Lev Nikolayeviç Tolstoy (1828-1910): Savaş ve Barış, Diriliş ve Kreutzer Sonat‘ın büyük yazarı, sadece toplumsal olayları değil, bireyin duygularını da olağanüstü tasvir yeteneğiyle aktarmıştır. Yazar, en ünlü eserlerinden biri olan Anna Karenina’da evlilik, aşk ve ölüm konularını derin bir gözlem gücüyle ele almış, muhteşem edebi dehasıyla işlemiştir. 1875-1877 yılları arasında Ruskiy Vestnik dergisinde tefrika edilen romanın ilk baskısı 1878’de yapılmıştır. Pek çok yazar ve eleştirmen Anna Karenina’yı gelmiş geçmiş en büyük roman saymaktadır. Tolstoy’un Anna Karenina eseri birçok kez sinemaya da uyarlanmıştır.
Ayşe Hacıhasanoğlu (1952): DTCF Rus Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. Bir süre SSCB Büyükelçiliği Basın Bürosu’nda çevirmen olarak çalıştı. Edebiyat ve sosyal bilimler alanında çeviriler yaptı. Dostoyevski, Tolstoy, Turgenyev, Gorki, Bagirov eserlerini Türkçeye kazandırdığı yazarlar arasında yer almaktadır.
Lev Nikolayeviç Tolstoy (1828-1910): Anna Karenina, Savaş ve Barış, Diriliş’in büyük yazarı, yaşamının son otuz yılında kendini insan, aile, din, devlet, toplum, özgürlük, boyun eğme, başkaldırma, sanat ve estetik konularında kuramsal çalışmalara da verdi. Bu dönemde yazdığı roman ve öykülerinde yıllarca üzerinde düşündüğü insanlık sorunlarını edebi bir kurguyla ele aldı.
***
Öç benimdir, karşılığını ben vereceğim*
Birinci Bölüm
I
Bütün mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz ailenin mutsuzluğu kendine göredir.
Oblonskiylerin evinde işler karışmıştı. Evin hanımı, eskiden evlerinde çalışan Fransız mürebbiyeyle kocasının ilişkisi olduğunu öğrenmiş ve artık onunla aynı evde yaşayamayacağını bildirmişti. Bu durum üç gündür devam ediyordu ve gerek karikocayı, gerek ailenin tüm üyelerini, gerekse diğer ev sakinlerini üzüyordu. Ailenin tüm üyeleriyle ev sakinleri, birlikte yaşamalarının bir anlamı olmadığını ve herhangi bir anda rastlantıyla bir araya gelmiş insanlar arasında, onlardan, yani Oblonskiylerin aile üyeleriyle ev sakinlerinden daha sıkı bağlar olduğunu hissediyorlardı. Evin hanımı odasından çıkmıyor, evin beyi üç gündür eve gelmiyordu. Çocuklar evin her yanında başıboş koşturup duruyorlardı; İngiliz kadın, kâhya kadınla bozuşmuş, bir hanım arkadaşına not yazarak kendisine yeni bir yer araştırmasını rica etmişti; aşçı, daha dün, tam yemek saatinde evden ayrılmıştı; aşçı yardımcısı kadınla arabacı paralarını istiyorlardı.
Prens Stepan Arkadyiç Oblonskiy, sosyetedeki adıyla Stiva, tartışmadan üç gün sonra her zamanki saatinde, yani sabahın sekizinde uyandı, ama karısının yatak odasında değil, kendi çalışma odasında, maroken divanda. Şişman ve bakımlı gövdesini divanın yayları üzerinde, tekrar uzun bir uykuya dalmak istercesine döndürdü, sonra sarıldığı yastığa yanağını yapıştırdı; fakat birden sıçradı, divanın üzerinde oturdu ve gözlerini açtı.
“Evet, evet, nasıldı?” diye düşünüyordu gördüğü düşü anımsayarak. “Evet, ne olmuştu? Evet! Alabin, Darmstadt’ta yemek veriyordu; hayır, Darmstadt’ta değil, Amerikanvari bir şeydi. Evet, ama düşteki Darmstadt Amerika’daydı. Evet, Alabin cam masalarda yemek veriyordu ve masalar Il mio tesoro” diye şarkı söylüyordu. Yoo, Il mio tesoro değil, daha güzel bir şeydi. Birtakım küçük sürahiler vardı. Onların da her biri bir kadındı,” diye anımsıyordu.
Stepan Arkadyiç’in gözleri neşeyle parladı ve gülümseyerek düşünmeye devam etti. “Evet, çok güzeldi, çok güzel. O kadar güzel şey vardı ki orada, sözcüklerle söyleyemezsin ve hatta gerçek hayatta düşüncelerle bile ifade edemezsin.” Sonra çuha perdelerden birinin yanından sızan bir ışık şeridini fark edip, ayaklarını divandan aşağı neşeyle indirdi, karısının diktiği (geçen yılki doğum günü armağanı) altın rengi maroken terlikleri ayaklarıyla yoklayarak aradı ve dokuz yıllık eski bir alışkanlıkla yerinden kalkmadan, yatak odasında sabahlığının asılı olduğu yere elini uzattı. O anda neden karısının yatak odasında değil de kendi çalışma odasında uyuduğunu birden anımsadı; yüzündeki gülümseme kayboldu, alnı kırıştı.
Olanları anımsayarak “Ah, ah, ah! Ah!..” diye homurdanmaya başladı. Karısıyla aralarındaki tartışmanın bütün ayrıntıları, içinde bulunduğu durumun umutsuzluğu ve işlediği suç hepsinden daha çok acı vererek yeniden hayalinde canlandı.
“Evet! Affetmeyecek, affedemez de. En korkuncu da bütün bunların sebebi benim, ama suçlusu değilim. Bütün facia da burada,” diye düşündü. Bu tartışmanın kendisi için en zor anlarını anımsayarak umutsuzluk içinde “Ah, ah, ah!” deyip duruyordu.
En kötüsü de, elinde karısı için aldığı kocaman bir armutla, neşe ve mutluluk içinde tiyatrodan döndükten sonra karısını oturma odasında bulamadığı o ilk dakikaydı; şaşırtıcı bir şekilde onu çalışma odasında da bulamamış, sonunda yatak odasında elinde her şeyi açığa çıkaran o uğursuz notla görmüştü.
Her zaman üzülecek bir şey bulan, aynı zamanda telaşlı ve Stepan Arkadyiç’in dar kafalı saydığı Dolli, elinde notla hiç kımıldamadan oturuyor, yüzünde dehşet, umutsuzluk ve öfkeyle kocasına bakıyordu.
“Bu ne, bu?” diye soruyordu notu göstererek.
Bu anıda Stepan Arkadyiç’i üzen şey, hep olduğu gibi, olayın kendisinden çok, karısının bu sözlerine verdiği yanıttı.
Bu dakikada başına gelen, beklenmedik bir anda son derece utanç verici bir durumda yakalanan insanların başına gelen şeydi. Suçu ortaya çıktıktan sonra yüz ifadesini karısının karşısında içinde bulunduğu duruma hazır hale getirecek zamanı olmamıştı. Gücenmek, inkâr etmek, kendini haklı göstermeye çalışmak, af dilemek, hatta kayıtsız kalmak yerine -ki bütün bunlar, onun yaptığı şeyden daha iyi olurdu!- yüzüne bir anda tamamen istem dışı olarak (fizyolojiyi seven Stepan Arkadyiç, “beynin refleksleri” diye düşünmüştü) her zamanki iyi ve bu yüzden de aptalca görünen gülümsemesi yayılmıştı.
Bu şekilde aptalca gülümsemiş olmasını bağışlayamıyordu. Dolli, bu gülümsemeyi görünce canı yanıyormuş gibi irkilmiş, her zamanki çabuk öfkelenen haliyle, birbiri ardına sert sözler söyleyerek odadan çıkmıştı. O zamandan beri kocasını görmek istemiyordu.
“Bütün suç o aptal gülümsemede,” diye düşündü Stepan Arkadyiç.
“Fakat ne yapacaktım? Ne Yapacaktım?” dedi umutsuzluk içinde kendi kendine ve bir yanıt bulamadı.
II
Stepan Arkadyiç, kendisine karşı dürüst bir adamdı. Kendi kendisini kandıramaz ve yaptığından pişman olduğuna inandıramazdı. Şu anda otuz dört yaşında, yakışıklı, şıpsevdi bir adam olarak ondan yalnızca bir yaş küçük olan, beş sağ ve iki ölü çocuk annesi karısına âşık olmadığı için pişmanlık duyamıyordu. Pişman olduğu tek şey, bunu karısından daha iyi saklayamamasıydı. Fakat içinde bulunduğu durumun zorluğunu hissediyor, karısına, çocuklara ve kendisine acıyordu. Bu haberin karısını bu kadar çok etkileyeceğini tahmin etseydi, belki kabahatlerini karısından daha iyi saklamayı başarırdı. Bu meseleyi açık açık, derinlemesine düşünmüyordu, ama kendisine sadık kalmadığını karısının uzun zaman önce fark ettiğini ve bu duruma göz yumduğunu pek net olmasa da tahmin ediyordu. Hatta artık yıpranmış, yaşlanmış, çir- kinleşmiş ve hiçbir fevkaladeliği kalmamış, sadece iyi bir anne olan karısının adalet duygusuyla hareket ederek hoşgörü göstermesi gerektiğini bile düşünüyordu. Tam tersi olmuştu.
“Ah, ne korkunç! Aman, aman, aman, çok korkunç!” diye kendi kendine tekrarladı Stepan Arkadyiç ve bir çözüm bulamadı. “Oysa bu olaydan önce her şey yolundaydı, ne kadar güzel geçinip gidiyorduk! O, halinden hoşnuttu, çocuklarla mutluydu, hiçbir işine karışmıyordum, çocuklarla, evin idaresiyle istediği gibi uğraşmayı ona bırakmıştım. Doğru, onun, bizim evde mürebbiyelik yapmış olması iyi bir şey değildi! Evet iyi değildi! Evindeki mürebbiyeye kur yapmanın bayağı ve kaba bir yanı var. Ama ne mürebbiyeydi! (Mlle Roland’ın kapkara, işveli gözlerini ve gülümsemesini heyecanla anımsadı.) Zaten bizim evdeyken hiçbir şey yapmadım ki. En kötüsü de onun artık… Nasıl da kasıtlıymış gibi oldu bütün bunlar! Ay, ay, ay! Ne yapmalıyım, ne?”
Hayatın bütün bu çok zor ve yanıtsız sorularına verdiği ortak yanıtın dışında bir yanıt yoktu. Bu yanıt şuydu: Günün gerektirdiği şekilde yaşamak, yani unutmak. Uyuyarak unutmak artık olanaksızdı, en azından geceye dek, sürahi-kadınların söylediği şarkıya geri dönmek de artık olanaksızdı; bu durumda hayatın düşlerine dalarak unutmak gerekiyordu.
Stepan Arkadyiç, “Bakalım neler olacak,” dedi kendi kendine. Ayağa kalkıp, mavi ipek astarlı gri sabahlığını giydi, ellerini ensesinde birleştirdi ve geniş göğüs kafesini bolca havayla doldurup, tombul gövdesini kolaylıkla taşıyan, dışa basan ayaklarının alışkın, çevik adımlarıyla pencereye doğru yürüdü, perdeyi kaldırıp, zili gürültüyle çaldı. Zilin hemen arkasından yaşlı dostu, uşağı Matvey elinde elbise, çizme ve bir telgrafla içeri girdi. Matvey’in ardından da tıraş malzeme- leriyle berber geldi.
Telgrafı alıp aynanın karşısına oturan Stepan Arkadyiç: – Daireden gelen bir şey var mı? -diye sordu.
Matvey:
– Masanın üstünde, -diye yanıtladı, beyine soru sorar gibi merakla baktı ve biraz bekledikten sonra kurnaz bir gü- lümsemeyle ekledi:
– Araba şirketinin sahibi adam yollamış.
Stepan Arkadyiç hiçbir şey söylemedi, yalnızca aynada Matvey’in yüzüne baktı; aynada karşılaşan bakışlarından birbirlerini ne kadar iyi anladıkları görülüyordu. Stepan Ar- kadyiç’in bakışı sanki “Bunu niye söylüyorsun? Yoksa bilmiyor musun?” diye soruyordu.
Matvey, ellerini ceketinin ceplerine sokmuş, bir ayağını biraz ayırmış, hiçbir şey demeden, yüzü iyilikle dolu, hafiften gülümseyerek beyine baktı.
Matvey önceden hazırladığı yanıtı vererek:
– Bir dahaki pazar günü gelmelerini söyledim, o zamana kadar sizi de, kendilerini de boşu boşuna huzursuz etmesinler, -dedi.
Stepan Arkadyiç, Matvey’in şaka yapmak ve dikkat çekmek istediğini anlamıştı. Telgrafı açıp, her zamanki gibi eksik yazılmış sözcüklerin doğrusunu tahmin etmeye çalışarak okudu ve yüzü aydınlandı.
Uzun, kıvırcık favorileri arasında pembe bir yol açan berberin parlak, tombul elini bir an durdurup:
– Matvey, yarın kız kardeşim Anna Arkadyevna geliyor, -dedi.
-Çok şükür, -dedi Matvey. Bu yanıtla Anna Arkadyevna’nın gelmesinin taşıdığı önemi, yani Stepan Arkadyiç’in sevgili kız kardeşi Anna Arkadyevna’nın karıkocanın barışmasına yardımcı olabileceğini tıpkı beyi gibi anladığını gösteriyordu.
– Yalnız mı geliyorlar, yoksa eşleriyle mi? -diye sordu Matvey.
Berber üst dudağıyla uğraştığı için Stepan Arkadyiç yanıt veremedi ve bir parmağını yukarı kaldırdı. Matvey, aynada başını eğerek anladığını belirtti.
– Demek yalnız geliyorlar. Yukarıyı hazırlayalım mı?
