Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Aptal – Suçlu Sen Değilsin, Kaybeden Biziz
Aptal – Suçlu Sen Değilsin, Kaybeden Biziz

Aptal – Suçlu Sen Değilsin, Kaybeden Biziz

Feyyaz Yiğit

Saplantılı bir aşk. Şiddetli bir tutku. Çarpıcı bir yetenek. Ve geceleri yusufçuk kılığında gezen bu gizemli kız… Yusufçuk Gece Gelir, edebiyat dünyasında son 10 yılın en yankı uyandıran yazarının sıradışı ikinci romanı.

“Tanıştığımız tüm aptalların anısına.”

”Kimilerinin aklında şokellayı çok seven bir insan olarak yaşıyorsun. Demem o ki ‘biraz daha’sı olan hiçbir şeye inanma sakın.”

“Evvela aynadaki haline bakıp kendisine âşık olan ve ırzına geçen, ardından söz olacak diye kendisini nikâhına alan insanın dünyasıdır bu. Sonsuz bir sevgiyle evinde yalnız bırakmalıdır onu. İnsanın başına ne geliyorsa hep iyi niyetinden geliyor, haklısınız. Bence siz başkalarını da kendiniz gibi sanıyorsunuz. Ama yapmayın. Hemen güveniyorsunuz insanlara. Babanızın oğlu mu bu
insanlar…”

“Ona kulak asma… Sevemeyeceğin insanları biraz daha sev, gülemeyeceğin şakalara biraz daha gül, kazanamayacağın paraları ve hayatları hayal et biraz daha. Biraz daha başarılı, biraz daha gururlu, biraz daha sevimlisin artık. Kontrol et ki elinden sıyrılıp kaçmasın fırsat buldukça övdüğün naif hayatın. Ölçülebilir ihtiyaçlarını karşılamaya hazırlar biraz daha. Ama tabii ki sen bekliyorsun. Nasıl durulur, aynı benim gibi biliyorsun. Biraz daha dön eski haline. Biraz daha tasarla çoktan biten o günü. Lütfen hemen acımaya başlama kendine, biraz daha dur.”

“Kim beni ne sebeple affeder bilmiyorum.”

*

1.BÖLÜM

Tam kahverengi diyemeyeceğim ama baya bildiğin sarı da diyemeyeceğim bir rengi vardı gardırobun. Tanımlamakta insanı çok arada derede bırakan bir eşya seçmişti kendisine. Devasa boyutta bir gardırop değildi ama gardırop olmaktan uzak bir kısalığı da yoktu. Onu gören kesinlikle gardırop derdi, o konuda insanı rahatlatıyor. Lakin alışılmış bir gardırop olmadığı da aşikârdı. Boş odanın ortasına kurmuştuk gardirobu ve etrafında dönerek inceliyorduk. Herkesin bu gardırop hakkında söyleyebileceği bir şey vardı. İnsanı konuşturan, tartışmaya iten bir gardıroptu bu. Nereye koyarsan koy oraya ait olmadığını belli eden bir şeydi. Odanın ortasında dursa her şeye uygundu ama herkese rahatsızlık verecekti.

Resmen parasını bastırıp kendimize bir bela satın almıştık. Yatağın ucuna koyduk, “Olur burda böyle,” dedik. Olmadı. Yatağın yanı başına koyduk, “Buraya olur bu,” dedik. Yine olmadı. Kişi yattığı yerden çok çirkin bir hareketle uzanarak bu gardırobun üstüne eşya koyabilirdi. Fakat gardırop dediğimiz şeyin üstüne bu şekilde eşya koyulamamalıydı. Kendi gardırobuma baktığımda aklıma hiç böyle bir şey gelmiyordu. Çünkü uzun bir gardıroptu benimki. Peki, bu gardırop kısa mıydı? Hayır, değildi. Peki, yatakta yatan kişi hiç de kısa olmayan bu gardırobun üstüne bir eşyayı nasıl koyabilirdi? Uzanarak koyabilirdi elbette. Uzanabildiğine göre, diyorum ki, bu kısa bir gardırop. Ama değildi. Gardırop orada öylece dursa ve üstünde hiçbir eşya olmasa, içinizden, “Yahu bunun üstü niye boş bırakılmış acaba?” derdiniz. Üstünde eşyalar olsa,” Ulan adam gardırobu nasıl bu şekilde kullanabiliyor?” derdiniz. Her şeyden evvel bu gardırop kendisinin bir eşya olduğuna ikna edemiyordu kimseyi. Onun bir gardırop olduğunu hepimiz biliyorduk fakat sanki yeterince emin değildik bu konuda.

