım ayında hazırlanan çelenkler gibi koktu birden.

Fraklı adam çiçekleri bıraktıktan sonra, soyunup yatağa girmiş olan kızın üzerine doğru eğildi.

“Hayır” diye bağırdı kız. “Hayır, ben ölmek istemiyorum.” Ne tuhaf, olanca gücüyle bağırmıştı ama hiç sesi çıkmamıştı.

1982

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Öykü
  • Kitap AdıArjantin Tangoları
  • Sayfa Sayısı112
  • YazarSelçuk Baran
  • ISBN9789753630786
  • Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2021

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Yelkovan Yokuşu ~ Selçuk BaranYelkovan Yokuşu

    Yelkovan Yokuşu

    Selçuk Baran

    Selçuk Baran’ın öykü kitapları dizisinde yer alan “Yelkovan Yokuşu” (1989) yedi öyküden oluşuyor: “Yelkovan Yokuşu”, “Değirmen”, “Bozacıda”, “Öğle Saatleri”, “Rose Bonbon”, “Bakırçalığı”, Eğrelti Yeşili”....

  2. Kış Yolculuğu ~ Selçuk BaranKış Yolculuğu

    Kış Yolculuğu

    Selçuk Baran

    Selçuk Baran’ın yedi öykü kitabı daha önce Yapı Kredi Yayınları’ndan “Ceviz Ağacına Kar Yağdı” (2008) adıyla tek ciltte toplanmıştı. Bütün öyküleri şimdi gözden geçirilerek,...

  3. Tortu ~ Selçuk BaranTortu

    Tortu

    Selçuk Baran

    Selçuk Baran öyküleri yeniden okuruyla buluşuyor Selçuk Baran’ın yedi öykü kitabı daha önce Yapı Kredi Yayınları’ndan “Ceviz Ağacına Kar Yağdı” (2008) adıyla tek ciltte...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Gecenin İkinci Rüyası ~ Leyla İpekçiGecenin İkinci Rüyası

    Gecenin İkinci Rüyası

    Leyla İpekçi

    Leyla İpekçi, zamanın, yolcunun, yolların, ötekinin, değişimin, değişmeyeni, vicdanın hayata ve ruha izini düşüren yüzlerine bakıyor. Erbilden, İsfahandan, Erivandan, Paris’ten, Konyadan, İskenderiyeden ve birçok...

  2. Benim Babam Sihirbaz ~ Aytül AkalBenim Babam Sihirbaz

    Benim Babam Sihirbaz

    Aytül Akal

    Aytül Akal’ın “küçük” aksilikler karşısında bile şakayı bir kenara bırakmayan, kendine özgü yaratıcı yöntemleriyle işleri yoluna sokan, capcanlı ve renkli karakterleri yine karşımızda. Kimin...

  3. Aşık Kral ~ Başar BaşaranAşık Kral

    Aşık Kral

    Başar Başaran

    “Âşık Kral aklına kolay kolay kötü bir şey getirmez. Ona göre aksi kesin olarak ispatlanmadığı sürece hayat daima iyimser bir umut taşımaktadır. Hatta ispatlansa...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur