GERÇEK BİR BAŞYAPIT, BİR MUCİZE!
Aliiede Truu, bahçesinde yaralı bir kız bulur. Kızla ilgili şüpheleri olsa da bunları görmezden gelir ve onu evine alır. Zara kendisini seks köleliğine zorlayan kişilerden kaçan genç bir kızdır, ama yanında taşıdığı gizemli bir fotoğraf onun Aliiede’nin evine tesadüfen sığınmadığını göstermektedir. İkisi de hayatta kalmak için büyük savaşlar vermiş olan bu kadınlar, kendilerini şüphe ve itiraflardan örülü karmaşık bir denklemin içinde bulurlar. Onları birleştirense, kıskançlık, şehvet ve acı dolu bir aile dramıdır.
Sofi Oksanen’in bütün dünyada büyük bir başarı elde eden, ödüllü romanı Araf, utanç dolu hayatları ve onları birbirine bağlayan karanlık ve gizemli bir geçmişleri olan iki kadının merak uyandıran, nefes kesen hikayesi.
“Nobel ödülü için bir öneri. Eğer bu yıl başka bir kitap okumayacaksanız Oksanen’in Araf‘ını okuyun. Oksanen muhteşem bir yazar. Araf, dili, tekniği, olay örgüsü ve mesajıyla heyecan uyandırıcı. Oksanen birkaç yıl içinde Nobel ödülünü kazanacaktır.”
-Maria Schottenius
“Benden Araf‘ın bana ait kopyasını size ödünç vermemi istemeyin. Ondan ayrılamam. İki kere okudum. İlkinde kendimi o kadar kaptırmıştım ki kızım bana şarkı söylerken bile elimden bırakamadım. İkinci kez okumaya karar verdim. Okurları Stieg Larsson’un kitapları gibi ele geçirecektir.”
-Megan De Vorsey
“Tam bir başyapıt. Olağanüstü bir şey. Umarım dünyada okuma bilen herkes Araf‘ı okur.”
-Nancy Huston
“Karar: Tolstoy ve Pasternak gibi klasik Rus yazarlarını sevenlere ve modern bir şehvet ve ihanet öyküsünden keyif alacak herkese hararetle tavsiye edilir.”
-Library Journal Review
“Eğer bu yıl başka bir kitap okumayacaksanız, Araf‘ı okuyun.”
-Elle
***
Mayıs, 1949
Özgür Estonya için!
Ayakta kalmak ve aklımı kaybetmemek için birkaç satır yazmaya çalışmalıyım. Defterimi döşemenin altına saklıyorum. Beni bulsalar bile onu bulamayacaklar. Bir erkeğin kaldırabileceği hayat değil bu. İnsanın insana ihtiyacı var, birileriyle konuşmaya. Bir sürü şınav çekiyor, kaslarımı çalıştırıyorum. Ama artık bir erkek değilim. Ölüyüm. Erkek dediğin evinin geçimini sağlar, oysa benim evimi kadınım geçindiriyor. Erkek için utanç verici bir durum.
Liide durmadan benimle yakınlaşmaya çalışıyor. Beni niçin rahat bırakmıyor ki? Soğan kokuyor.
İngilizler ne bekliyor? Amerika nerede? Her şey bıçak sırtında, hiçbir şey kesin değil.
Kızlarım nerede; Linda, Ingel?
Bu hasrete dayanamayacağım.
Hans Pekk, Eerik oğlu, Estonyalı köylü
*
1992, Batı Estonya
Sinek her zaman kazanır
Aliide Truu gözlerini sineğe, sinek de ona dikti. Sineğin patlak gözlerinden tiksindi Aliide. Karasinek. Kocaman, gürültücü ve yumurtlamaya çok hevesliydi. Bunun için mutfağa girmeyi bekliyor, pencere perdesinin üzerinde, sanki bir sofraya hazırlanır gibi kanat ve ayaklarını ovuşturuyordu. Et peşindeydi, başka bir şey değil, et. Aliide’nin kavanoza doldurduğu reçeller ve diğer yiyecekler güvendeydi ama et!.. Mutfak kapısı kapalıydı. Sinek bekliyordu. Aliide’nin yorulup peşini bırakmasını, yatak odasından çıkmasını ve mutfak kapısını açmasını bekliyordu. Bir sinek şaplağı indi perdeye. Perde dalgalandı, danteller buruştu, saksıda karanfiller başını salladı ama sinek kurtuldu. Pencere pervazına, Aliide’nin ulaşamayacağı kadar yükseğe konarak, kurumla dolaşmaya başladı. Kendine hâkim ol! Aliide’nin şu an buna ihtiyacı vardı, elleri titrememeliydi.