Çalışma masasının yanına yerleştirmeyi teklif ettim ve denedik. (Kendinizi yeterince zorlarsanız bu gardırobu çalışma masası olarak bile kullanabilirdiniz aslında.) En düzgün durduğu yer burasıydı. Üzerine televizyonu koyduk. Hiç hoş olmadı. Bir televizyon bu kadar yüksekte durmamalıydı, çünkü izlemesi çok zor olur. Zaten ben gardırobun üzerine televizyon koyanını görmedim hiç. İnsan kendisini yeterince zorlarsa bu gardırobu çalışma masası olarak bile kullanabilir aslında. Ya da televizyonu kucaklayıp yatağına uzansa diğerinden daha mutlu olabilir mesela.

Bu gardırop krizine ara verip balkonda çay içmeye karar verdik. Balkona evin salonundan çıkılıyordu ve ben salonda insanı epeyce düşündüren bir şifoniyer gördüm. Şifoniyer çok ufaktı. Bir şifoniyer ne kadar ufak olabilirse o kadar ufaktı yani. Şifoniyer ufaklığının sınırlarını ararken böyle bir şeye ulaşmış olabilirler, dedim kendi kendime. İçine ne sığdırabileceğinizi düşünerek yaşlanabileceğiniz 7 adet çekmecesi vardı. ‘Acaba üstünde televizyon nasıl durur?’ diye düşündüm. Televizyonun yeri orası değildi tabii ki, bu çok belli oluyordu. Ama koysan izlenir miydi? Tabii ki izlenirdi. Ancak bunu tercih etmezdiniz. Bir şifoniyer ki, sadece mecbur kaldığınızda üzerine televizyon koyabiliyorsunuz. Gönlümce bu şifoniyerin üzerine bir televizyon koymak istesem arkadaşlarım beni ayıplardı. Şamil Abi’ye, “Bu nasıl bir şifoniyer?” diye sordum. “O bizim değil, önceki kiracınınmış,” dedi. Eski kiracı ya bir Hobbit’ti, ya da bunu buraya bilerek bırakmıştı. Eşyalarla sınanıyorduk ve sanırım sadece ben bunun farkındaydım.

Balkonda bir masa vardı fakat yarım daire şeklindeydi. Nedenini belki de sadece masanın kendisi biliyordur. Fakat balkon için hiç de fena sayılmazdı. Ben, Şamil Abi, Şamil Abi’nin kardeşi Seyit ve eşi Sevim yorucu bir sabahın ardından çaylarımızı yudumlamaya başladık. Çay bardaklarının hepsi birbirinden farklıydı. Biri normal, biri kristal, biri ince belli olduğu halde kulplu, biri de normal çay bardağı şeklinde ama şeffaf değildi. Neden şeffaf değildi? Şeffaf olmak zorunda mıydı? Neden çay bardağı şeklindeydi? Bu soruları hiç kimse sormuyordu kendisine.

Şamil Abi’yi yeni evine yerleştirmeye çalışıyorduk fakat sanki o da dahil olmak üzere orada bulunan her şey eve ait olmadığını haykırıyordu. İnsan bir yerlerde bir şekilde yaşamasını beceriyor nasıl olsa; her şey her şeyin yanlış olduğunu haykırsa ne olur sanki. Bence çok kötü şeyler olabilir. Öncelikle ne gerek var? Belki de bu sinir bozukluğunu bir ihtiyaç olarak görüyorlardır. Bir rahatsızlığa güzel bir isim aramak sadece Şamil Abi’ye has bir özellik değildir diye düşünüyorum.

