Kendi kaderini, annesinin kaderinden ayıran her kadın, kendi hikâyesini yeniden yazar.
Hepimiz anne yarası taşıyoruz. Her birimiz, bir anneden doğmuş olsak da, zaman zaman kendimizi annesiz hissederiz. Anne yarası sadece biyolojik annemizle ilişkimizden kaynaklanan bir yara değil. Bu, çok eski zamanlara, atalarımıza, kadın ve erkeğin bütün olduğu dengeli zamanlardan, binlerce yıllık uzun bir kopuşa dayanıyor. Yaratıcı, şifacı, yeri gelince avcı, yeri gelince anne, erkeğin yanında onun kadar söz sahibi dişil güç, ne zamanki bastırıldı, yok edildi, asli varoluşundan, doğayla bağlantısından kopartıldı, ezildi, kurban edildi, köleleştirildi, o zaman başladı anne yarası.
Anne yarası taşıyan, gerek iş hayatında, gerek evliliğinde, gerek annesiyle sorunlar yaşayan ve hep kendini değersiz hisseden Smyrna, gittiği bir doktor muayenehanesinde bir gündüz düşüne dalar. Birdenbire kendini yeraltında kadın atalarının yanında bulur.
Bu bilge ve güçlü kadınlar ona kendine güvenmeyi, gücünü ele almayı, yaralarını iyileştirmeyi, kendine annelik etmeyi, kendini kendinden doğurmayı öğreten kutsal bir yolculuğa çıkarırlar. Artık kız kardeşliğin, atalarından gelen dişil bilgeliğin farkındadır ve şimdi kadınları bir çember etrafında toplama zamanıdır.
Çemberin etrafında toplanmış kadınlar dünyayı değiştirebilir. Ne zaman kadınlar, bir çember etrafına toplansa, dünyaya şifa, bilgelik, güç, empati, sevgi, barış, eşitlik, denge gelir.
Anne Yarası, hem bir şifalanmanın hem de Anadolu’nun dişil uyanışının hikâyesi. Çünkü zaman geldi!
İlk söz
Smyrna, İzmir’in antik dönemdeki adıydı. Yüzyıllar içinde bu güzel şehir, Simirni, Simirne, Simirna diye çağrıldıktan sonra İzmir adını aldı. Rivayet odur ki şehir, ismi Smyrna olan bir Amazon kraliçesi tarafından kurulmuştu. Amazon kadınları, ana soylu sistemle yönetilen, Kafkasya’dan Libya’ya kadar uzanan coğrafyada varlıklarını sürdüren, o dönem erkeklerinin dilden dile anlattıkları hikâyelerde, mermer heykellerde yaşamaya devam eden kadın kabilelerdi. Erkek egemen düşünce sistemiyle yazılmış tarih, Amazon kadınlarının yalnızca savaşçı yönünden bahseder. Dediklerine göre bu kadınlar, daha iyi ok atabilmek için sağ memelerini kurban verirlermiş. Çift başlı balta Labris’i onlardan daha iyi kullanan kimseler yokmuş. Truva Savaşı’nda Truvalıların yanında yer alan bu kadınların, Akad ordusu tarafından bozguna uğratılması, zamanla destansı hikâyelere dönüşmüş. Erkekler bu kadınlara karşı korkuyla karışık, büyük bir hayranlıkla efsunlanmışlar. Amazon kadınları sadece savaşçı özelliklere sahip değildi. Savaşçılıkları, onların kendilerini gizlemek adına, üzerlerine giydikleri bir pelerindi sadece. O pelerini hiçbir ölümlü kaldıramazdı. Onlar, savaşların seyrini, silahların ya da kaba kuvvetin gücüyle değil rahim bilgeliğiyle değiştiren kadınlardı. Ana soylu sistemi devam ettiren Amazonlar, tekinsiz, kaotik, ataerkil düzene başkaldıran, Doğa Ana’nın koynunda yaşayan, tarım yaparak yaşamlarını sürdüren kadınlar mıydı yoksa? Erkeklerin fantezilerini süsleyen, atletik vücutlu, seksi kıyafetler giyen kadın imajları, bu kadınların bilgeliğine hakaret niteliğindeydi.
Anadolu’da yaşayan Artemis’in kızları, dişi arı Melisalar, Amazon kadınları… Libya’da yılan saçlı, baktığını taşa çeviren Medusa’nın kadınları. Anaerkil düzenin son koruyucuları, anaerkil düzen yıkılırken ataerkile direnen, kendilerine dokunulmasına izin vermeyen Anadolu’da kendilerine ait toplulukları olan kadınlar… Amazon kadınları küçük bir kız olduğum zamandan beridir hayallerimdeki kadınlardı. İlkokul beşinci sınıftayken Halkapınar Dağları’nın eteklerinden, İzmir Çukuru’na doğru, at tepesinden körfeze bakan kadınların betimlemelerini okumuştum bir kitapta. Ata eğersiz binen bu kadınların, İzmir melteminde giderken atların yelelerinin saçlarına karıştığı o görkemli anlar gözümün önüne gelirdi. Onlardan biri olduğumu hayal ederdim. İzmir; benim büyüdüğüm şehrim. Atalarım, farklı coğrafyalardan gelerek, bu şehri yurt edinmiş kendilerine. Bu şehrin taşı toprağı, denizi, ovasıyla yoğrulmuşum. Ben bu kitabı içimizdeki vahşi olana, otantik olana ulaşabilelim diye yazdım. Patriyarkanın son bin yıldır unutturmaya çalıştığı, kadının özgün doğasını, yeniden hatırlayalım istedim. Vahşi özünü, otantik benliğini, özgün içsesini kaybetmiş ve yeniden bulmak için yola koyulmuş her kadına bu kitabı ithâf ediyorum. Bu kitap, henüz nereden başlayacağını bilemeyen kadınlar için bir tohum olsun niyetiyle kurgulandı. Kendi doğasına, içsel bilgeliğine gidebilmek için, önce kaybolmuş, sonrasında yolunu bulmaya çalışan kadınların dinlenme yeri olsun bu sayfalar. İçindeki Smyrna’yı keşfeden kadınların, hem karanlık hem de aydınlık yanlarının bir arada, ne kadar büyülü olduğunu kadınlara hatırlatmaya niyet ediyorum.
Hüma Zeybek 2023 Mayıs
/ Karaburun/Tepeboz Köyü
Birinci Faz
Bakire
Smyrna
Parkın hemen yakınındaki banka oturdu. Çocuk kahkahalarını ve bağırışlarını duyuncaya dek oraya kadar yürüdüğünü fark etmemişti. Parkta olup biteni bir boşluğa bakar gibi izlemeye başladı. Anneler hep bir ağızdan bağırarak konuşuyor, neredeyse her anneden emir kipiyle söylenmiş cümleler dökülüyordu. Yirmilerinin henüz başında genç bir kadın, kum havuzunda oynayan kızına “Ada! Hadi kızım paylaşsana oyuncağını kardeşle. AAAA çok ayıp Adacığım. Ne yapacaktık? Paylaşacaktık değil mi ama!” derken bir yandan da hemen yanı başında, onları pürdikkat izleyen başka bir çocuğun annesine, samimiyetsiz bir biçimde gülümsedi. Ada, oyuncağını paylaşmamakta ısrarcıydı, kendi kararlarını verme konusunda diretiyordu. Smyrna, Ada’ya hak verdi. Bu küçük kız, daha bu yaşta istemediği bir şeyi yapmamak için dimdik bir duruş sergiliyordu. “Diren kızım! Ada yanındayım” dedi içinden. Ada direndikçe, çocuk tutturmanın şiddetini arttırmıştı. Oğlan, annelerin görüş hizasının dışına çıktıklarını fark ettiği anda, kaşla göz arasında Ada’ya vurup oyuncağı alıp kaçtı. Smyrna, Ada’nın önce çaresizce ağladığını, sonra çocuğun peşinden hırsla koşturup, onu yakaladığı gibi yere fırlattığını gördü. Ada, gözlerinden öfkeli alevler saçarken, kesik kesik nefesler alıyordu. Oğlanın ne yaptığını görmeyen anneler, sadece Ada’nın yaptıklarını gördüklerinden, bütün ihale Ada’nın üzerine kalmıştı. Oysa Smyrna her şeyi görmüştü. Ada’nın uğradığı haksızlığa birebir şahitti. Smyrna, Ada’yı bir an yetişkin kadın olduğu haliyle hayal etti. Başkasına şirin görünmek, ele güne iyi olmak