“Hepimiz hilkat garibeleriyiz, öyle ya da böyle.”
Ünlü bir dilbilimci olan Gustavo, nişanlısını öldürdüğü için psikiyatri kliniğinde yatan eski dostu Daniel’in gerçeği itiraf etmek üzere kendisini umulmadık bir anda aramasıyla geçmişin izini sürmeye başlar. Tozlu kütüphaneler, egzotik genelevlere dair gençlik anıları, Daniel’in deliliğin sınırlarında gezinen hastalıklı küçük kız kardeşi ve kitap koleksiyonculuğu… Gustavo, polis raporlarından daha gerçek olan anıştırmalar ve metaforlar aracılığıyla cinayetin arkasında yatan gerçeği çözmek durumundadır.
Antikacı, yozlaşma ve şiddet yüzünden harap olmuş huzursuz bir Güney Amerika şehrinde geçen tutkuyla sarmalanmış bir cinnet öyküsünü anlatıyor.
Perulu yazar Gustavo Faverón Patriau’nun gizemli ve efsanevi yaratısına derinlemesine dalınca, elinizden bırakamayacaksınız…
“Müthiş bir neo-gotik hikâye… Okuma deneyiminizi değiştirecek türden bir metin.”
Dennis Haritou, Three Guys One Book
“Borges’in büyülü gerçekçiliğini, Calvino’nun Görünmez Kentler’ini anımsatan yanları var; aynı zamanda çok daha gizemli, gotik, dehşetli bir şeyler de var.”
Daniel Alarcón, Geceleri Daireler Çizerek Yürürüz’ün Yazarı
“Yazarla birlikte çalışarak romanı okuyanlar ve onunla birlikte hayal kurup böylesine yoğun ve zengin bir metnin inceliklerinin keyfini sürebilecek olanlar, Antikacı’yı asla unutmayacaklardır.”
Mario Vargas Llosa, Nobel Edebiyat Ödüllü Yazar
Girizgâh
Conrad Lycosthenes’in karısına göre, ki kendisi bir yabancıydı, ülkesinin kadınları tavuk gibi yumurtlardı. Conrad onu öldürdü ve ölüm döşeğinde sarı bir yumurta buldu. Yumurtanın kabuğundaki çatlaktan, kendisininkinin tıpkısı olan uyuyan bir surat gördü. Cambrai’li Ramihrdus, bakire bir tavuktan doğmuştu ve 1076’da onu öldürdüler. Gherardo Segarelli ahırda bilgelere vaaz verdi ve 1300’de öldürüldü. Fra Dolcino tavukları ve horozları besledi ve 1307’de onu öldürdüler. Duyduğum kadarıyla Jan Hus, Peter’i üç kez horoz gibi öttürdü ve o da 1415’te öldürüldü. Jacob Hutter müritlerinin bağırsaklarını deşti ve 1536’da öldürüldü. Anne Askew, tavuklarının susuzluğunu kendi kanı ile giderdi ve 1546’da öldürüldü. Belirsiz bir süredir bunları duyuyorum. Gözlerimi açıp kapatıyorum ve sonra yeniden açıyorum. Dakikalar mı, saatler mi, yoksa haftalar mı geçti, bilmiyorum. Işıkta olduğu gibi yarı gölgede de aynı listenin ortaya döküldüğünü duyuyorum: Nicholas Ridley’nin tüyleri, Yahudi kralı olduğu için yolunmuştu ve 1555’te öldürülmüştü. Gioffredo Varaglia, Yehuda’dan otuz tavuk almıştı ve 1558’de öldürülmüştü. Bernardino Conte, ilk çocuğuna Magdalene ismini vermişti ve 1560’ta öldürülmüştü.
Boğuk, kekeleyen bir ses zaman zaman durup yeniden başlıyor ve ben gözlerimi açıp içinde bulunduğum odayı görüyorum. Bazı durumlarda gece olduğunu ya da şafağın çoktan söktüğünü fark ediyorum. İşte o zaman hastanede olduğumun ayırdına varıyorum. Ve dinliyorum: Diego López, kilisesini taşa oyulmuş bir atmaca sureti ile kurdu ve 1583’te onu öldürdüler. Uykuya dalıyorum ve rüyalarımda başka bir hastanede olduğumu fark ediyorum; daha büyük ve sürekli arı kovanı gibi işleyen bir hastanede. Ve duyduğum şeyin kendi sesim olduğunu fark ediyorum.
Yüzüm sargılı. Sargı bezi burnuma, kulaklarıma ve gözlerime baskı yapıyor. İşte bu yüzden cisimlere bakmak zor. Ama yine de bakıyorum. Ve bakışlarım bandajın ötesine geçmeye cüret ettikçe, sargı bezini yüzümde yarı çürümüş bir kabuk gibi hissediyorum. Dış dünyayı iç dünyadan ayıran, gerçekliği rüyadan ve anıdan farklılaştıran bir kabuk. Bu ilk anlarda neyin ne olduğunu bilmiyorum. Bu yatakta şu an itibariyle ne kadar zamandır yattığımı ve niçin bu hastanede olduğumu da bilmiyorum. Günler geçiyor ve nesneler berraklaşıyor: Ziyaretime gelen kimse olmasa da bana bakan doktorlar ve hemşireler var. Karım yıllar önce öldü. Burada mı yoksa başka bir hastanede miydi, bilmiyorum.
Bildiğim şey şu: Giordano Bruno, tek bir kanattaki tüyleri kullanarak her şeyi hatırlamaya yarayan bir sistem icat etti ve 1600’de öldürüldü. Bartolomeo Coppino tepesine dikenden bir taç sardı ve 1600’de o da öldürüldü. Beni görmeye gelen doktorlardan biri sürekli gülümsüyor. Diğerinin yüzü tamamen ifadesiz, sanki porselen bir maske takmış gibi. Günler önce ondan bana kalem kâğıt getirmesini istedim, o da bir hemşireyi defter ve kurşun kalem getirmekle görevlendirdi. Arka sayfaları karalayarak üç gün geçirdikten sonra nihayet bu sabah yazmaya karar verdim. Bartholomew Legate ayak takımının şikâyetlerini sansürledi ve 1612’de öldürüldü. Şu ilk satırı yazıyorum:
Bu, başkaları için yüzyıllar önce, benim içinse en az on beş yirmi yıl önce başlamış eski bir hikâyedir. Sonra bu cümlenin üstünü çiziyorum ve başka bir tane yazıyorum: Daniel’in Juliana’yı öldürdüğü geceden bu yana üç yıl geçmişti ve telefonda sesi başka biriymiş gibi geliyordu. Çünkü hikâyeme abartıyla başlamak istemiyorum. Yüzyıllar önce neler olduğunu anlatmak istemiyorum. Zaman zaman hikâyemin tarih öncesine dönersem, bunun tek amacı kesinlik sağlamak içindir. Yalnız şu kadarını söyleyeyim: Dört hafta önce bu yatakta değil de bekleneceği üzere kendi evimde ve yatağımda sakince, her zamanki gibi uyandım. Telefon çaldığında kendime bir fincan kahve koymaktaydım.
Bir
Daniel’in Juliana’yı öldürdüğü geceden bu yana üç yıl geçmişti ve telefonda sesi sanki başka biriymiş gibi geliyordu. Hiçbir şey olmamış gibi beni öğle yemeğine davet etmek için aramıştı. Sanki onunla öğle yemeği yemek, hâlâ öyle alelade seçilmiş bir restorana ya da eskiden sıkça takıldığımız, ağzına kadar kitap, elyazması, kâğıt tomarı ile binlerce çatlamış deri kapaklı, parlak şömizli cildin tıka basa doldurduğu raflarla döşeli olan anne babasının evine gitmek demekti. Sanki onu ziyaret etmek demek, tıpkı eskiden olduğu gibi Daniel’in, pijamalarıyla kahvaltısını ettikten sonra ayaklarını masanın üstüne koyup sol elinde bir büyüteç ve yüzünde hafif bir şaşkınlık ifadesiyle artık kimsenin okumadığı büyük kitap ciltlerindeki dipnotları deşifre ettiği ve uyanık olduğu her saati geçirdiği, kütüphane-yatak odasına giden o demir sarmal merdiveni tırmanmak demekti. Onu kapattıkları, daha doğrusu hapishaneden yırtmak için kendi kendini kapattığı o korkunç yere gitmek demek değildi. Daniel üniversitedeki ilk yıllarımızdan itibaren benim en yakın arkadaşımdı. O zamanlar farkında olmasak da, mesleki eğilimlerimizin ve hayatlarımızın netleşmeye başladığı, şimdi çok uzakta kalan o günlerde etle tırnak gibiydik. Ben psikolojiyi, sonra da psiko-linguistiği seçtim. Ölümcül bir hastalığa yakalanıp iki yıl içinde ölen ve beni artık farkında olmadığım bir evde, ona benden daha fazla şefkat göstermiş âşıklarından gelen bir mektup yığınıyla tek başıma bırakan çekici ve zarif iş arkadaşımla evlendiğimde, bölümü daha yeni bırakmıştım.
