Tokyo’nun en esrarengiz kütüphanecisi Sayuri Komaçi tarafından sık sık sorulan ünlü soru: Ne arıyorsun?
Çoğu kütüphaneci gibi Sayuri de raflarındaki tüm kitapları okumuş. Ama onu bilge kütüphaneci yapan şey bu değil; Sayuri kendisine kitap danışanların ruhlarını okuyabiliyor. Verdiği her sürpriz kitap tavsiyesiyle insanlara yeni dünyaların kapılarını aralıyor, onları nazikçe hayattaki amaçlarına doğru yönlendiriyor.
İşinden bıkmış genç bir kadın, eskici dükkânı açma hayalleri kuran bir muhasebeci, kariyeri ve ailesi arasında sıkışıp kalmış bir anne, kendisini tıkanmış hisseden bir sanatçı, emekli olduktan sonra amacını kaybeden bir adam… Hayatlarının dönüm noktasındaki bu beş insan, Sayuri ve onun tavsiyesi sayesinde beklenmedik kişisel birer yolculuğa çıkıyor; aradıkları cevapların aslında hep yanı başlarında, bir kitabın sayfaları arasında saklı olduğunu fark ediyor.
İki milyondan fazla okura ulaşan Aradığın Şey Kütüphanede Saklı, edebiyatın ve insan bağlarının muazzam gücünü̈ hatırlatıyor. Çıkmaza girmiş ve bir parça ilhama ihtiyaç duyan herkes için iyileştirici bir hikâye.
“Baştan sona keyifle okuyacağınız bu kitap, her şeyin mümkün olabileceğini hissettiriyor.” –Daily Mail
“Bir tutam tuhaflıkla tatlandırılmış çağdaş bir Tokyo hikâyesi. İçinize dokunacak.” –Japan Times
TIME ve WASHINGTON POST Yılın En İyi Kitabı Seçkilerinde
Bölüm I
TOMOKA, 21 YAŞINDA, KADIN GİYİM
BÖLÜMÜ, SATIŞ DANIŞMANI
Saya’dan, “Sevgili yaptım,” diye Line mesajı gelince nasıl biri olduğunu sordum. Sadece, “Doktor,” şeklinde yanıt verdi.
Nasıl biri olduğunu sormama rağmen karakterini ve dış görünüşünü atlayarak sadece işinden bahsetmişti. Ne doktoru olduğunu da söylemedi. Oysa doktorların ayrı ayrı bir sürü branşı vardır, değil mi?
Aslında ben de bir kişiden bahsederken meslekten söz etmenin, o kişiyi anlatmanın hızlı ve anlaşılması kolay bir yol olduğunu düşünüyorum. Yani bir bakıma meslek eşittir o kişinin karakteri gibi oluyor. Pek tabii ben de doktor denildiğinde az çok nasıl biri olduğunu tahmin edebiliyorum. Ama çok klişe ya da yüzeysel bir imaj oluşuyor zihnimde sadece.
Eğer durum böyleyse benim mesleğim, insanların gözünde nasıl bir karakter izlenimi uyandırıyordu acaba? Beni hiç tanımayan biri, az çok nasıl biri olduğumu tahmin edebiliyor muydu?
Telefonumun açık mavi arka planının üzerinde Saya’nın çöpçatan buluşmasında tanıştığı yeni sevgilisi hakkındaki konuşmalar bir süre daha aralıklarla devam etti.
Saya, lisede tanıştığım, memleketten bir arkadaşım. Ben iki yıllık yüksekokulda okumak için Tokyo’ya taşınıp ardından burada işe başladıktan sonra bile iletişimimiz kopmamıştı ve zaman zaman bana böyle yazardı.
“Tomoka, sende ne var ne yok, nasıl gidiyor?” Saya’nın mesajı üze- rine parmaklarım bir anlığına durdu. Şöyle böyle yaşıyordum işte.