için kendi kızını gözünü kırpmadan başkalarına kurban veren bir annesinin olması Ada’yı nasıl bir kadına dönüştürecekti acaba? Kendi çocukluğu geldi aklına. Elâlem rahat etsin diye, annesinin ondan beklediği cici kız olma hallerini hatırladı. O cici kız olma halinin sıkışmışlığından kurtulmak için etek giymeyi, rugan ayakkabıları reddedip bayramlarda kot pantolon ve spor ayakkabı diye tutturduğu geldi aklına. Erkeklerle mahallede futbol oynadığı hallerini hatırladığında, içini buruk bir hüzün kapladıysa da yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi yine de. Ada’nın elinden alınıp erkek çocuğuna verilen o oyuncak ona, anneannesinin tavuğun en sevdiği yerini önünden alıp erkek kuzenine vermesini hatırlattı. Anneannesi kendi kızları dahil, ailedeki tüm kız çocuklarını görmezden gelip erkek çocuklarını kayıran bir kadındı. Anneannesinin annesi de aynısını Smyrna’nın annelerine yapmıştı. Erkek çocuk sevdası, kara bir lanet gibi nesiller boyunca peşlerini bırakmamıştı.
Anneannesinin hatırasını kovmak ister gibi başını salladı. Hâlâ kızgındı. Dikkati dağılsın, düşünceleri uçup gitsin diye, çocukları izlemeye devam etti. Park, çocukların değil annelerin hâkimiyet alanındaydı. Çocuklar neye ellerini atsa, anneler onları yönlendirmek için tetikte bekliyorlardı. Smyrna anneler topluluğunun en hoşlanmadığı kadınlardandı. Hani, o “anne olduğunda seni de göreceğiz” diye konuşulanlardan. “Çocuğun yok tabi, söylemesi kolay. Ben de anne olmadan önce, senin gibiydim. Çocuğun olduktan sonra öyle olmuyor” gibi üst perdeden, çocuksuz bir kadın olmasına vurgu yapılan konuşmalara, epeyce maruz kalmıştı.
O yüzden, artık hiçbir anneye, çocuklarına dair gözlemlediği herhangi bir şeyi söylemiyordu. Çocuklar, Smyrna’nın atölyesine geldiklerinde, onların yaratıcı ruhlarını özgürce ortaya çıkarmaları için elinden geldiğince onlara özgür bir alan sunmaya çalışıyordu. Çocukların kendi otantik halleriyle bırakıldığında, nasıl da şahane varlıklara dönüşebildiklerini biliyor ama bu bilgiyi artık sadece kendine saklıyordu. Dans eğitmenliğine başladığı ilk yıllarda, tüm çocukları dönüştürebileceğini zannetmişti. Şimdi o zamanki naif haline baktığında, bunun nasıl da masum bir hayal olduğunu görebiliyordu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıAnne Yarası
- Sayfa Sayısı272
- YazarHüma Zeybek
- ISBN9786258004984
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviDoğan Novus / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ankara ~ Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Ankara
Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Millî Mücadele yıllarında hiçbir çıkar gözetmeksizin yurtları için çalışan bazı subayların ve politikacıların zaferden sonra “sermaye çevreleriyle ilişkileri” ya da “arsa spekülasyonu”, “taahhüt işi”...
- Vassaf Bey ~ Memduh Şevket Esendal
Vassaf Bey
Memduh Şevket Esendal
M.Ş.E. bu romanı, hayatları adeta “öldürülenlere” umut vermek için yazıyor; ölümden sonra başkalarını mutlu etmek dileğindeki yaşını başını almış, görmüş geçirmiş Vassaf Bey’i anlatıyor....
- Hükümdar ~ Mustafa Çevik
Hükümdar
Mustafa Çevik
Türklerin lirik ve destansı kuruluş öyküsü… “Ona koşayım dedim, adımım buna karşı koydu. Neden sen bana gelmezsin ey hükümdar! Suların gelmezse, bana mı iyidir,...