Zaten sonrasında hem kısa sürecek hem de gizli kalacak başka bir ilişki kurma gücüne sahip olamayacaktım. Çocuksu meşguliyetlerden uzak duran Daniel ise hiç vakit kaybetmeden kitaplara ve eski eserlere dalmıştı. Varoluşunu arşivlere ve yüz yıllık kataloglara gömülmüş halde, hep hayalini kurdukları ve sahip olmak için can attıkları, elde ettikleri anda ise bir çift makas ya da bıçakla loş çalışma odasında harap edebilecekleri, kenarları açılmamış bir kitap cildinin ebedi arayışıyla geçirmeye başlamıştı. Kalan zamanında ise sevgili dostlarının dul eşlerinden bütün bir kütüphaneyi devede kulak kalan meblağlar karşılığında satın alan kitap tutkunu eski eser kaçakçıları ve bilim insanlarıyla toplantılar yapıyor ve çok başlı canavarların oburluğuyla çetrefil ciltleri tüketen çılgın ve ateşli okurların dünyasını didikliyordu.
Daniel onlardan gençti. Hepsi anne babası ya da dedesi ninesi olabilecek yaştaydılar; ama nedense itiraf etmeye cesaret edemedikleri malum amaçlarını saklayarak kazara, talihsizce, belki de kurnazca atıldıkları yabani bir yaşam yolcuğunda ona yaşlı bir Şerpa’ymış1 gibi davranıyorlardı. Bunlardan biri Galvez’di; zamanını kuşbilimi ile matbaanın ilk zamanlarında basılmış kiliseye ait arşivleri araştırma arasında paylaştıran üçkâğıtçı emekli bir avukat.
Sadece kendi sezgilerine, Daniel’in sessiz öğütlerine ve evdeki tek refakatçı olan kızının yaşlı hizmetçisinin kaprislerine itaat eden yalnız ve despot bir tipti. Bir diğeri, görünüşte aristokrat, gazetesi kadar kendisi de sayısal ifadeler ve uzlaşmazlıkla dolu olan Mireaux’ydu. Kendisi muhafazakâr bir bulvar gazetesinin kambur sahibiydi ve sanki burnundan çıkan ya da boğazının buruş buruş teni üzerindeki kıvrımlarından gelen tiz bir sesi vardı. Üçüncüsü Pastor, eski bir gemi kaptanıydı; Daniel’den yaşlıydı ama diğerlerinden gençti. Kırmızı Bölge’ye –o zamanlar subayların ölümcül bir lanet gibi müebbet ceza olarak düşündükleri istikamete– gönderilmemek için yıllar önce donanmadan ayrılmıştı. Pastor yarım daireler yaparak yürür, uzattığı parmaklarıyla konuşurken havada yuvarlak çiçek figürleri çizerdi. Konuşurken dediğim, tartışmanın odağındaki konu konuşulurken diğerleriyle arasındaki muhalefeti örtbas etmek için her seferinde, mürekkep balığının mürekkebini fışkırtması gibi bir ses çıkarırdı. Onlarla hiçbir zaman samimi olmadım; ama Daniel ile olan ilişkim karşılaşma sıklığımızı artırıyordu. Kısa sohbetlere ve sıradan bahislere dayanan üstünkörü bir arkadaşlığımız vardı. Afazik2 ve otistik yeğeni yıllarca benim hastam olduğu için Mireaux ile iyi bir ilişkim vardı.
Dördü –önce Daniel ve Mireaux, sonra Pastor ve Galvez– şehirde saygılarını hak eden tek eski eser kitapçısı olduğunu düşündükleri dükkâna başlangıçta öylesine, sonra sık sık gelmeye başlamışlardı. Çok geçmeden buranın müdavimi oldular. Metonimi ya da metastaz sonucu diye espri yapardı Daniel. Sonunda dükkâna ortak oldular ve burayı genişlettiler. En mütevazı taşra kiliselerinden, kuş uçmaz kervan geçmez yerlerdeki şapellere, el altından yürüttükleri ya da birinin öbür dünyaya henüz göçmüş bir akrabasının eşyaları arasında bulup nadide bir eser olduğunu bilmeden sattığı parçalar ile bazı borçlu kişilerden düşük ücretlere satın aldıkları antika kitaplar, gravürler, kara kalem çizimler, on dokuzuncu yüzyıl yağlı boya tablolar ve kolonyal dönem ile Birinci Cumhuriyet’ten kalma dokümanların bulunduğu bir dükkâna dönüştürmek üzere genişlettiler.