Sevim Abla ikinci çayları isteyip istemediğimizi sordu. Hepimiz istedik. Sevim Abla’nın istemediğini yalnızca üçümüze çay getirdiğinde anladım. Hepimiz anladık. İnsanı meraklandırmaması gereken bir şey, yeterince doğal. Ayrıca Sevim Abla’yı o biçimsiz gardıroptan ayıran yegâne özelliğin bu olması hiçbir yerde tartışamayacağımız bir konu. Şamil Abi’nin çayına 4 şeker attığını gördüm. “Neden?” diye sordum kendisine. Çayı şekerli sevdiğini söyledi. Ben çayı nasıl sevdiğimi bilmiyordum. Çayı çok seviyorum demişliğim yoktur hiçbir oturumda. Çayı seviyorum diyelim, nasıl sevdiğimin tarifi yok. Herkes çay içebildiğimin farkında fakat hangi hislerle içtiğim konusunda yeterince emin değil. İşte bu da beni o gardiroba benzeten yegâne özellik. Bunu isteyen herkes istediği her yerde tartışabilir. Fakat kim, niye istesin.

Beni o gardiroba benzeten bu özelliğimi tartış mak istemediğiniz sürece sizin ne kadar kullanışsız ve şekilsiz birer gardırop olduğunuzu içimde saklayacağım. Sizler eski kiracının ortalığa bırakıp gittiği bir şifoniyer ufaklığı sınırında ve hacimsiz çekmecelerinde sadece boşluk taşıyabilen Şamil Abi’lersiniz. Bunu bir sır olarak saklamak insanı ne kadar zorlasa da sizler için bunu yapabilirim. Bir noktada sadece kendim için yapabileceğim bir şey bu. Fakat bunun bir sır olmasına gerek yok, çünkü bu anlaşılabilirlik mesafesinin dışında kalan bir şey.

Plastik bir kapta beyaz peynir koydu önümüze Sevim Abla. Seyit Abi’den de poşetteki ekmeği çıkarmasını istedi. Seyit Abi hafifçe eğilerek yerde duran sepetin içinden poşeti aldı. Masaya koydu ve içinden ekmeği çıkardı. Bu bir Nike poşetiydi. Hayatımda ilk defa Nike poşetinden çıkan bir ekmek gördüm. Böyle şeyler insanın ekmeğe olan inancını sarsabilir. Ne yazık ki ekmeğe inancım yok benim. Sarsılmasını isteyeceğim ilk şey bu olabilirdi oysaki. Şamil Abi sofradan keyif aldığını belli eden sesler çıkararak bir parça ekmeğin içine bir parça peynir koydu. Güzelce ısırdı ve çayından sesli bir yudum aldı. Yorucu bir sabahın ardından yüzlerimizde beliren tebessüm bence bize ait değildi. Bu tebessümü yüzlerimize çivileyen eski kiracı olabilir.

Evin daha çok işi vardı. Henüz Şamil Abi’nin yatağını kurmamıştık bile. Şamil Abi’ye, “Önce yatak odasını mı yerleştiricez?” diye sordum. O da bana, “Vallahi ben bilemedim, önce yatak odası mı diyorsun?” diye sordu. “Olabilir,” diye cevap verdim. Şamil Abi ile aramızda ilk buluşmasını yaşayan liseli sevgililerin enerjisi vardı. Evrende bir kara delik açmak mümkünse eğer, ben bu enerjiyle açılabileceğini savunuyorum.