Klavyede s tuşuna basıp “sıkıcı” yazmak üzereyken önerilenlerde ilk olarak “süper” kelimesi çıkınca ona tıklayıp gönderdim. Oysa aslında “sıkıcı” diye cevap vermek istemiştim.
Çalıştığım yerin adı Eden.*
Adını cennetten alan bu hipermarkette, siyah yelek ve dar etekten oluşan üniformamla her gün müşterilere hizmet ediyor ve kasa arka- sında çalışıyorum. Geçtiğimiz ilkbahar, yaz ve sonbahar günlerinde olduğu gibi önümüzdeki kış da aynı bu şekilde çalışacağım. Yüksekokuldan mezun olup işe girdikten sonraki altı ay bana kısa bir an gibi gelmiş ve göz açıp kapayıncaya kadar geçmişti.
Artık kasım ayına girmemizle beraber markette ısıtma sistemi açılmıştı. Kısa topuklu dar ayakkabıların içindeki külotlu çoraplı ayaklarım sıcaklıyordu. Sıkış tepiş olan ayak parmaklarımın terleyip büzüştüğünü hissediyordum. Üniforma giyilen işlerde çalışan kadınların hepsi muhtemelen benim gibi hissediyordur.
Ancak Eden üniformasını özel kılan mercan pembesi bluzuydu. Mercan pembesi dedikleri renk biraz turuncu- ya çalan bir şeftali pembesiydi. Oryantasyonda bunu, ünlü bir renk analistinin seçtiğini anlatmışlardı. Bu rengin seçilmesinde parlak ve zarif bir görünüm sağlamasının dışında, “her yaştan kadına uygun” olmasının da etkisi varmış gibi duruyordu. Gerçekten böyle olduğu- nu işe başladıktan sonra ben de anlamıştım.
“Fujiki Hanım, benim aram bitti. Buyurun siz de çıkın,” dedi yarı zamanlı çalışan Numauçi Hanım kasaya döndüğünde. Tazelediği rujuyla dudakları nemli ve parıl parıldı.
Benim bağlı olduğum departman, kadın giyim bölümüydü. On iki yıldır burada çalışan tecrübeli Numauçi Hanım, geçen ay doğum gününde yaşının tekrarlayan rakamlardan oluşan bir sayı olduğunu söylemişti. Kırk dört ya da altmış altı gibi durmuyordu, o yüzden elli beş yaşında olduğunu tahmin ediyordum. Annemle aşağı yukarı aynı yaştaydı.
Mercan pembesi bluz, Numauçi Hanım’a gerçekten de çok yakışıyordu. Bu bluz, burada çok sayıda yaşı büyük yarı zamanlı çalışan olduğu hesaba katılarak tasarlanmıştı.
“Fujiki Hanım, bu aralar moladan dönüşünüz ucu ucuna oluyor. Lütfen dikkat edin.”
“Özür dilerim.”
Numauçi Hanım yarı zamanlı çalışanlar arasında bir tür lider konumunda ve sanki bir disiplin komitesi üyesi gibi. Ara ara kılı kırk yardığını düşünsem de genelde dediklerinde haklı olduğu için bir şey yapamıyorum.
“O zaman ben çıkıyorum.” Numauçi Hanım’ı başımla hafifçe selamlayıp kasadan ayrıldım.
Reyonlardan geçerken giyim bölümünün dağınık olduğunu fark ettim. Hızlıca onları düzelttiğim sırada bir müşteri bana seslendi.
“Pardon, bakar mısınız?”
Arkamı döndüğümde bir kadın bana bakıyordu. Aşağı yukarı Numauçi Hanım’la aynı yaşlardaydı sanırım. Yüzünde makyaj yoktu, üzerine bir şişme mont almış, sırtına yıpranmış bir çanta takmıştı.
“Hangisi daha güzel sizce?” diye sordu, ellerinde tuttuğu iki örgü kazağı havaya kaldırıp. Bir elinde fuşya rengi V yakalı bir kazak, diğerinde ise kahverengi boğazlı bir kazak vardı.
Sadece kıyafet satan butiklerin aksine burası yiyecekten tutun günlük ihtiyaçlara kadar her şeyin satıldığı bir hipermarketin kadın giyim bölümü olduğu için personel doğrudan müşterilere seslenip yaklaşmıyordu. Bu durumdan çok memnundum. Ama tabii ki bir müşteri soru sorduğunda cevaplamam gerekiyordu.
Keşke dağılan reyonları görmezden gelip doğrudan öğle arasına çıksaydım, diye düşünürken, “Bir bakalım…” dedim ve iki kazağı karşılaştırıp fuşya olanı işaret ettim. “Bu taraftaki daha güzel sanki. Canlı ve renkli.”
“Öyle mi dersiniz? Benim için fazla gösterişli değil mi?’
“Hayır, hiç de değil. Fakat daha az göze çarpan bir şey arıyorsanız, kahverengi olan da güzel. Hem boynunuzu da sıcak tutar.”
“Ama sanki o da biraz sade.” Bir sonuca varmayan soru cevap döngüsü böyle devam etti. “Denemek ister misiniz?” diye sorduğumdaysa, çok zahmetli, uğraşamam, şeklinde bir karşılık aldım.
İç geçirme isteğimi bastırarak fuşya olana elimi koyup, “Bence bu güzel renk size çok yakışacaktır,” dediğimde nihayet ortamın havası değişti.
“Öyle mi dersiniz…” Müşteri gözlerini fuşya kazağa dikti, sonra başını kaldırdı. “O zaman bu olsun.”
Kadın sonunda kasaya gitti. Ben de kahverengi boğazlı kazağı katlayıp rafa geri koydum. Böylece hepi topu kırk beş dakika süren molamın on beş dakikası boşa geçmiş oldu.
Arka taraftaki personel çıkışına doğru ilerlerken gençlere yönelik butiğin personelinden biri yanımdan geçti. Yosun yeşili ve beyaz ekoseli şık kloş eteği tiril tirildi. Benim işyerimle aynı katta bulunan butikte çalışan kızlar çok güzel kıyafetler giyiyordu. Butikte satılanları giyiyorlar sanırım. Bu kız, Country tarzı bluzuna uygun bir şekilde kıvırcık yaptığı saçlarını da toplamıştı ayrıca. Etrafta böyle kızların olması Eden’ın bile biraz daha havalı ve şık görünmesini sağlıyordu.
Soyunma odasına uğrayıp öğle yemeğimin olduğu taşıma çantasını aldım ve personel yemekhanesine doğru yöneldim.
Yemekhanenin menüsü sadece soba* eriştesi, udon** eriştesi, köri yemeği veya kızartılmış bir şeyler içeren haftanın tabldot yemeğinden oluşuyordu. Daha önce buradan yemek alıyordum ancak bir kez mutfaktaki yaşlı kadına siparişimde hata yaptığını söylediğimde beni terslemişti. Bu yüzden artık çoğunlukla marketten aldığım ekmekten yiyorum.
Kafeteryanın her yerinde, mercan pembeleri göze çarpıyordu. Mercan pembelerin arasına serpiştirilmiş beyaz gömlekli erkek personel ve Batı tarzı kıyafetler giymiş butik çalışanı kızlar da vardı.
Hemen yanımdaki masadan gürültü kahkahalar yükseldi. Yarı zamanlı çalışanlardan oluşan dört kişilik bir gruptu. Üzerlerinde Eden üniforması olan kadınlar, kocaları ve çocukları hakkında hararetle muhabbet ediyordu. Çok eğleniyor görünüyorlardı. Müşterilerin gözünden bakınca muhtemelen ben de onlarla aynı “mercan pembesi takımın” bir parçası gibi duruyordum. Ama dürüst olmak gerekirse onlardan korkuyorum. Onlara karşı asla kazanamazmışım gibi geliyor. Bu yüzden onlarla mücadeleye girmiyorum bile.
Bilmiyorum, belki de bir gariplik vardır bende…
Eden’a girmemin tek nedeni, bana iş teklif eden tek yerin burası olması. Başvurduğum diğer yerler gibi, Eden’ı da öylesine seçmiştim. O dönemde her halükârda kayda değer bir şey yapamayacağım için, işe alınayım da neresi olursa olsun, diye düşünüyordum.
Yaklaşık otuz şirkete başvurup başarısız olduğum ve tükendiğim sıralarda Eden’dan bir iş teklifi gelince burası olsun diyerek karar vermiş, iş aramayı bırakmıştım. Benim için en önemli şey Tokyo’da yaşayabilmekti çünkü. Burada kalmak istememin sebebi Tokyo’da büyük bir şeyler başarmayı arzulamam değildi. Aslında taşraya dönmeyi istememek, Tokyo’da kalmayı istemekten daha ağır basmıştı.
Tokyo’dan çok ama çok uzakta olan memleketim, göz alabildiğine uzanan pirinç tarlalarından, pirinç tarlalarından ve yine pirinç tarlalarından ibaret. Anayol üzerindeki tek market evden arabayla on beş dakika sürüyor. Dergiler birkaç gün geç satılır, sinema ya da giyim mağazalarıysa yok. Restoran denilebilecek bir şey de yok ve yemek yiyebileceğiniz en iyi yer, set menülerin ve tabldotların olduğu lokantalar. Ortaokuldan itibaren bu durumdan sıkılmaya başladığım için bir an önce taşrayı terk etmek isterdim.
Bu dönemde televizyonun yegâne dört kanalında yayınlanan dizilerin üzerimde etkisi büyük olmuştu. Eğer bir gün Tokyo’ya gitmeyi başarırsam, benim için her şeyin hazır olduğu bir yerde aktrisler gibi ışıltılı ve eğlenceli bir hayat yaşayabileceğimi düşünüyordum. Bu yüzden gece gündüz var gücümle çalışıp, Tokyo’daki iki yıllık bir yüksekokula girdim.
Tokyo’ya taşındıktan hemen sonra çok büyük bir yanılsama içinde olduğumu fark ettim ancak beş dakikalık yürüme mesafesinde birden fazla market olması ve nerede olursanız olun her üç dakikada bir tren gelmesi gibi konularda benim için Tokyo hâlâ rüya gibi bir yerdi. Günlük ihtiyaçlar ve hazır yiyecekler her yerde kolayca bulunabiliyordu. Ben de bu kolay ve konforlu hayata tamamen alışıverdim. Kanto bölgesindeki pek çok Eden mağazası arasından evimden bir istasyon ötedeki şubeye girdim, bu yüzden işe gidip gelmek de sıkıntı olmuyor.
Ama bazen düşünüyorum.
Bundan sonra ne yapacağım?
Tokyo’ya gitmeye karar verdiğim zaman hissettiğim tutkulu dürtü ve bu hayalim gerçekleştiği zaman yaşadığım kıpır kıpır duyguların hepsi çoktan sönmüştü.
Memleketimden Tokyo’ya okumaya gelen neredeyse hiç kimse yok. Bu yüzden herkesin “Ne kadar harikasın!” sözleri sayesinde mutlulukla bu yola atılsam da sonunda öyle hiç de harika biri olamamıştım.
Yapmayı çok istediğim, zevk aldığım bir şey bulduğumdan ya da sevgilim olduğundan değil; sadece artık konforsuz bir şekilde yaşamak istemediğimden ve taşraya döndüğümde hiçbir şey yapamayacağımdan burada kalıyordum.
Acaba aynı bu şekilde Eden’da kalacak ve yıllarımı öylece geçirecek miydim? Ya da herhangi bir hedefim, bir hayalim olmadan mercan pembelerinin içinde mi yaşlanacaktım? Hafta sonları tatilim olmadığı için sosyal hayatım da düşüşteydi ve muhtemelen sadece bu sebepten değil ama bir erkek arkadaşım da yoktu.