Dört adam birlikte kitabevinin esas sahibi haline geldiler. İlk sahibinin ayağını iyice kaydırmadan önce, etkisini yavaş yavaş zayıflattılar. Böylece her biri, eski kitap kataloğuna kendi özel koleksiyonundan gönüllü eklemeler yaptı ve bu operasyonun sonunda dördü, kitabevini, kendilerine verdikleri acayip ve eğlenceli bir isimle vaftiz ettiler: Halka. Bu iflah olmaz bibliyopatlar topluluğuna girmek için sık sık ayartılmaya çalışıldım; ama hiçbir zaman girmedim: Ben tıpkı o zamanlar olduğu gibi, Daniel’in keşifleri ve ihtirasıyla zaman zaman gözleri kamaşan, gerçekçi bir okurdum. Çocukluğumuzun son yılları boyunca kitap satıcılarının, entelektüellerin ve üniversite profesörlerinin hürmet ve hasetle bakıp bir tarikatın yeni müridinden ya da mistik bir şeyhin bir ibadethaneden bahseder gibi andığı o efsanevi kütüphaneyi kurmakla geçirdiği yirmi yıldan fazla bir süre, Daniel’e hep yakın durmuşumdur.
Gerçekten de bundan üç yıl öncesine kadar Daniel’in, nişanlısı Juliana’yı muhtemelen bir kıskançlık krizi sonucu otuz altı kez bıçaklayarak öldürdüğünü kendisinden değil, merkezdeki bir gazete bayisinde, değişik gazetelerin manşetlerinden öğrenene kadar hep yakın olmuştuk. Kadının cesedini yakmaya çalışmış, sonra da arabasının bagajına koymuş ve saatlerce orada bırakmıştı. Sonrasında ailesinin evine dönerken bagajda bıçaklanmış cesetle sahilden şehre kadar araba kullanmıştı. Kafasına bir kurşun sıkarak kendisini de öldürmeye çalışmış ama becerememişti. Öyle görünüyor ki kader, tam da evdeki konsoldan çaldığı silahın tutukluk yapmasına karar vermiş, böylece babasının oğluna doğru koşup kafasının arkasına bir tane patlatarak hayatını kurtarması için zaman tanımıştı.
Takip eden günlerde onu görmedim. Saçma ve yersiz bir suçluluk duygusuna yenik düşmüş bir halde, duruşmaya katılmaya ya da onu hapishanede ziyaret etmeye cesaret edemedim. Anne babasıyla ya da erkek kardeşiyle de konuşmadım. Şehrin yarısı cinayetle ilgili zina, istismar, eski eser kaçakçıları arasında geçen bir olay gibi varsayımlar üzerine konuşuyordu. Hâkimin, gizli bir ödeme karşılığı onu hapishaneden uzak tutmak için akıl hastası olduğuna hükmederek kapatılmasına karar verdiği ve evimden yalnızca beş blok uzakta olan psikiyatri koğuşunun yakınından da geçmedim. Sesini de bir daha duymadım, bana o öğleden sonra yemek yemeyi teklif edip bahane uydurmama fırsat bırakmadan geleceğimden emin olduğunu söyleyene kadar. O anda, Daniel’le sohbetimin, muammalar ve sırlarla bezdirici bir hal alacağını tahmin etmem çok zordu. Bunların hakkından gelmem için akşamdan sabaha bir hafiyeye dönüşmem ve bazı hortlakları yakalamak için yollara düşmem, geçmişte kalmış bir anının kuyusuna inmem ve zırdelilerin dolambaçlı zihinlerinde bir iki hayaletin hercai suratının peşine düşmem gerekecekti: Edward Wightman, kuşlara üleştirmek için İsa’nın bedenini ufaladı ve 1612’de öldürüldü. Gabriel Malagrida tacirleri kooperatiften defetti ve 1761’de öldürüldü.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAntikacı
- Sayfa Sayısı192
- YazarGustavo Faverón Patriau
- ISBN9786055060275
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviDelidolu /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Görüşme Odası ~ Roderick Anscombe
Görüşme Odası
Roderick Anscombe
Okuru paranoyanın sınırlarında gezdirecek, heyecan dozu yüksek, soluk soluğa okunan bir psikolojik gerilim romanı… Yalanın en çok söylendiği, en usta yalancıların bulunduğu yerdeydi. Mesleği,...
- Karda Birdoksan ~ Susan Kreller
Karda Birdoksan
Susan Kreller
Adrian yutkundu. “Herkes benim bir şey söylememi istiyor, ama ben bir şey söylersem, Stella’nın gideceğini ve onu bir daha, asla göremeyeceğimi düşündüm.” Biraz sustuktan sonra mırıldanarak...
- Lost / Yaşam Belirtileri ~ Frank Thompson
Lost / Yaşam Belirtileri
Frank Thompson
Sydney’den Los Angeles’a uçan Oceanic Havayolları’nın 815 sefer sayılı uçağının düşmesiyle, kazadan sonra hayatta kalan 48 yolcu kendilerini, ıssız, tropik ve gizemlerle dolu bir...