Sinek, alnının çizgileri arasında, köy yolunda gezermiş gibi kaygısızca dolaşarak uyandırmıştı Aliide’yi. Cesur ve sinir bozucuydu. Aliide yorganı bir kenara iterek yataktan çıkmış, sinek daha oraya girebileceğini akıl etmemişken, aceleyle mutfak kapısını kapatmıştı. Aptal bir sinekti. Aptal ve hain.
Sinek şaplağının pürüzsüz sapını sıkıca kavrayan Aliide, bir kez daha savurdu. Şaplağın aşınmış deri yelpazesi, pencere camının kenarına indi, cam titredi, kornişler gıcırdadı, perde içe doğru kıvrıldı, perde çubuğunun arkasındaki perde kumanda ipleri birbirine karıştı ama sinek yine kurtuldu, dalga geçer gibiydi. Aliide, bir saatten fazla bir süre, canını almak için çabalamış, ama sinek her darbeyi savuşturmayı başarmıştı. Şimdi tavanın hemen altında, yüksek perdeden vızıldayarak uçuyordu. Kirli bir çukurda büyümüş pis bir sinekti. Elbette hakkından gelecekti Aliide. Şimdi biraz dinlensin, sonra icabına bakardı. Sinekten kurtulduğunda radyo dinleyip konserve yapacaktı. Böğürtlenler onu bekliyordu. Domatesler de, sulu domatesler. Çok bereketli bir yıldı.
Aliide pencere perdelerini düzeltti. Yağmurlu gri bahçe burnunu çekiyor, huş ağaçlarının ıslak dalları titriyordu, yapraklar birbirlerine yapışmıştı, tepelerinde damlalar tomurcuklanan otlar başlarını eğmişlerdi. Bir bohça. Aliide geriye çekilip perdeyi kendine siper etti. Tekrar bahçeye baktı. Nefesini tuttu. Gözlerini pencere camındaki sinek pisliklerinden alıp, bir yıldırımın ikiye böldüğü huş ağacının altına çevirdi.
Bohça hareket etmiyordu. Büyüklüğünden başka bir şeyi anlamak imkânsızdı.
Geçen yaz, komşusu Aino, Aliide’nin evine gelirken, bu huş ağacının yanında tuhaf bir ışık görmüş, bahçeye girmeye cesaret edemeyip geri dönmüştü. Daha sonra Aliide’ye telefon açıp her şeyin yolunda olup olmadığını, bahçesinde bir UFO görüp görmediğini sormuştu. Aliide bir olağanüstülük sezmemişti ama Aino, Aliide’nin bahçesinde, tıpkı Meelis’in evinin önünde gördüğüne benzer bir UFO gördüğünden emindi. O günden sonra Meelis, UFO’dan başka bir şey konuşmaz olmuştu. Aliide’nin gördüğü bohça en azından bu dünyaya ait gibiydi. Yağmurda kararmış, araziye uyum sağlamıştı. İnsan büyüklüğünde bir şeydi. Belki de köyün ayyaşlarından biri, feneri Aliide’nin bahçesinde söndürmüştü. Ama öyleyse, penceresinin önünde gürültü duyması gerekmez miydi? Kulakları hâlâ keskindi. Üstelik içki kokusunu duvarların arkasından bile alırdı. Bir süre önce, köyün ayyaşlar çetesi, deposuna çalıntı benzin doldurdukları traktörle, evinin önünden geçip köyün içinde tur atarak ortalığı velveleye vermişlerdi. Birkaç defa şarampole yuvarlanmışlar, bir seferinde de Aliide’nin çitini devirmelerine ramak kalmıştı. Artık buralarda UFO’lar, deliler ve bir yığın zekâ özürlü serseriden başka kimse yoktu. Komşusu Aino, gençler zıvanadan çıkıp bütünüyle vahşileştiklerinde, birkaç kez Aliide’de gecelemişti. Aliide’nin onlardan korkmadığını biliyordu, herhalde gerekirse karşı da koyardı.
Babasının yaptığı sinek şaplağını masanın üzerine koyan Aliide, ayak parmaklarının üzerine basarak mutfak kapısına gitti. Kapı kolunu tuttuğunda aklına sinek geldi. Sesi duyulmuyordu. Aliide’nin kapıyı açmasını bekliyordu. Aliide kapı kolunu bırakıp tekrar pencerenin yanına gitti. Bohça hâlâ orada, daha önce nasıldıysa öyle duruyordu. Sarı saçları otların üzerine yayılmış bir insana benziyordu. Acaba canlı mıydı? Aliide’nin göğsü sıkıştı, kalbi kafesinde çırpınmaya başladı. Bahçeye çıkmalı mıydı? Yoksa bu aptalca bir tedbirsizlik mi olurdu? Belki de bu bohça onu dışarı çekmek için hırsızlar tarafından konulmuş bir tuzaktı? Hayır, öyle bir şeye benzemiyordu. Onu pencereden bakmaya teşvik eden hiçbir şey olmamıştı, dış kapı da çalınmamıştı. Eğer o hain sineğin peşine düşmeseydi, dışarı çıkmadan önce bohçanın farkına varamayacaktı. Ama yine de… Sinek sessizdi. Aliide usulca mutfağa süzülüp kapıyı aceleyle kapadı. Durup dinledi. Kilerden sızarak mutfağı dolduran ahırın sessizliği, buzdolabının hırıltısıyla örtülüyordu. Aliide o tanıdık sinek vızıltısını duyamadı. Sinek belki de hâlâ odadaydı. Ocağı yakıp üzerine su dolu bir tencere koyduktan sonra radyonun düğmesine bastı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden bahsediliyordu, birazdan en önemli konuya geleceklerdi; hava durumu. Aliide günlük işlerine başlamak istiyordu ama aklı hep, mutfak penceresinden de görünen bohçadaydı. Odadan nasıl görünüyorduysa, mutfak penceresinden de öyle görünüyordu. Hâlâ bir insana benziyordu ve kendiliğinden hareket edecek gibi değildi. Aliide radyoyu kapatıp pencereye gitti. Sessizdi. Boşaltılmış bir Estonya köyünün yaz sonu sessizliği. Komşunun horozu ötüyordu. Hepsi buydu. Bu yıl bir tuhaf sessizlik vardı; beklenti dolu, ama aynı zamanda fırtınadan sonrakine benzer bir sessizlik. Tipkı Aliide’nin penceresine tırmanan sarmaşık gibi; ıslak, dilsiz, huzurlu bir sessizlik.
Bir tırnağıyla altın dişini kazıyarak, arasına sıkışan şeyi çıkarmaya çalışan Aliide, bir yandan da etrafı dinliyordu. Ama dişini kazıyan tırnak sesinden başka bir şey duyamadı. Birden ürperdi. Tırnağını dişinden çekip bütün dikkatini bohçaya verdi. Penceredeki lekelerden rahatsız oldu. Bir gazlı bezle lekeleri sildi, bezi bulaşık leğenine attı, askıdan ceketini alıp giydi. Masada duran çantası aklına geldi, kaptı, saklayacak uygun bir yer bulmak için etrafına bakındı, mutfak dolabının içine tıkıştırdı. Dolabın üzerinde bir Fin deodorant şişesi vardı. Alıp onu da sakladı. İçinde sabun duran şeker kutusunun kapağını kapadı, sabunun üzerinde Imperial Leather markası parlıyordu. Bütün bunlardan sonra, iç kapının kilidine takılı anahtarı çevirerek kapıyı dikkatle açtı. Sofada durdu; önce, dişleri kırılmış, şimdi baston görevi gören, ardıçtan yapılmış yaba sapını, sonra onu bırakıp fabrikasyon şehir bastonunu, ondan da vazgeçip tırpanı aldı. Tırpanı bir süre duvara dayadı, saçlarını düzeltti, alnına düşen saçları kulaklarının arkasına attı, tokasını taktı. Dış kapının mandalını kaldırdı, kapıyı açtı ve bahçeye çıktı.
Bohça hâlâ huş ağacının altındaydı. Aliide bohçaya yaklaştı, bir gözünü üzerinden ayırmazken, etrafını kollamayı da ihmal etmedi. Bu bir kızdı. Çamurlu, perişan, kirli; ama yine de bir kızdı işte. Hiç tanımadığı bir kız. Gökyüzünden düşmüş, geleceğe dair bir kehanet işareti değil, kandan ve etten bir insan. Kırmızı tırnak boyaları pul pul soyulmuştu. Yüzü gözlerinden akan maskaradan çizgi çizgiydi. Birbirine yapışmış kısa, jöleli bukleleri havaya dikilmişti, üzerlerinde birkaç söğüt yaprağı vardı. Çiğ sarıya boyalı saçları, yağlı köklerine doğru koyulaşıyordu. Bütün o kirin altındaki derisi beyaz ve olgunlaşmış bir erik kadar şeffaftı. Kurumuş alt dudağından kıymıklar sarkıyordu ama dudakları domates kırmızısı, dolgun, doğal olmayacak kadar berrak ve kanlıydı. Üzerlerini kaplayan kir tabakası sanki, soğukta kalmış bir elmanın üzerindeki buğu gibi, kolayca silinebilirdi. Göz kapaklarının kıvrımlarına mor bir renk toplanmıştı. Siyah, şeffaf çoraplarının iplikleri kaçmıştı. Sarkık değildi, sık dokunmuş ve iyi kaliteydi. Batı’dan geldiği belliydi. Üzerindeki çamura rağmen parlıyordu. Bir ayakkabısı ayağından çıkmış, yanında duruyordu, flanel astarının rengi kaçmış, düğümleri çözülmüş, topuğu aşınmıştı. Etrafı suni deriyle çevrelenip, perçinlenmişti, sarkık köpek kulağı gibi süs yapılmıştı. Aynısından Aliide’de vardı. Yeniyken rengi açık kahverengiydi, açık kırmızı astarı yumuşak ve etrafındaki şeritler domuz derisindendi. Kızın ayakkabısı Sovyet yapımıydı. Elbisesi? Batı işi. Bu tür kaliteli trikolara Estonya’da rastlanmazdı. Üzerindeki kemer de Batı işiydi. Talvi son Finlandiya ziyaretinden böylesi bir kemerle dönmüştü, lastikli kemer. Kızına göre şimdi bu kemerler modaydı, yani Aliide’nin bildiği bir şeydi. Bir benzerini, Finlandiya’dan gelen kilise yardım paketlerinden, Aino da almıştı, bir işine yaramıyordu ama bir şey beleşse alınıyordu işte… Finliler yepyeni elbiseler bağışlayacak kadar zengindiler.
Paketlerin içinde yağmurluklar ve tişörtler de vardı, yakında yeni paketler de gelirdi. Ama kızın elbiseleri yardım paketleriyle gelmeyecek kadar şıktı. Bu kız buralardan değildi.
Başının yanında bir el feneri vardı. Bir de çamura bulanmış harita.
Ağzı yarı açıktı, Aliide eğilip baktığında dişlerini görebildi. Bembeyazlardı. Aralarında gri dolgular da vardı.
Göz kapakları seğiriyordu.
Aliide tırpanın sapıyla kızı dürttü ama bir tepki alamadı. Seslenip çimdiklemesi de fayda etmedi. Ayaklarını yıkamak için, yağmur suyu biriktirdiği kabı getirip kızın yüzüne biraz su serpti. Kız dizlerini karnına çekip, ellerini başının üzerine siper etti. Bağırmaya çalıştı ama yalnızca fısıldayabildi.
“Hayır. Su istemiyorum. Yeter artık.”
Birden gözlerini açtı ve aceleyle doğrulup oturdu. Tedbiri elden bırakmayan Aliide, birkaç adım geriye çekildi. Kız ağzını açıp kapasa da, tek bir sözcük çıkmıyordu dudaklarından. Aliide’nin olduğu yöne bakıyor ama keskin bakışları hedefini tutturamıyordu. Hiçbir şeyi bulamıyordu bakışları. Ürkmüş hayvanları sakinleştirmeye çalışırken kullandığı yatıştırıcı ses tonuyla, korkmamasını söyledi Aliide. Kızın bakışları ifadesizdi, ama açık ağzında tanıdık bir şey vardı. Kızın kendinde değil, davranışındaydı bu; balmumuyla kaplanmışa benzeyen tenini aşıp geçemeyen o ifade ve bedeninin nasıl kendi kendisinin bekçisi olduğu, o donuk bakışına karşın seziliyordu. Kızın doktora ihtiyacı vardı, bu ortadaydı. Bir yabancının, özellikle de tammlayamadığı bir yaratığın bakımını üstlenmek gibi bir niyeti olmayan Aliide doktoru aramayı önerdi.
“Hayır!”
Bakışları hâlâ nereye konacağını bilemese de, sesi kararlıydı. Çığlığı bir sessizlik izledi, arkasından birbirinin üzerine yüklenen sözcükler geldi. Bir şey yapmamıştı, onun için hiç kimseyi çağırmaya gerek yoktu. Sözcükler birbirini itiyor, içerikleri birbirine karışıyordu. Rus aksanı vardı.
Kız Rus’tu. Estonca konuşan bir Rus.
Aliide birkaç adım daha geriledi.
Yeni bir köpek edinmeliydi. Ya da iki.
Yağmur gri ışığı boğmasına rağmen, yeni bilenmiş tırpanın ağzı parladı
Aliide’nin dudağının üzerinde ter damlaları belirdi.
Kızın bakışları biraz kararlılık kazanmıştı. Önce yere baktı, arkasından bir ateş otuna, sonra bir başkasına, daha sonra usulca, uzaktaki çiçek tarhını çevreleyen taşlara yöneldi, tulumbaya ve tulumbanın altındaki kaba. Bahçede bir tur attıktan sonra kendi kucağına döndü bakışları, sonra Aliide’nin ellerine yürüdü, orada bir süre durdu, tırpanın üzerinden kayarak yere indi, yerde sürünerek kendi avuçlarına döndü, ellerinin üzerindeki çiziklere, pürüzlü tırnaklarına. Sanki bedeninin değişik parçalarını inceler gibiydi, belki de sayıyordu, kolları, bilekleri, bütün parmakları yerindeydi, ayakkabısız ayağının parmakları, topuğu, ayak bileği, baldırı, dizi, uyluğu. Bakışları kalçasına kadar yükselmeden diğer ayağının topuğuna ve yerde duran ayakkabısına kaydı. Uzandı, yavaşça alıp ayağına geçirdi, öteki ayağını kaldırıp dikkatle ayak bileğini yokladı. Bileğinin burkulduğu ya da kırıldığından endişelenen biri gibi değil, ayak bileğinin nasıl olduğunu hatırlayamayan biri ya da bir yabancıyı dokunarak tanımaya çalışan bir kör gibi yokladı. En sonunda ayağa kalkmayı başardı, Aliide’nin gözlerine hâlâ bakmamıştı. Ayağa kalktığında saçlarına dokundu, yüzüne doğru bastırdı, ıslak ve yapışkandı, içinde saklayacak bir hayatın olmadığı ıssız bir evin perişan perdeleriymiş gibi yüzüne çekti saçlarını.
Aliide tırpanı daha sıkı kavradı. Belki bu kız deliydi. Belki bir yerlerden kaçmıştı. Nereden bilebilirdi ki? Belki yalnızca şaşkındı, belki başına bir şey geldiğinden bu durumdaydı. Belki de bir Rus soygun çetesinin Aliide’yi kandırmak için kullandığı bir yemdi.
Kız ayaklarını sürüyerek, huş ağaçlarının altındaki banka gitti, oturdu. Rüzgâr ağacın dallarını yüzüne savurdu, yapraklar yüzünü döverken ürperdi ama yüzünü kaçırmadı.
“Dalların altından çekil.”
Kızın yüzünde belli belirsiz bir şaşkınlık dolaştı. Başka bir şeyle karışmış bir şaşkınlık… bir şey hatırlamış gibiydi. Yüzüne çarpan dallardan sakınmak? Aliide gözlerini kıstı. Deli.
Kız dalların altından uzaklaştı. Sanki düşmekten korkar gibi bankın kenarlarına sıkıca yapışmıştı. Bir elinin hemen yanında seki taşları vardı. “Umarım,” diye düşündü Aliide. “Aniden öfkeye kapılıp etrafına taş yağdıran delilerden değildir.” Belki de en iyisi ürkütmemekti. Dikkatli olmalıydı.
“Sahi, sen nereden geliyorsun?”
Kız birkaç sözcük çıkarana kadar ağzını birkaç kez açıp kapadı, Tallinn ve araba gibi bir şeyler mırıldandı. Sözcükler daha önce olduğu gibi birbirini ezdi, yerlerini şaşırdı, birbirinin üzerine yığıldı ve Aliide’nin kulaklarını tırmaladı. Bu, ne kızın sözcüklerinden, ne de Rus aksanındandı, başka bir şey vardı… Estoncasında tuhaf bir şey. Genç, kirli bedeniyle şimdiye aitti, ama sözcükleri bir tuhaftı; sanki başka bir dünyaya ait narin bir kâğıttan dökülür, fotoğraflarından soyunan küflü bir albümden gelir gibiydi. Aliide saçlarından çıkardığı saç iğnesiyle kulağını karıştırdı, sonra tekrar saçlarına taktı. Kulağı hâlâ kaşınıyordu. Ve hükmünü verdi: Bu kız yakınlarda bir yerden gelmiyordu, hatta Estonya’dan da değildi. Ama bir yabancı, yörenin diyalektini nasıl konuşurdu? Köyün papazı Estonca konuşan bir Finliydi. Buraya gelmeden önce Estonca kursuna gitmişti, şimdi gayet iyiydi, methiye ve vaazlarını Estonca yazıyordu ve artık hiç kimse, niçin Estonyalı papazımız yok diye yakınmıyordu. Ama bu kızın Estoncasında bir şey vardı; yaşlı, sararmış, çiğnenmiş bir şey Tuhaf bir koku, ölüm kokusu hissediliyordu.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAraf
- Sayfa Sayısı384
- YazarSofi Oksanen
- ÇevirmenAli Arda
- ISBN6055360283
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviPegasus / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Uçurum İnsanları ~ Jack London
Uçurum İnsanları
Jack London
Uçurum İnsanları üzerinde güneş batmayan ülke olarak bilinen İngiliz İmparatorluğu’nun karanlık yüzüne dair birinci elden bir tanıklık… Jack London 1902 yılında, birkaç aylığına şehrin...
- Bul Beni ~ André Aciman
Bul Beni
André Aciman
Gurur, korkuya taktığımız bir lakap sadece.” Bazı anlara, insanlara ve aşklara saplanıp kalmak mümkün mü? Neden bazı hatıralar ölümsüzleşirken bazıları kolayca unutulur? Arzu ve...
- Harmattan ~ Gavin Weston
Harmattan
Gavin Weston
Gençlik yıllarında Batı Afrika’da öğretmenlik yapan Gavin Weston’un Nijer’de geçirdiği günlerden esinlenerek kaleme aldığı Harmattan’da küçük bir kız çocuğunun büyüme sancılarını anlatılıyor. Ve tabii...