Şamil Abi’nin neredeyse beş bine bölünen yatağının parçalarını neredeyse bin kez git gel yaparak odasına taşıdık. Şamil Abi bir Optimus Prime’in üzerinde uyuyordu. Yüzlerce vidanın arasından doğru olanı bulup doğru deliğe sokuşturma çabasına giriştik daha sonra. Bu yatak odası yerleşmeden evrimimizi tamamlayıp evin sevimli balkonundan uçarak gökyüzünde kaybolacaktık. Ya da bu olmasını en çok istediğim şeydi. Bazı demir çubuklar buldum duvara dayanmış bir şekilde duran. Şamil Abi’ye, “Bunlar ne?” diye sordum. “Yatağın iskeleti onlar,” dedi. Ben hariç odadaki herkes, ‘Nolcak canım, her zaman kurduğumuz yatak. 5 dakkası var’ havasına bürünmüştü. Yatağın bir de operatörü olmalıydı aslında. Bütün bu çile bittiğinde elimize geçecek olan şeyin şu çılgın yatağın tepesinde gebelek gibi yatan bir ‘Şamil’ olması can sıkıcıydı biraz. Normalde ben yatak kurma işlerinden zevk alırım. Sadece yatak değil tabii ki; temelde parçalardan oluşan her şeyi birleştirmek bana müthiş haz verir. Duvara dayalı duran demir çubukları alıp acaba birbirlerine nereden ekleniyorlar diye incelemeye başladım. Sonra elimdeki çubuklardan biri bi anda ikiye katlandı. Önce kırıldığını düşündüm, ardından katlanabildiğini fark ettim. Diğer çubuklar da katlanabiliyor mu diye baktım fakat katlanamıyordu. Sadece o katlanabiliyordu, çünkü o özel bir çubuktu. Katlanabilen bir çubuktu. Bizim için özel olmasa bile Şamil Abi’nin üzerinde uyuyacağı yatak için hayati önem taşıyordu. Hemen bu özel demir çubuğu Şamil Abi’ye uzattım. Başına bir şey gelmesini istemiyordum. Bütün bunları düşünürken Sevim Abla’nın elinde başka bir katlanabilen çubuk gördüm. “O çubuk nerenin Sevim Abla?” diye sordum. “Ay ne bileyim kafam çok karıştı,” dedi. Haklıydı.

Şamil Abi ellerimizden çubukları topladı ve onları bazı belirgin özelliklerine göre sınıflandırdı. Anladı….

 

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yerli)
  • Kitap AdıAptal - Suçlu Sen Değilsin, Kaybeden Biziz
  • Sayfa Sayısı193
  • YazarFeyyaz Yiğit
  • ISBN9786055134136
  • Boyutlar, Kapak12.9 x 19.7 cm, Karton Kapak
  • YayıneviOkuyan Us Yayınları / 2019

Yazarın Diğer Kitapları

  1. 8-9 Senedir Kendimi İyi Hissetmiyorum ~ Feyyaz Yiğit8-9 Senedir Kendimi İyi Hissetmiyorum

    8-9 Senedir Kendimi İyi Hissetmiyorum

    Feyyaz Yiğit

    Saplantılı bir aşk. Şiddetli bir tutku. Çarpıcı bir yetenek. Ve geceleri yusufçuk kılığında gezen bu gizemli kız... Yusufçuk Gece Gelir, edebiyat dünyasında son 10 yılın en yankı uyandıran yazarının sıradışı ikinci romanı.

  2. Olduğu Kadar ~ Feyyaz YiğitOlduğu Kadar

    Olduğu Kadar

    Feyyaz Yiğit

    Saplantılı bir aşk. Şiddetli bir tutku. Çarpıcı bir yetenek. Ve geceleri yusufçuk kılığında gezen bu gizemli kız... Yusufçuk Gece Gelir, edebiyat dünyasında son 10 yılın en yankı uyandıran yazarının sıradışı ikinci romanı.

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Kibirli Palmiye ~ Aybike ErtürkKibirli Palmiye

    Kibirli Palmiye

    Aybike Ertürk

    Herkes biraz kötüdür. Şeytan hepimizin içinde. Asıl maharet varlığını kabul edip onu dizginleyebilmekte…   Bir mezarlıkta yolları kesişen üç kişi… Annesine verdiği helalliği geri...

  2. Babamın Masalı ~ Babamın MasalıBabamın Masalı

    Babamın Masalı

    Babamın Masalı

    Bu kitap ilkleri buluşturan bir çalışma. İlk Türk kadın romancısı olduğu Ahmet Mithat Efendi’nin mektuplarıyla açıklığa kavuşan Zafer Hanım’ın öyküsünü ilk romanını yazan Tülay...

  3. Yarım ~ Ethem BaranYarım

    Yarım

    Ethem Baran

    “Geldin, burayı gördün. ‘Yazmalıyım,’ dedin kendi kendine. Burada kaybolmamak, belleğindekileri yitirmemek, sahip olduklarını sımsıkı tutarak onlara yeniden sahip olmak için yazmalıydın.” Cezaevinden farksız bir...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur