On altı yaşındaki Sara hamiledir ve kürtaj için artık çok geç kalmıştır. Bir zamanlar üzerine titreyen erkek arkadaşı ise ortadan kaybolmuştur. Sara’nın tek seçeneği, bebeğini çocuk özlemiyle dolu Eva ve George’a evlatlık vermektir. Yapılan anlaşmaya göre Sara istediği zaman bebeğini görebilecektir. Fakat doğumdan sonra Sara’yla bebek arasında Eva’nın asla sahip olamayacağı ve kıskandığı bir bağ kurulur. Eva ve George’un en başta aldıkları önemli kararın sonuçları herkes için yıkıcı olacaktır.
Kötü sonuçlanan bir evlat edinmenin yürek burkan hikâyesinde Caroline Leavitt aile bağlarının ve anne sevgisinin hayret verici gücünü gözler önüne seriyor.
“Karakterler çok tanıdık ve Leavitt’in başkalarının duygularını anlama yeteneği romana hem sürükleyicilik, hem de itibar kazandırıyor.”
-Carrie Brown, The Washington Post Gazetesi, Kitap Dünyası-
“Caroline Leavitt’in eserlerini bu kadar değerli yapan, birbirinden çok farklı ve zor karakterleri kâğıda dökme ve her birini ayrı ayrı önemsememizi sağlama becerisidir.”
-Margot Livesey, Banishing Verona’nın yazarı-
“Açgözlülük, bencillik, merhamet, kararsızlık, reddetme, dehşet ve katışıksız, kahredici bir sevgi üzerine karmaşık, çok katmanlı, gerçekçi bir öykü. Bu harika kitaba bayıldım, bize ailelerin gerçek işleyişinin sırlarını açıyor.”
-Carolyn See, Making a Literary Life: Advice for Writers and Other Dreamers kitabının yazarı-
“Samimi, insan sevgisiyle dolu, aile bağlarının farklı biçimlerini anlatan ve keyifle okunan bir öykü.”
-Elizabeth Strout, Kadınlar Daha Yalnız’ın yazarı-
Bölüm Bir ∑
Sara’nın sancıları artık on dakika arayla geliyordu. Hersancı geldiğinde kendini arabanın yan tarafına atıyor, adeta gözden kaybolmaya çalışıyordu. Babası Jack çok hızlı gittiği için dışarıdaki her şey bir vınlamayla arabanın camından geçip kayboluyordu. Babasının hız yaptığını hiç görmemişti.
Sara kol dayama yerini sıkı sıkı tuttu, eklemleri bembeyaz kesilmişti. Sanki arabadan uçup gidecekmiş gibi sırtını koltuğa, ayaklarını ise yere doğru bastırdı. Dur, demek istiyordu. Yavaşla, dur, ama kelimeleri biçimlendiremiyor, ağzı bir işe yaramıyordu. Dehşet içinde bir sonraki sancıyı beklemek dışında bir şey yapamıyordu. Jack direksiyona doğru eğilmiş, fazla trafik olmamasına rağmen korna çalıyordu. Yüzü dikiz aynasından görünüyordu, ama kızına bakmıyordu. Arkada kızıyla oturan, Sara’nın annesi Abby’ye bakmaktan kendini alamıyor gibi bir hali vardı. Yüzü ifadesizdi. Yer yer grileşmiş, gür, kumral saçlarını geriye itip duruyordu. Radyonun düğmesine sertçe basarak kanaldan kanala geziyor, sesleri birbirine karıştırıyordu.
“Tanrı aşkına Jack,” dedi Abby, “bir kanal seç artık.”
Sara’ya bir limonlu şeker uzattı. Omuzlarını ovup, sancı geldiğinde sırtını yaslaması için pembe lastik topu arkasına yerleştirmesine yardım etti. Sara’nın aylardır üzerinden çıkarmadığı kot elbise eskiden giydiklerinden iki beden büyüktü ve defalarca yıkanmaktan yumuşamıştı. Şimdi ise terden sırılsıklam olmuş, üzerine yapışmıştı. Omuz hizasındaki karmakarışık saçları annesininkiler gibi pas rengiydi, ama annesinin saçları kısa ve şık bir kesime sahipken, Sara’nınkiler nemli ve kıvır kıvırdı. Arabanın içi ne kadar soğursa soğusun Sara’nın terlemesi durmuyordu.
“Yıl bin dokuz yüz seksen yedi, Boston’da son elli yılın en kötü sıcak dalgası yaşanıyor!” dedi spiker. Adı Çılgın Bill’di. Bu adı tekrarlayıp duruyor, her seferinde de gülüyordu. Gülüşü Sara’nın sinirine dokunuyor, tüylerini diken diken ediyordu. “Hiç böyle bir temmuz ayı görmemiştik.” Sesi cızırtılı ve neşeliydi, gazlı içecekler gibi hışırdıyordu. “İçeride kalın, serin kalın, bizimle kalın. Yaşlılar ve hamile kadınlar için sağlık riski uyarısı yapıldı.” Sara spikerin söylediklerini fark edince, sanki doğrudan onunla konuşmuş gibi küçük bir şok yaşadı, ama Abby hiçbir şey duymamış gibi kızının çıplak omuzlarını ovmaya devam etti, Jack ise hızla şerit değiştirmeyi tercih etti. Abby’nin yüzü terle kaplıydı. Jack’in boynunda da ter damlacıkları vardı. “Şu ana dek iki kişi öldü,” dedi Çılgın Bill ve Sara şaşkınlıkla ben de ölüyorum, diye düşündü. Çılgın Bill kuraklıktan, elektrik kesintilerinden, suç oranındaki artıştan bahsediyordu, çünkü insanlar sıcaktan çıldırıyordu. Kimsenin aklı başında davranacağına güvenilemezdi. Yaşlı bir kadın komşusu tarafından yerde, kapısı açık buzdolabının önünde hızlı hızlı solurken bulunmuştu. Park halindeki bir arabada bırakılan kaniş boğularak ölmek üzereyken, çaresiz kalan sahibinin yaptığı suni solunumla hayata dönmüştü. “Çılgın Bill bile bu kadar çılgın değil,” dedi spiker.
Sara adamın sesinin gittikçe yükseldiğine, arabadaki bütün boşlukları, bütün havayı yok ettiğine, bir saniye daha bu sesi duymaya dayanamayacağına yemin edebilirdi. Tam bir şey söylemek üzereyken yine sancılandı ve bir çığlık attı.
“Ah tatlım,” dedi Abby kızına dönerek. Sara’nın ıslanmaktan tel tel olmuş saçlarını geriye itmeye çalışıyordu. “Neredeyse bitti. Bitti sayılır.”
Duyduğu acı Sara’yı adeta eziyordu. “Hayır,” dedi soluğu kesilerek. “Hayır, bitmedi.”
“Az kaldı,” diye söz verdi annesi. “Az kaldı.” Annesinin eli Sara’nın elinin üzerindeydi. Jack yine kanal değiştirdi. Uzun, tiz bir caz nağmesi Sara’yı yerinden sıçrattı. “İşte sapak,” dedi Jack. Sesi alçak ve kararlıydı. Jack o gün için işinden izin almıştı. Muhasebeci olarak çalışıyordu ve cep telefonunun yanındaki koltukta durmasının nedeni doktoru aramalarının gerekmesi, arabanın bozulması veya şu durumdan daha beter olamayacak başka bir felaketin gerçekleşmesi gibi ihtimallerdi. Abby Belmont’ta diş temizliği uzmanı olarak çalışıyordu ve hayatında ilk kez bir hafta izin almıştı. Normalde başkalarının dişleriyle ilgilenmekten kendininkileri ihmal ederdi, ama bu kez durum farklıydı. “Bir değişiklik yapıp kendi dişlerine bakabilirler,” demişti. Sara Abby’ye her bakışında onun artık tanımadığı birine dönüştüğünü görüyordu. Abby’nin güzelliği onu terk ediyordu. Genellikle mavi ve yumuşak olan gözleri artık mesafeliydi. Ağzında garip bir eğim vardı. Bazen, Sara’nın en ummadığı anda Abby’nin yüzü pişmanlıkla kederleniyordu. Abby Sara’ya Newton’daki bir evlat edinme bürosu için çalışan, Margaret Robins isimli bir avukat bulmuştu. Margaret ne zaman Sara ile konuşsa üstüne basa basa “Anlıyor musun?” diye sorardı. Abby de hep aynı soruyu soruyordu, ama Jack artık Sara ile hiçbir şeyi, hatta kendini nasıl hissettiğini bile konuşmuyordu. Tam bir sessizliğe gömülmüştü.
Araba zıpladığında Sara babası tarafından azarlanıyormuş gibi hissetti ve ani bir sancıyla irkildi. Abby sırtını ovuyordu. “Yakında bitecek. Geleceğini düşün, okulunu düşünSara onur listesine giren bir öğrenciydi. On altı yaşındaydı ve rehberlik danışmanı Columbia, hatta Harvard’dan erken kabul almak için uğraşıyordu. Sara’nın ne isterse yapabileceğini söyleyip durur, Abby de aynı sözleri dilinden düşürmezdi. Ona, “Akıllısın,” derdi. Sara’ya kalırsa bu onun akıllı olabileceği, ama hamile kalmayacak kadar akıllı olmadığı anlamına geliyordu. Eskiden Sara hayatını planlardı. Doktor, daha doğrusu psikiyatrist olmak istiyordu. Bu kararı Güncel Psikoloji ve Psikiyatridergisinin bir sayısını okumaya başlayıp bir türlü elinden bırakamadığı zaman vermişti. On iki yaşına geldiğinde Abby onu dergiye abone yapmıştı. Sara dergiyi bir çırpıda bitiriyor, bütün sayılarını özel bir rafta saklıyor, dikkatini çeken makaleleri işaretliyordu. Abby de zaman zaman aynı dergiyi karıştırmayı severdi. Sara’ya, “Benim de zihnimi biraz geliştirmemin bir zararı olmaz,” derdi. “Ne istediğini şimdiden bilmen çok güzel. Bir kız ne istediğine erken yaşta karar verip kararına sadık kalmalı. Yoksa hayatını elinden alırlar.”
“Elinden mi alırlar?” Sara okumakta olduğu “Vücut Dili” makalesinden başını kaldırdı. Aynadaki aksine göz atıp kendi fasulye sırığına benzeyen vücudunu yorumlamaya çalıştı. “Fazla duygusal konuştum sadece,” dedi Abby elini sallayarak. Bunun üzerine Sara annesini incelemeye başladı. Üzerinde etekleri fırfırlı, çingene pembesi bir elbise ve ciddi görünüşlü, beyaz bir laboratuvar önlüğüyle havluları katlıyordu.Sırtı kambur, dudakları ise gergindi. Abby diş hekimi olmak istemiş, hatta Jack ile tanışana dek diş hekimliği fakültesinin ilk yılını bitirmişti. Bir keresinde Sara’ya okulda çekilen bir fotoğrafını göstermişti. Tuğla bir binanın önünde, kolunda kitaplarıyla çekilen fotoğrafta kızıl saçları rüzgârdan uçuyordu ve yanakları neşeyle pembeleşmişti. “Neden bıraktın?” diye sordu Sara, Abby çamaşırları katlamaya devam ediyordu. “Çok basit,” diye yanıtladı Abby. “Babanla tanışıp evlendim, sonra da sen doğdun. Başka kim evde oturup seni büyütecekti? Baban benden başkasına güvenmezdi.”
“Okula dönebilirsin,” dedi Sara, Abby omzunu silkti. “Şimdi mi? Bunu nasıl yaparım ki?” Sara Abby’ye ilgiyle bakıyordu. “Neden öyle bakıyorsun?” diye sordu Abby. Sara okuduğu dergiyi kaldırıp gösterdi. “Vücut dilini okumaya çalışıyorum.”
“Ben sana tercümesini yapayım,” dedi Abby şakaklarını ovarak. “Baş ağrısının dilinden iyi anlarım.” Sara artık gelecekte onu nelerin beklediğini bilmiyordu.
Güncel Psikoloji ve Psikiyatri dergisi ışığı yansıtacak kadar parlak kapağıyla geliyor, ama o “içindekiler” sayfasına bile bakmıyordu. Artık derginin onunla ne ilgisi kalmıştı ki?
Karnı büyümeye başlamadan kısa süre önce bir falcıya gitmişti; eski püskü bir kanepede türbanlı bir kadının oturduğu, 5 dolara fal bakılan bir yere. Tek istediği iyi haberler almaktı. İçeri girip kanepenin ucuna oturduğunda kadın Sara’ya tadı bulaşık suyu gibi olan bir fincan çay ikram edip, fincanda kalanları bir tabağa ters yüz etmişti. Çay yapraklarını parmağıyla karıştırarak, “Hım,” demişti falcı, “70 dolar verirsen kötü talihinden kurtulursun.” Sara, “70 dolarım yok ki,” dediğinde omuz silkmişti kadın.
“O zaman talihin düzelmeyecek,” demişti falcı. Sara’nınsa bunu bir falcıdan duymasına zaten gerek yoktu. “Bana tutun,” diyerek kolunu uzattı Abby, ama Sara geri çekildi. Annesinin koluna dokunursa yardım etmesi için yalvaracağından, bağıracağından, acısını geçirmesi için Abby ne isterse yapacağından korkuyordu. Arabanın kapısındaki kilitlere, sımsıkı kapalı camlara baktı: Kapana kısılmıştı. İçeride hava kalmamıştı, nefes alamıyordu. Belli ki ölüyordu. İçinden gelen ağır tempolu güm, güm, güm seslerine odaklandı.Sanki garip bir hayvan Sara’ya yaklaşıyor, saldırmak için uygun zamanı kolluyordu. Birden “Yaşıyor” adlı film geldi aklına; doğduklarında dişleri olan, ana babalarını yiyen, korkunç, katil bebekler.
Güm. Bir sancı daha geldi ve Sara’nın korkusunu daha da arttırdı. Düşünmeye başladı; Bu da neydi? Ne yaptım ben? Şimdi ne olacak? Kendi vücudu konusunda bir aptal gibi davranmıştı. Kendi kendine eğer bir şeyi düşünmezsem, var olamazdeyip durmuştu.
Sara’yı iki büklüm eden bir kasılma, karnında adeta ateşten bir kuşak meydana getirmişti. Paniğe kapılıp koltuğa yapıştı. “Anne,” dedi zar zor, “Anneciğim…”Eğer tırnaklarını yememiş olsaydı, o anda vinil koltuk döşemesine batırabilirdi. “Hızlı hızlı nefes al,” dedi Abby kendi soluğunu içine çekerken, Sara yapamadı. Tek yapabildiği acıya katlanmak, dayanmaya çalışmak ve bitmesi için dua etmekti.
Hiçbir zaman gerçekten doğum yapacağına inanamamıştı, ama artık kaçış yoktu. “İlk doğumlar on sekiz saat bile sürebilir,” demişti doktor. Sara doktorun kendisini korkutmaya, hatta cezalandırmaya çalıştığını sanmıştı. Bir sancı daha. Bu seferki daha şiddetliydi. Güm. Kızının irkildiğini gören Abby onun elini tuttu. Sara ellerini sırtına bastırdığında sancısı biraz hafifliyordu. Belki de sadece çelikten bir işkence aleti gibi sıkışıyordu.
Araba patinaj yapınca Sara yana doğru savruldu. “Herkes iyi mi?” diye sordu Jack. “Tanrı aşkına, Jack!” dedi Abby. O anda bir şey oldu, bir acı dalgası Sara’nın sırtına vurdu. Bu acının sanki bir canı, durdurulamaz bir gücü vardı. Nefesi kesildi ve birden belden aşağısı sırılsıklam oldu. İçinden bir şey kontrolsüzce akıyor, idrara veya banyo suyuna benziyordu. Arabanın zemini de bir anda ıslanmıştı. Sara’nın bakışları Abby’ye takılıp kaldı. Abby kızının elini tutup sakince, “Sorun değil,” dese de Sara annesinin ellerinin nasıl titrediğinin farkındaydı. Derisinin altında yolun sesini duyuyordu. Diğer şoförlerin fısıltılarını işitiyor, seslerin bir nehir gibi içinden geçip gittiğini hissediyordu. Annesinin elini daha da sıktı. Kulakları tırmalayan, gırtlağından kopup gelen bir ses çıkardığında Abby kaskatı kesilip, “Jack, biraz daha hızlı sürer misin lütfen?” dedi. Jack’in elleri direksiyonu sıkıca kavradı.
Sancı güçlenerek, yoğunlaşarak Sara’nın omurgası boyunca zikzaklar çiziyor, solunumunu güçleştiriyordu. Nefes almak pipetle jöle çekmeye çalışmak kadar zordu artık. Acıdan kurtulmak için kendini topa doğru yuvarlamaya çalıştı, ama bunu yapamayacak kadar iriydi, zaten artık kurtuluşu olmadığını da biliyordu. Abby, “Çabuk,” dedi Jack’e. Eliyle kocasının omzuna dokunduğunda sesinde hissedilen değişiklik, ısrarcılık; Jack’in ilk kez dönüp Sara’ya bakmasına neden oldu. Arabanın serin, hatta buz gibi olmasına rağmen Jack’in dudağının üzeri ter damlalarıyla kaplıydı. Dudakları çatlak, gömleği ütüsüzdü. “Tamam bebeğim,” dedi. Sara bunu duyduğunda hayretler içinde kaldı ve sancısı bir an için hafifledi. Bebeğim. Babası ona hep böyle seslenir, Sara şikâyet ederken arkadaşları kıkır kıkır gülerdi. Ağır bir şey kaldırmasına veya tek başına bir yere gitmesine izin vermez, başına bir şey geleceğinden endişelenirdi, hatta bir keresinde caddede karşıya geçerlerken sanki Sara altı yaşındaymış gibi elini tutmaya kalkmıştı. Bebeğim. On altı yaşında artık bir bebek sayılmazdı, yine de şimdi babasının ağzından bunu duymak rahatlatıcıydı. Bir kez daha aynı şeyi duymak istiyordu, ama babası direksiyona doğru eğilmiş, diğer arabaların arasında zikzaklar çizmekle meşguldü, her an bir kaza olacak gibiydi. Acıdan bir ok tekrar omurgasına vurduğunda Sara’nın içinden gülmek geldi, belli ki doktor yanılmıştı. Bebeğinin doğması on sekiz saat sürmeyecekti. Bebeği doğuyordu ve kimsenin yapabileceği bir şey yoktu. Artık hastane önlerindeydi. St. Elisabeth’s Hastanesi. Büyük, alçak, kahverengi ve hareketli; insanlar ve doktorlarla dolu bir yer. Jack arabayı acil servisin önüne çekerken, “Sizi içeri sokar, arabayı park eder, sonra sizi bulurum,” dedi. Sesi Sara’nın artık tanımadığı birininki gibiydi. Ön kapıya bakarken panik duygusunun boğazına yükseldiğini hissetti. Nefes alamıyordu. Kıpırdayamıyordu. Bunu atlatamayacaktı. Çıldırmış gibi konuşmaya çalışıyordu. Nihayet kulak tırmalayan bir ses çıktı ağzından. “Onları göremiyorum. Eva’yla George neredeler?” Abby gerildi, Jack ise direksiyonu kırdı. Abby ile Jack’in gösterecekleri tepkiyi düşünerek yolda bu isimleri anmamışsa bile artık dayanamayacaktı. Pek çok şeyin tehlikede olduğunu hissediyordu. Yeni bir sancıyla iki büklüm oldu. Dik oturmaya çalıştı, ama şaşkınlıkla acının geçmediğini gördü.
Abby, “Sakin ol tatlım,” diyerek kızını yatıştırmaya çalışırken arabadan fırlayıp Sara’nın kapısını açtı.Birden sıcağa çıkmak tam bir şok olmuştu. Parlak havada her şey titreşiyordu, Sara bayılmak üzereydi. Bir an, tüm hayatının kaybolmak üzere olan bir seraptan ibaret olduğunu sandı. Bacaklarını arabadan çıkarmaya çalıştı, ama ısrarcı ve öfkeli acı buna izin vermiyor, katıksız ateşten bir çizgi Sara’yı hareketsiz bırakıyordu. Bunu atlatamayacağım, diye düşündü endişeyle. “Sara?” Abby kızına doğru eğildi. “Elimi tut tatlım.” Sara annesinin parmaklarına yapıştı. Sıkıca tutunup kendini yukarı çekince başı dönmeye başladı ve yeni bir kasılma başladı. Güm. Tekrar güm, güm. Nefes almayı ve ayakta durmayı denedi, ikisini de yapamadı. İki büklüm olup kaldı. “Sara?” dedi Jack çatlak bir sesle. Sara hızlı hızlı soluk almaya çalıştı, ama bir yumruk kadar inatçı olan sancı annesinin kollarına yığılmasına neden oldu.
Bölüm ∑iki
Hemşire, parlak yeşil çizgiyi takip ederek Sara’yı koridorda hızla götürüyordu. Yanlarında koşan Abby, “Her şey yolunda,” dedi. Tekerlekli sandalye zıplayınca terden sırılsıklam olmuş, dehşet içindeki Sara çığlık attı. Onlar gelmeden ölmeyeceğim, dedi kendi kendine. Yanından geçen yüzler bulanıktı, biri bile tanıdık gelmedi. Hissettiği panik bir anda zirveye ulaştı. Abby, “Ben ne yapabilirim?” diye yalvardı. Sara’nın ellerini tutmaya çalıştı, o ise ellerini kalçalarına bastırarak acısını hafifletmeye çalışıyordu.
“Eva nerede?” diye bağırdı Sara, “George nerede? Burada olacaklardı. Söz verdiler.” Onlar olmadan başaramam, diye düşündü. Ölürüm.Abby’nin yüzü sertleşti, o mesafeli bakış yine gözlerine yerleşti. “Baban geldi,” dedi. Sara önce ayak seslerini duydu, ardından elini omzunda hissetti. Babası bir dokunup elini hemen çekti. Hemşire, “İşte geldik,” diyerek üzerinde DOĞUM yazan gri kapıları itince küçük beyaz bir odaya girdiler. Hemşire, elbisesini çıkarıp çiçekli hastane önlüğünü giymesine yardım ederken Sara Eva nerede? diye düşündü. Hemşire, “Hadi bakalım,” deyip Sara’yı uzun, yeşil masaya çıkarttı. Sancı daha sert vurana kadar Eva nerede? diye düşündü Sara, ardından gözlerini kapattı. Eva’yla George neredeler?Hemşire, “Gülümseyin. Bunun sonunda bir bebeğiniz olacak, Bayan Rothman,” dediğinde Sara annesine baktı, tanıdığı tek “Bayan Rothman” oydu. Yan odada biri çığlık atıyordu. Acı feryatlar odaya ulaşıyor, Abby’nin bembeyaz kesilmesine, Jack’in ise başını eğip ayakkabılarını incelemesine neden oluyordu. Başka bir hemşire gelip karnına bir monitör bağladı. Monitörün beyaz, kalın bir kayışı ve hantal bir plastik tokası vardı. Yanındaki bir makine vınlayıp öttü. Her kasılmada ekranda yeşil bir çizgi yükselip alçalıyordu. “Nefes al,” diye uyardı hemşire, ama yan odadan kopan çığlık Sara’yı o kadar korkuttu ki nefes almayı tamamen kesti. Hemşire, “Nefes al dedim,” diye tekrarladı. Yan odadaki kadın yine feryat edince Sara “Yoksa ölüyor mu?” diye sordu. Hemşire monitörün kayışını sıkıştırdı. “Hayır, kadın Yahudi inançlarına bağlı ve ilaç almayı kabul etmiyor.”
“Ne ilacı? Bana da ilaç verin!” diye bağırdı Sara, acıdan bir tel karnını boydan boya kesiyordu sanki. Yan odadaki kadın da aynı anda bağırdı. Hemşire bir tansiyon aleti alıp sakin hareketlerle Sara’nın koluna sardı. “Doktor birazdan gelir. Sen nefes almana bak.”Sara paniğe kapıldı. Korku ve sancı zihnini öyle bulandırmıştı ki bildiği her şeyi unutmuştu. Eva’nın yardım ettiği nefes egzersizlerini, George’un yanında taşısın diye uğur olarak verdiği ve çok sevdiği gümüşi melek kolyesini unutmuştu.
Uğuru neredeydi? George’la Eva neredeydi? Onlara ihtiyacı vardı. Çaresizce kapıya baktı. “Dikkatini topla Sara,” dedi Abby. “Her kasılmada bana odaklan.”Hemşire Sara’ya baktı ve pes edip elini tuttu. “Dudaklarını büz,” diye emretti, “Nefes alıp ver. Puf-puf-puf-puf.” Sara denedi, ama hemşirenin yüzü huzurlu ve sakindi. Oysa kendininkini buruşturulmuş kâğıttan bir top gibi hissediyordu. Abby de cesaret vermek için “puf-puf” diye nefes almaya başladı. Jack ise yenilgiye uğramış bir adam gibi duvara yaslanıp gözlerini kapatmıştı. Sara yeni bir acı dalgasıyla dimdik oldu. Hemşire zorlamaya devam etti. “Puf-puf-puf-puf”Abby, “Epidural anestezi verin,” derken sesi ısrarcıydı. Hemşire Abby’ye aldırmadı. “Bir ilaç versenize! Neyiniz var sizin?” Hemşire tekrar monitöre bakınca yüzünde yumuşak, anlayışlı bir ifade belirdi ve, “Artık çok geç,” dedi. Abby Sara’ya yaklaşıp ıslak saçlarını geriye itti. “Ben buradayım,” dedi kızına. Yumuşak, rahatlatıcı sesler çıkarıyordu, “Yanındayım.”Hemşire, Sara’nın dosyasına bakarken kaşlarını çattı. Jack ve Abby’ye bakışı da farklı değildi. “Doğum odasına girecek misiniz? Siz evlat edinecek aile misiniz?” “Biz gerçek anne babayız,” dedi Abby. “Sara’nın anne babasıyız,” deyip kızının elini tuttu. Sara’nın tanımadığı bir doktor odaya girdi, peşinde hepsi yeşil önlüklü ve daha genç altı kişi vardı. “Benim doktorum nerede?” diye sordu Sara. Kendi doktoru bir kadındı; genç ve anlayışlıydı. Bu doktor erkekti, daha yaşlıydı ve burnunun üzerindeki mavi yara bandı uğursuz bir işaret gibiydi. “Doğumda. Ben Dr. Chasen. Merak etme, yüzlerce bebek doğurttum ben.”
“Hayır, hayır!” diye bağırdı Sara. Bu doktora güvenmemişti, diğerlerine öne geçmeleri için işaret etmesi de hiç hoşuna gitmemişti. “Kaç santim olmuş bakın,” dedi yanındakilere. Yeni bir sancı gelirken Sara bacaklarını birleştirdi. “Neler oluyor?” diye sordu Abby. “Kim bunlar?”
“Burası eğitim hastanesi,” dedi Dr. Chasen sessizce. Ellerini Sara’nın bacaklarına koydu. “Merak etme. Burada olduklarını anlamayacaksın bile. O kadar meşgul olacaksın ki buraya bir uçan daire inse fark etmezsin.” Öğrenciler güldü, canlı bir ses odayı doldurdu ve Dr. Chasen Sara’nın bacaklarını açıp itiraz etmesine fırsat kalmadan elini içine sokup çıkardı. Sara utançla irkildi. Doktor, “Birazdan bebeğini doğuracaksın,” deyip hemşireye döndü. “Kızımızı doğum odasına alın.” Sara ürperdi, çünkü artık kimsenin kızı gibi hissetmiyordu kendini, ne doktorun ne anne babasının; hatta Danny’nin kız arkadaşı bile değildi artık. Doktor odadan çıkarken öğrencilerde peşinden gitti. “Her şey yoluna girecek tatlım,” dedi Abby.
Sara’nın, “Eva’yla George nerede?” diye bağırmasıyla Jack geri çekildi. Abby kararlı bir ifadeyle uzun, yeşil önlüğü giyip, yüzüne bir maske takıyordu. Biri Sara’nın saçlarını bir kepin içine soktu. Her tarafında eller dolaşıyordu. Hemşire monitörü çözerken “Gösteri zamanı millet!” diye seslendi. Sedyeyi tekrar odaya getirdiler. Hemşire Sara’nın sedyeye çıkmasına yardım etti. Bir sancı Sara’nın karnını sıkıştırıp adeta onu esir aldı. “Bunu yapamayacağım!” diye haykırdı Sara. Artık sedyeye yerleşmişti ve hareket ettikleri anda içinden şiddetli, ısrarcı bir şeyin vurduğunu hissetti; yardım umarak etrafına baktı. Bu acının duracağını bilse her şey için özür dileyebilir, her şeyi yapabilir, her şey olabilirdi. Lütfen, diye düşündü gözlerini sımsıkı kapatırken, Tanrım, lütfen. Sonra birden Eva’nın hızla odaya daldığını gördü; üzerinde mavi bir yazlık elbise vardı, açık renkli uzun saçları ipek bir çarşaf gibi etrafında dalgalanıyordu. Derken George’u gördü. Uzun boylu ve keldi; baştan aşağı siyah giymiş, boynuna gümüş tokalı, ipten bir aksesuar takmıştı. George Eva’nın elini tutuyordu ve Sara o kadar rahatlamıştı ki ağlamaya başladı. “Ah tatlım, özür dilerim, çok özür dilerim. Trafik korkunçtu!” diye bağırıyordu Eva. “Geldik artık,” dedi George, “Artık buradayız.” Eva’yı bırakıp Sara’nın elini tuttu. Elleri büyük ve sıcaktı; Sara’nın ellerini tamamen kaplıyordu. Sara tekrar gözyaşlarına boğuldu. “Ağlama, ağlama. Her şey harika olacak.” Eva kıza doğru eğildi. Pırıl pırıl parlıyordu. Sara’ya yaklaşarak, “Nasıl hissediyorsun kendini? Neler oluyor?” diye sordu Eva. Abby sert bir sesle, “Doğum odasına gidiyor. Hepsi bu…” deyince Eva ona ve Jack’e ilk kez baktı. “Abby, Jack,” deyip başıyla selam verdi. Jack de Eva’yı aynı şekilde selamladı. Hemşire, “Haydi, gidelim,” diyerek Eva ve George’a döndü, “Geliyorsanız önlük giyin. Anlaşılan epey kalabalık olacağız.”Jack Sara’nın omzuna beceriksizce dokundu. “Ben bekleme odasında olacağım tatlım.”Sara panikle, “Babacığım!” diye seslendi.
“İyi olacaksın” dedi babası, ama sesi bundan emin değil gibiydi. Bu, Sara’nın daha da endişelenmesine neden oldu. “Babacığım!” diye tekrarladı, ama başını kaldırdığında babasının çoktan gitmiş olduğunu gördü. Hemşire Eva ve George’a önlüklerini verip sedyeyi odadan çıkardı. Abby de onlarla beraber yürüyor, Sara’nın saçını, omzunu okşuyor, kızının duyamadığı bir şeyler mırıldanıyordu. Sara hemşirenin sesini duyuyor, ama söylediklerini anlayamıyordu. Yahudi kadının yine bağırdığını duydu. Bir insan nasıl böyle çığlık atar da paramparça olmazdı? O sırada Sara başka bir sesin farkına vardı. Sanki binlerce öfkeli arı kafasının etrafında vızıldıyordu. Çevresindeki havanın ağırlaştığını, ısındığını hissetti. Başını kaldırıp baktığında iki yeni kapı gördü. Abby yanındaydı, elini avuçlarının arasına almış, sımsıkı tutuyordu. “Yanından ayrılmayacağım,” dedi. “Bunu beraber atlatacağız.” Arıların sesi yükseldi, kızgınlıkları arttı ve sonunda çığlık halini aldı. Sara dehşet içinde elini annesinin avuçlarından çekti ve bağırdı: “Sadece Eva’yı istiyorum.” “Buradayım, buradayım,” Eva yeşil önlüğüyle koşuyor, Sara’ya yetişiyordu. Bir el işaretiyle George’u durdurdu. Abby donup kalmıştı. “Ama tatlım, bu saçmalık.”Abby Sara’ya bir heykel gibi görünüyordu. Sahip olmaması gereken bir şeyi aradığı için tuza dönüştürülen Hz. Lut’un karısı gibiydi. Öyle üzgün ve incinmiş bir hali vardı ki Sara içinin acıdığını hissetti. “Anneciğim!” diye seslendiği sırada sedye kapıdan geçti ve saplanan sancıyla düşündükleri kaybolup gitti. Uzanıp Eva’nın elini yakaladı ve o ele, kendisini hayatta tutan tek şeymiş gibi sarıldı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAnne
- Sayfa Sayısı448
- YazarCaroline Leavitt
- ISBN9786058808539
- Boyutlar, Kapak14x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviEphesus / 2011
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kırılgan Sonsuzluk ~ Melissa Marr
Kırılgan Sonsuzluk
Melissa Marr
SETH, HAYATININ GERİ KALANINI TEK BİR İNSANLA GEÇİRMEK İSTEYECEĞİNİ HİÇ DÜŞÜNMEMİŞTİ. Tabii bu Aislinn’le tanışmadan önceydi. Aislinn hayallerinin kadınıydı ve Seth sonsuza dek onunla...
- Köprü ~ B. Traven
Köprü
B. Traven
Eserleri 40’tan fazla dile çevrilmiş ve milyonlarca okura ulaşmış efsanevi yazar B. Traven’den, insanoğlunun direngenliğine ve dünyanın bütün annelerine adanmış bir armağan: Köprü… Dünyalarını...
- Wardstone Günlükleri – 02: Hayaletin Laneti ~ Joseph Delaney
Wardstone Günlükleri – 02: Hayaletin Laneti
Joseph Delaney
Hayalet ve çırağı Thomas Ward yarım kalmış bir işi halletmek için Priestown’a gitti. Katedraldaki yeraltı mezarlarının derinlerinde Hayalet’in hiçbir zaman yenemediği bir yaratık yatmaktaydı....