Sinema sanatçısı Tarık Akan, 12 Eylül 1980 askerî darbesinin hemen ardından, 1981 başlarında, Almanya’da yaptığı bir konuşma yüzünden yurda dönüşünde tutuklandı. Tutuklanmanın nedeni, sağcı bir gazetenin manşete çıkardığı yanlı ve yalan haberdi. Böylece uzun bir yargılanma süreci başladı. Siyasî Şube, sorgulanmalar, itilip kakılmalar, aşağılanmalar, soğuk hücreler, bitli fareli koğuşlar, sağcılar, solcular, devrimciler, idamlıklar…
Uzun zaman sonra aklanıp serbest kalan Tarık Akan, aradan yıllar geçse de o günlerin baskılarını, acılarını unutamadı ve sonunda yaşadıklarını yazıya döktü. Anne Kafamda Bit Var, o zorlu günlerin bir tutanağı. Bu kitapta anlatılanlar, özellikle 1970’lerin ikinci yarısından başlayarak Türk sinemasının nitelikli filmlerinde unutulmaz oyunlar çıkaran Tarık Akan’ın az bilinen bir yönünü ortaya çıkarıyor.
Anne Kafamda Bit Var’da, 12 Eylül dönemindeki yargılanma sürecinin yanı sıra Atıf Yılmaz ve Şerif Gören gibi yönetmenler, ünlü hukukçu Burhan Apaydın gibi pek çok tanınmış ad ve önemli olayla ilgili anılar da yer alıyor; Yılmaz Güney cezaevindeyken gizli saklı çekilen Yol filminin serüveni de anlatılıyor.
“Sana hiçbir şey olmayacak, göreceksin bak. Elini kolunu sallayarak dışarı çıkacaksın.”
Uçak havaalanına yaklaşırken Müjdat (Gezen) beni yatıştırmaya çalışıyordu. Onu duymuyor gibiydim. Tutuklanacak olursam onun neler yapması gerektiğini düşünmeye çalıştım; tanıdık birkaç kişinin adını saydım.
“Onları hemen ara, avukatımı devreye sok,” dedim; bir de bütün gazeteleri aramasını tembihledim.
Pencere kenarında oturuyordum, Müjdat yanımdaydı. Almanya’dan birlikte döndüğümüz kafilenin öbür elemanları da uçaktaydı. Üst üste viski içtiğimi anımsıyorum. Sık sık dışarı bakıyordum. Heyecanlıydım. Yerde beni nelerin beklediğini bilmiyordum. Uçak inişe geçti. Arkama dönüp baktım. Halit (Kıvanç) Ağabey’le işaretleşerek selamlaştık. Perran (Kutman), ‘güçlü ol, telaşlanma, arkandayız’ anlamında yumruğunu sıkıp öpücük yolladı. Hürriyet gazetesi yazı işleri müdürü de bizimle birlikte uçaktaydı.
Durduk. Herkes hareketlendi, ben bir türlü yerimden kalkmak istemiyordum. Gönülsüzce, ağır ağır hareket ediyordum. Müjdat’a döndüm:
“Beni götürürlerse bavulumu sen al,” dedim. “Bavulla şubeye gitmek istemiyorum. Yan ceplerinden birinde telefon defterim var, onu yok et” Yolcular birer ikişer uçağı terk etti. Çevremdekilere baktım. Halit Ağabey ile Perran dışındakilerin kaçamak ve korkak bakışlarıyla karşılaştım Göz ucuyla süzüldüğümü hissediyordum. Suçlayıcı tavırlar ve bakışlar diki atimi çekti. Öyle telaşlıydım ki daha uçaktan çıkmadan polislerin gelip beni götüreceğini sanıyordum.
Korktuğum şimdilik başıma gelmemişti. Uçağa yanaştırılan körüğün içinden yürüdüm, koridorlar geçtim, köşeler döndüm. Sürekli çevreme bakmıyor, sivil polis arıyordum. Şimdi şuradan çıkacak diye bekliyordum, ama yoktu işte. Yanımda Müjdat vardı. O da heyecanlı görünüyordu.
Kuyruğa girmiş insanların ardına eklendim. Bir anda kravatsız ama takım elbiseli iki kişi dikkatimi çekti. Bana bakıyorlardı. Pasaport kontrolü için benim girdiğim sıranın ucundaki polis kulübesinin yanına geldiler. Oradan da doğrudan bana yöneldiler. Gözlerini üstüme dikmişlerdi. Artık emindim; bunlar sivil polisti. Tüm hareketleri ağır çekim görmeye başladım.
“Tarık Bey, sizi şöyle alalım; pasaportunuzu verin, biz hallederiz…”
Konuşacak halim kalmamıştı. Havaalanının ortasındaki karmaşa ve gürültüde siyahbeyaz ve hareketsiz dikiliyordum. Bu manzaradan makasla oyulup çıkarılmış, başka bir deftere yapıştırılmıştım.
Müjdat benimle konuşan polise döndü: “Bir sorun mu var memur bey?” Polisler onu duymazdan geldiler, hiçbir şey söylemediler. Pasaport kuyruğu uzuyordu ve birlikte geldiğimiz kafıledekiler sadece bakıyorlardı. Derker. polisin sesini yeniden duydum:
“Hakkınızda tutuklama emri var.”
“Hangi nedenle? Ne olmuş ki?”
Soruyu gene Müjdat sormuştu. Polisler bilgi vermemekte kararlı görünüyorlardı; koluma girdiler, kuyruktan çıktık. Beni pasaport kulübelerine sokmayacaklarını anladım. Yürüdük. Yanda, üstünde ‘Emniyet Odası’ yazılı odayı gördüm. Hemen, beni arka taraftan çıkaracaklarını düşündüm. Birden,
“Bavullarım var; bavullarımı almalıyım,” deyiverdim.
Bunun üzerine beni pasaport kulübelerinin yanına götürdüler. Bir polis pasaportumu aldı, herkesin önüne geçti, pasaportumu uzattı. Kuyrukta sıra beklememize gerek kalmadan, polisle birlikte salona gittik, bavulların döndüğü yürüyen bandın önünde beklemeye başladık.
Önce pasaportu alan polis, sonra yavaş yavaş yolcular geldiler. Müjdat’ın biraz telaşlı ve şaşkın olduğu dikkatimi çekmişti. Polise bir şeyler daha sordu:
“Tarık’ı nereye götürüyorsunuz?”
“Emir var, başka bir şey bilmiyoruz.”
Gene elde var sıfırdı. Beklemeye koyulduk. Uzunca bir ara geçti. Müjdat dayanamadı:
“İyi ama, nereye götürdüğünüzü de mi bilmiyorsunuz?”
Polis bu kez yanıt verdi ama önce bizi şöyle bir güzel bekletti. Uzunca bir aradan sonra,
“Birinci Şube’ye,” dedi.
Bir koşturmadır gidiyordu; insanlar kendi dertlerinin peşine düşmüşler, ellerinde paketler, çantalar, bavullarla dükkânlara giriyor, çıkıyor, görevlilere bir şeyler soruyor, bir yerlere yetişmeye, bir şeyleri kaçırmamaya çalışıyorlardı. Aslında geçip gidenlerin evlerine ya da otellerine varmak dışınna hiçbir şey umurlarında değildi. Bazen birileri acıyarak bana bakıyordu ya da belki bana öyle geliyordu.
“Abime söyle, evi boşaltsın,” dedim Müjdat’a.
‘Demiryol filmi için Ankara Makine Kimya Enstitüsü’nden aldığım fünye ve kitaplığımdaki yasaklanmış kitaplar gelmişti aklıma. Silahımı bulmalarını da istemiyordum.
Müjdat’la sürekli konuşuyorduk. Neler yapılmalıydı? İlk aklımıza gelenler, olasılıklar ve daha bir sürü acele ve heyecan sonucu türeyen düşüncelerdi. Bir ara Müjdat, polise;
“Tarık’ın hiçbir suçu yok; Tercüman gazetesinin yalan yanlış başlığı yüzünden oluyor bütün bunlar,” dedi.
Sigara üstüne sigara içiyordum.
Bavul bekleme yerinde tanıdık birileri var mı diye bakıyorum, sanatçı arkadaşları görüyorum. Onlar da beni görüyorlar. Merak ve dikkatle tanıdık bir yüz aradığım halde bakışlarımızın bu buluşmasından rahatsız olmuştum. Aradığım neydi bilemiyorum; belki bir tür destek, yüreklendirme, ya da ne bileyim, çıkışta görüşürüz, meraklanma, mesajı. Ama bazılarında, “Tarık Akan tutuklandı!” diye bir ağızdan bağırma isteği var gibiydi.
bir ara, Müjdat ve Halit Agabey’le birlikle yanımda duran Hürriyet gazetesi yazı isleri müdürüne döndüm (Nezih Demırkent)
‘”Ahi, gazeteniz yazar artık olup biteni, hem bu benim için bir savunma da olur.” dedim
Böylece Hürriyet’in desteğim almış olacaktım
Yazı işleri müdürü rahat görünüyordu Hiç düşünmeden,
“Sen hiç merak etme, gereken her şey yapılacaktır,” dedi
(Dedi ama, Selimiye’den salıverıldıgımde tutuklanma haberim dışında benimle ilgili en ufak bir yazı yayınlanmamış olduğunu öğrendim )
Bavullar gelmeye başladı Buradan sonra nereye gideceğimi, beni nelerin beklediğini bilmediğimden, bavulum ne kadar geç görünse o kadar iyidir, diye düşünüyordum Hoş, zaman kazanmakla elime ne geçeceğini de bilmiyordum ya, gene de artık yönelmiş olduğum belirsizliğe doğru gidişimi geciktirebilmenin peşindeydim Ama o konuda da şanssızdım işte; bavulum ilk birkaç bavulla birlikte çıkıp gelmişti. Bozuldum. Gözümle izliyordum, yaklaştı, yaklaştı; alayım mı. almayayım mı, alayım mı almayayım mı… Almadım Önümden geçip gitti. Bavulum önümden yedisekiz kez geçti. Müjdat kendininkini almış, beni bekliyordu. Bavullarını alan gidiyordu. Bavullar iyice azalmıştı. Müjdat.
“Seninki nerede?” dedi. “Çıkmadı mı?”
Ona durumu açıklamak yerine, bilmiyorum diye dudak işareti yaptım.
Biraz daha znman geçti Yanımdaki polislere döndüm:
“Benim bavulumu Müjdat alsın, şubeye bavulla gelmeyeyim,” dedim.
Polisler kabul ettiler. Hemen bavulumu aldım, Müjdat’ın el arabasına koydum. Ağır ağır, amaçsızca hareket ediyordum, havaalanından ayrılmak istemiyordum. Polis şöyle bir kolumu dürttü. Müjdat, Halit Ağabey, ben ve polisler hiç konuşmadan dışarı çıktık.
Beni tanıyanlar oluyordu; gülenler, el sallayanlar…
Üstüme bir suçluluk duygusu yapışmıştı, kurtulamıyordum. Suratım asıktı. Gözlerim sürekli tanıdık birilerini arıyordu.
Çıkış kapısında üç sivil polis daha belirmişti. Müjdat’la öpüştük. Gözlerine baktım, ayrıldık. Saat beş buçuğa geliyordu.
Açık mavi, sivil plakalı, kısa burunlu bir minibüse bindim. Kapının karşısına denk gelen yerdeki koltuğa oturdum; şoförün arkasına, cam kenarına. Yanıma pasaport işlemlerimle ilgilenen polis oturmuştu. Bir tanesi en öndeki tek kişilik koltuğa, elinde Akrep taşıyan üçdört polis de arkamdaki koltuklara yerleştiler. İşin ciddiyetini biraz daha hissettim.
Öndeki polis, telsiziyle talimat geçti:
“…numaradan …numaraya…” Biraz sonra yanıt geldi:
“Dinlemedeyim.”
“Müdürüm, malı aldık, yola çıkıyoruz.”
“Anlaşıldı, tamam.”
Hareket ettik. Önümüzdeki araba, içindeki dört kişiyle sivil plakalı beyaz bir Renault’du.
Bir ara arkama baktım; bir Renault da arkamızdan geliyordu. Öyle sıkı bir ablukaya alınmıştım ki, neredeyse kendimden kuşkulanacaktım
Neden bu kadar güvenlik önlemi aldıklarım çözemedim. Sıkıntı bastı. Sakinleşmek için yinelediğim sözler anlamını yitirmişti, kötümserliğe teslim olmuştum. Gittikçe karamsarlaştım. Londra asfaltına çıktık. Hiç kimse konuşmuyordu. Ben bir şeyler söyledim sonunda; kısa sorular. Yanıtlar da çok kısa oldu. Onlara sigara tuttum. Hepsi aldılar. Havayı biraz yumuşatmak istiyorum; ben size iyi davranıyorum, siz de bana iyi davranın, demeye getiriyordum. Olmaz ya, olsun istiyordum.
Bir ara, minibüsü incelemeye başladım. Hep yaptığım şey. Araçtan normalin üstünde gürültü geliyordu; aşağı baktım, bastığım yerler çürümüştü, egzoz patlaktı, koltukların yayı kırık, döşemeleri yırtıktı.
“Dökülüyor bu minibüs,” dedim. “Geceniz gündüzünüz yok, aldığınız az buz sorumluluk değil. Keşke daha modern araçlarla çalışabilseniz.”
O anda neler düşündüler bilemiyorum, ama söylediklerimde samimiydim. Ortalık biraz yumuşar gibi oldu. Araya uzun sessizlikler girse de karşılıklı sorular soruldu. Telsiz sürekli açıktı, bir kulağım oradaydı. Hangi semtten geçsek “Şimdi şurayı geçtik!” “Anlaşıldı!” “Şimdi burayı geçtik!” “‘Anlaşıldı!” seslerinin eşliğinde ilerliyorduk. Polislerle sohbet koyulaşmaya başlamıştı. Havadan sudan konuşuyorduk ama arada ciddi sorular da geliyordu. Ağız aradıklarını anladım. Yer belirleme konuşmaları bir ara kesildi. Telsizin öbür ucundaki ses sordu:
“Neredesin Neredesin?”
“Şu anda Mecidiyeköy’deyiz müdürüm, on dakika sonra oradayız.”
Ve Gayrettepe Emniyet Müdürlüğü göründü. Ana kapıdan İçeri girdik. Sola kıvrıldık. Birinci Şube tabelasının önünde durduk. Kapıda bizi bekleyen beşaltı kişi vardı; biri kısa boylu, esmer, çok sert yüzlü, kravatlı, ötekiler kravatsız, kot gömlekli. Arabadan indiğim an koluma giren polis beni giriş kapısından içeri soktu. Sert yüzlü kravatlı olanın yanından geçerken, adam,
“Geç bakalım Tarık,” dedi; kalın bir sesti.
Büyük kapıdan içeri girdiğimde karşıma büyük bir salon çıktı. Salonda, oturulacak yerlerin dışında banka veznesi biçiminde camlı bir bölme vardı. Yandaki kapıdan bu bölmeye sokuldum.
Kravatlı, kalın sesli, sert yüzlü adam, içerideki masanın yanında dikilmişti. Bana:
“Üstünde ne var ne yoksa hepsini masaya koy!” dedi.
Söylediğini yaparken bir başka polisin ona ‘Müdürüm’ dediğini duydum. Hemen, çabucak bir daha bakıp bu sert görünüşlü adamı inceledim.
Saatimi, kemerimi, her şeyi masanın üzerine koydum. Üzerimde 10.000 mark vardı; hepsi yüzlük bir demet para. Onları da masanın üzerine bıraktım. Müdürün gözleri açıldı.
“Kaç para var orada?”
“10.000 mark,” dedim.
Müdür,
“Neden bu kadar çok parayla dolaşıyorsun; nereden buldun?” gibi sorular sordu. Parayı Egemen Bostancı’dan almıştım.
Müdür yüzüme baktı, sonra polise döndü:
“İşlemleri hızla bitirin. Parayı kasaya koyun, emanete alın. Tarık’ı da yan tarafa alın, beklesin,” deyip gitti.
Öteberimi kaydederek bir naylon torbaya koydular. Türk paralarını bana verdiler,
“Bunlar sana gerekli olacak, cebine koy,” dediler.
Pek bir şey anlamadım, ama aldım. Sonra beni bu camlı bölmeden çıkardılar. Dar ve uzunca bir koridora geldik, sağlı sollu kapılar vardı. Biraz yürüdüm. Tam karşıdan, gözleri bağlı bir genci getiriyorlardı. Biri kolundan tutuyordu. Kenara çekildim, yanımızdan geçtiler. Bir an tutulup kaldım sanki, hiçbir şey düşünemedim, arkama bakamadım bile. Neler oluyordu böyle, hiçbir şey anlayamıyordum. Yalnızca korku hissediyordum, gittikçe büyüyen bir korku.
Beni bir odaya soktular. İçerde kimse yoktu. İki çelik masa, daktilolar, dosya dolapları görüyordum. Polis beni bir sandalyeye oturttu, gitti. Uzun bir süre orada kaldım. Sürekli birileri giriyor, bir şeyler yapıyor ve gidiyordu.
Akşam saat yedi ya da sekiz sularında müdür geldi. Sakin görünüyordu. İkimiz de ayaktaydık. Olayın nasıl olduğunu sordu. Hemen büyük bir telaşla bütün oyunculuk yeteneğimi ortaya koyarak en inandırıcı rolümü oynamaya başladım. Acele acele Tercüman gazetesinin yanlış bir başlık attığını, yanlı bir haber hazırladığını, hiçbir
………………
“Anne Kafamda Bit Var 12 Eylül Anıları” için 5 yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Anı - Anlatı
- Kitap AdıAnne Kafamda Bit Var 12 Eylül Anıları
- Sayfa Sayısı136
- YazarTarık Akan
- ISBN9750701566
- Boyutlar, Kapak16x22 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2008
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Allah Beni Böyle Yaratmış – Pucca Günlük 3 ~ Pucca
Allah Beni Böyle Yaratmış – Pucca Günlük 3
Pucca
Allah Beni Böyle Yaratmış – Pucca Günlük 3 Sanal âlemin en bilinen isimlerinden PuCCa, hikâyelerine kaldığı yerden devam ediyor. İlk kitabı “Küçük Aptalın Büyük...
- İspanya, Yaşasın Ölüm ~ Nikos Kazancakis
İspanya, Yaşasın Ölüm
Nikos Kazancakis
İspanya, ulusların Don Quijote’sidir. Dünyayı kurtarmaya çalışır, güvenliğe ve refaha sırtını döner, ele geçmez binlerce hayali kovalar. Bu mantık ötesi donkişotça seferlerde kendini tüketir....
- Mösyö İmam ~ Mehmet Oyan
Mösyö İmam
Mehmet Oyan
“Kimi zaman bir mazoşist gibi kendimi yerden yere vurdum, kimi zaman da gönlümce eğlendim. Yazılarımı yazdığım kabinime bitişik kafesli küçük pencereden beni dinleyen bir...
bılıyorum bu kıtabı annem okumus ve cok cok begenmıs :))))))))
kimi buldularsa atmışlar içeri maaşallah..
aynısı yeni filimde yani 5te
aynen benimkide
Tarık Akan keşke bu kadar çok siyasi görüşünle öne çıkmasaydın malum bizim insanımız senin kadar sağlam karakterlere alışkın olmadığında yadirgadilar seviyoruz seni koca yürekli adam