İş değişikliği.
Bu kelimeler ara sıra aklımdan belli belirsiz geçiyor. Ama bunun muazzam miktarda efor gerektireceğini düşünüyor ve harekete geçecek gücü kendimde bulamıyorum. Evet, ben bu temel güçten yoksunum. Artık özgeçmişimi yazmaya bile üşeniyorum.
Daha önemlisi, yeni mezun olarak Eden dışında hiçbir yere kabul edilmemişken kariyerimin ortasında yapabileceğim bir iş çıkar mıydı karşıma?
“A, Tomoka.” Elinde bir tepsi tutan Kiriyama bana seslendi.
Kiriyama, ZAZ adlı bir üreticinin gözlük reyonunda çalışıyor. Benden dört yaş büyük, yani yirmi beş yaşında ve bu genç adam bu işyerinde açık ve samimi konuşabildiğim tek kişi.
Kiriyama dört aydır burada çalışıyor. Kiriyama Eden’ın değil, ZAZ’ın bir çalışanı. Bazen farklı şubelere yardıma çağrılıyor, bu yüzden onunla konuşmayalı uzun zaman olmuştu.
Tepsisine uskumru tava ve etli udon doldurmuştu. Kiriyama zayıf olmasına rağmen çok iştahlıdır.
“Buraya otursam olur mu?”
“Tabii.”
Kiriyama karşıma oturdu. Yuvarlak, ince çerçeveli gözlükleri ona çok yakışıyordu, bakışları da sıcacıktı. Bence tam kendine uygun bir iş yapıyordu. Kiriyama’nın iş değiştirerek ZAZ’da çalışmaya başladığı söylentileri aklıma geldi.
“Kiriyama, daha önce ne iş yapıyordun?”
“Ben mi? Dergi işi yaptım. Editörlük, makale yazarlığı falan.”
“Aa!” Şaşırmıştım. Bir yayınevinde mi çalışmıştı? O zamana kadar tatlı dilli ve sevecen bulduğum genç adam, birdenbire gözüme bilgili ve zeki görünmeye başladı. Geçmişte kalmış olsa bile, mesleğin insanlara bir imaj biçtiğini düşünüyorum.
“Neden şaşırdın?”
“Çünkü harika bir iş!”
Kiriyama hafifçe gülümsedi ve udon eriştesini hüpleterek yedi. “Gözlükçülük de harika bir iş.”
“Öyle tabii,” dedim ben de gülerek ve sosisli ekmeğimden ısırdım.
“Tomoka, ‘harika’ senin favori lafın, değil mi?”
“Evet, öyle galiba.”
Sahiden öyleydi belki de. Saya erkek arkadaşından bahsederken de birkaç kez, “Bu harika,” diye cevap vermiştim galiba. Ben neyi “harika” olarak görüyordum acaba? Özel bir yetenek ya da değerli bir bilgiyi mi? Yoksa herkesin kolayca yapamayacağı bir şeyi mi?
Çilekli sütümü yudumlayıp, “Acaba hayatım Eden’da mı geçecek…” diye mırıldanırken Kiriyama kaşlarından birini kaldırdı.
“Sorun nedir? İş değiştirmek mi istiyorsun?”
Bir an tereddüt ettikten sonra kısık sesle cevap verdim. “Evet… Şey, son zamanlarda bunu düşünüyorum.”
“Yine hizmet sektörü mü?”
“Hayır, bu sefer bir ofiste çalışmak istiyorum. Kıyafetin serbest, hafta sonlarının tatil ve kendi koltuğumun olduğu bir iş. Ofise yakın bir kafede iş arkadaşlarıyla öğle yemeği yemek, ofisin mutfağında patrondan şikâyet etmek istiyorum.”
“Bahsettiklerin arasında bir iş, çalışma sahnesi bulamadım ama,” dedi Kiriyama alaycı bir gülüşle. Aslında ben de ne tür bir iş olduğunu bilmiyordum ya neyse.
“Tomoka kurumsal bir şirkette olduğun için birkaç yıl daha çabalarsan genel merkezde çalışma şansın var, değil mi?”
“Orası öyle ama…”
Eden çalışanlarının şirkete girdikten sonra en az üç yıl boyunca mağazalarda çalışması bekleniyordu. Mağazada deneyim kazandıktan sonra arzu edenlerin merkez ofise geçebileceği bir kariyer ve yükselme yolu tabii ki vardı. Örneğin, İdari İşler, İnsan Kaynakları veya Ürün Geliştirme Birimi’nde satın almacı ve etkinlik planlayıcı olarak çalışılabiliyordu. Aynı benim söylediğim tarzda bir ofis işi işte.
Ancak, pratikte bu istekleri yerine getirmenin pek mümkün olmadığını da duymuştum. Mağazada sürdürülen kariyerle belirli bir noktaya ulaşıp bölüm şefliğine terfi etmek en gerçekçi yoldu. Ueşima adındaki iş yapmaya hevesi yok gibi görünen patronumun durumu da böyleydi. Son beş yıldır bölüm şefi olarak görev yapan otuz beş yaşındaki bu adama baktığımda, ne kadar çalışırsam çalışayım sonum en fazla böyle mi olacak, diye düşünürken buluyordum kendimi. Terfi edince işin içeriği değişmiyor, sadece sorumluluğunuz artıyordu ve her şeyden daha önemlisi, yarı zamanlı çalışanları organize etmeniz gerekiyordu. Düşüncesi bile tüylerimi ürpertiyordu. Maaşta biraz artış olsa bile bu tür şeylerde kendime güvenim yoktu.
“ZAZ’da nasıl iş buldun?” diye Kiriyama’ya sordum.
“Bir kariyer sitesine kaydoldum. Bir sürü teklif geldi. Ben de içlerinden seçtim.” Kiriyama telefonunu açıp gösterdi.
Site, aradığınız iş kategorisi ve diğer başlıkların yanı sıra deneyim ve becerilerinizi kaydettiğinizde, bu koşullara uyan işler hakkında size e-posta ile bilgi gönderiyordu. Giriş formu da oldukça detaylıydı. Her çeşit nitelikler, TOEIC puanları, ehliyet… Hepsi için işaretlemeniz gereken kare kutucuklar vardı.
“Yetenek konusuna gelirsek… Benim İngilizce seviyem olsa olsa A2’dir.”
En azından ehliyetim olsaydı keşke. Memleketimdeki insanlar taşrada arabasız yaşamak zor olduğu için, genelde liseden mezun olur olmaz bahar tatilinde sürücü kursuna gidiyorlardı. Fakat liseden sonra Tokyo’ya taşınmaya karar verdiğim için ehliyete ihtiyacım olmadığını düşünerek yaz tatilimin keyfini çıkarmıştım. İngilizce seviye sınavı da yüksekokuldayken yarı zorunlu girdiğim bir şeydi. Hem A2’nin de pek bir önemi olduğu söylenemezdi.
Kayıt formunda bilgisayar becerileri kısmı alt bölümlere ayrılmıştı. Word, Excel ve PowerPoint. Diğer maddelerde de daha önce hiç duymadığım şeyler sıralanmıştı.
Okuldayken rapor ve tez yazmak için kullandığım bir dizüstü bilgisayarım var. Ancak çalışmaya başladığımdan beri bu tür belgeler yazma fırsatım hiç olmadı. Modemim aniden bozulunca yeni bir tane aldım ama Wi-Fi bağlantısı çok karmaşık olduğu için nasıl kuracağımı bilemedim. Bu yüzden de o zamandan beri bilgisayarımı açmadım. Çoğu şeyi akıllı telefonumdan bilgisayar kullanmadan da yapabiliyordum zaten.
“Word’de bir şeyler yazabileceğimi düşünüyorum ama Excel’i bilmiyorum.”
“Eğer bir ofiste çalışmak istiyorsan, en azından Excel kullanmayı bilmen gerekir.”
“Ama kurslar pahalı,” dediğimde Kiriyama bilmediğim bir şeyden bahsetti.
“Kursa gitmeden de öğrenebilirsin. Belediyelerin halk eğitim merkezlerinde olsun, ilçe kültür merkezlerinde olsun dersler oluyor. Bölge halkı için ucuz bilgisayar kursları var.”
“Aa, gerçekten mi?”
Yemeyi bitirdiğim ekmeğin poşetini sararken saatime baktım ve on dakikadan az zamanım kaldığını gördüm. Tuvalete gitmek istiyordum ama mola bitmeden üç dakika önce kasada olmazsam Numauçi Hanım beni haşlardı.
Çilekli sütümü bitirip masadan kalktım.
O gece telefonumdan yaşadığım yer olan “Hatori bölgesi”, “kültür merkezi” ve “bilgisayar dersi” diye yazarak araştırdığımda, düşündüğümden o kadar fazla şey çıktı ki hayrete düştüm. Demek bu kadar çok yer vardı!
“Hatori Halk Eğitim Merkezi” denilen yer dikkatimi çekmişti. Adresi kontrol edince hemen mahallemde olduğunu gördüm. Evime on dakikadan daha az mesafedeki bir ilkokula bağlı görünüyordu.
Web sitesine detaylıca bakınca çeşitli kurslar ve etkinlikler bulunduğunu gördüm. Japon satrancı, haiku şiir, ritmik danslar, hula dansı ve kalistenik gibi kurslar da vardı. Çiçek düzenleme ve atölye çalışması etkinlikleri de oldukça sık düzenleniyordu. Bölgede ikamet eden herkes katılabiliyordu.
Demek ilkokula bağlı böyle bir yer vardı! Yaklaşık üç yıldır bu dairede yaşamama rağmen bunları hiç bilmiyordum.
Sitede yazdığına göre bilgisayar dersleri toplantı salonunda yapılıyormuş. Derse kendi bilgisayarınızı götürmek veya Halk Eğitim Merkezi’nin bilgisayarlarından ödünç almak mümkünmüş. Ücret, ders başına iki bin yen. Kurs her çarşamba, öğleden sonra iki ile dört arası. Dersler, kişiye özel olarak ilerlediği için istediğiniz zaman katılmak mümkün yani kursun belli bir başlangıç tarihi yok. Kursun hafta sonu değil de hafta içi olmasına çok mutlu oldum. Bu hafta da şansıma izin günüm çarşambaya denk geliyordu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAradığın Şey Kütüphanede Saklı
- Sayfa Sayısı224
- YazarMichiko Aoyama
- ISBN9786051983424
- Boyutlar, Kapak14 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviDomingo Yayınevi / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Seninim ~ Maureen Smith
Seninim
Maureen Smith
“Smith, romantizmle gerilimi dengelemeyi çok iyi biliyor.” Pusblisher’s Weekly Arzular, karanlık çöktükten sonra daha derinden alev alır. Lena Morrisson gündüzleri, başarma hırsı ile dolu...
- Fısıltı (Ciltli) ~ Becca Fitzpatrick
Fısıltı (Ciltli)
Becca Fitzpatrick
“Okuyucuyu sarsan tüyler ürpertici bir roman… Nora’nın kötü çocuk Patch’le fırtınalı aşkı okurları kendilerinden geçirecek.” Publishers Weekly “Vampirlerden ve kurt adamlardan sıkılan gerilim ve...
- Kızıl Darı Tarlaları ~ Mo Yan
Kızıl Darı Tarlaları
Mo Yan
Çin’in Nobel ödüllü yazarı Mo Yan’ın Kızıl Darı Tarlaları, Shandong ailesinden üç kuşağın, 1923-1976 yılları arasındaki öyküsünü aktaran bir roman. Yazar, bir mücevher güzelliğindeki...