Darya Aleksandrovna’ya haber ver, nereyi derse artık. Darya Aleksandrovna’ya mı? -diye kuşkuyla yineledi Matvey.
-Evet, haber ver. Şu telgrafi da al, Darya Aleksandrovna’nın ne söylediğini de bana haber ver.
“Şansınızı denemek istiyorsunuz” şeklinde anladı Matvey, ama sadece:
-Başüstüne efendim, -dedi.
Matvey elinde telgraf, ayağında gıcır gıcır ses çıkaran çizmeleri, yavaş adımlarla yürüyerek odaya geri döndüğünde Stepan Arkadyiç, yıkanmış, saçlarını taramış, giyinmeye hazırlanıyordu. Berber artık odada değildi.
Matvey yalnızca gözleriyle gülerek:
-Darya Aleksandrovna, gideceklerini haber vermemi emretti ler. Nasıl isterlerse öyle yapsınlar diyor, -dedi ve ellerini ceplerine sokup, başını yana eğerek gözlerini beye dikti.
Stepan Arkadyiç bir şey söylemedi. Sonra kırmızı yüzünde iyi, biraz da acıklı bir gülümseme görüldü.
Başını sallayarak:
– Demek öyle Matvey? -dedi.
–
– Önemli değil efendim, hepsi düzelir, -dedi Matvey. – Düzelir mi?
-Aynen öyle efendim.
Öyle mi düşünüyorsun? Kim var orda? -diye sordu Stepan Arkadyiç, kapının arkasında bir kadın elbisesinin hi- şırtısını işiterek.
Kendinden emin ve tatlı bir kadın sesi:
-Benim efendim, -dedi ve kapının arkasından dadı Matryo- na Filimonovna’nın çiçek bozuğu sert yüzü göründü.
Ne var, Matryoşa? -diye sordu Stepan Arkadyiç, kapıya doğru giderek.
Stepan Arkadyiç’in karısına karşı tam anlamıyla kabahatli olmasına ve bunu kendisinin de hissetmesine karşın evdekilerin hemen hemen hepsi, hatta Darya Aleksandrovna’nın en birinci arkadaşı olan dadı bile Stepan Arkadyiç’ten yanaydı. – Ne var? -dedi Stepan Arkadyiç bezgin bir sesle.
Yanına gidin efendim, bir kez daha özür dileyin. Belki Tanrı yardım eder. Çok acı çekiyorlar, bakışları acı dolu, ayrıca evdeki bütün işler ters gitti. Çocuklara acıyın beyefendi. Özür dileyin, efendim. Başka ne yapacaksınız! Gezip tozmayı bu kadar sevince…
– Kabul etmez ki…
— Siz üzerinize düşeni yapın da. Tanrı bağışlayıcıdır, Tanrı’ya dua edin efendim, Tanrı’ya dua edin.
Stepan Arkadyiç birden kıpkırmızı kesilerek:
-Peki, tamam, hadi git, -dedi.- Giysilerimi ver, -diyerek Matvey’e döndü ve sert bir hareketle sabahlığını çıkarttı.
Matvey, görünmeyen bir şeyi üfleyerek elinde tuttuğu kolalı gömleği belirgin bir memnuniyetle beyinin bakımlı gövdesine giydirdi.
III
Stepan Arkadyiç giyindikten sonra üstüne başına koku sıktı, gömleğinin kolunu düzeltti, sigarasını, cüzdanını, kibritini, çifte zincirli ve madalyonlu saatini alışkın hareketlerle ceplerine sokuşturdu ve mendilini silkeleyip, kendisini temiz, hoş kokulu, sağlıklı ve başına gelen şanssızlığa karşın bedenen rahat hissederek, her bir adımında hafiften sallanarak kahvesinin ve kahvenin yanı sıra mektuplarla daireden gelen belgelerin kendisini beklediği yemek odasına gitti.
Mektupları okudu. Biri hiç hoş değildi. Mektup, karısının topraklarındaki ormanı satın almak isteyen tüccardan geliyordu. Ormanı satması gerekiyordu; ama karısıyla barışana dek artık bu konudan söz edilemezdi. En kötüsü de bu barışma işine maddi çıkar konusunun karışmış olmasıydı. Maddi çıkar düşünerek hareket ettiği, ormanı satabilmek için karısıyla barışma yolları aradığı düşüncesi ağırına gidiyordu.
Stepan Arkadyiç mektupları bitirdikten sonra daireden gelen belgeleri kendine doğru çekti, iki dosyayı hızlı hızlı ka- rıştırdı, büyük bir kurşun kalemle birkaç işaret koydu ve dosyaları bırakıp kahvesini aldı; kahveden sonra henüz mürekkebi kurumamış sabah gazetesini açıp okumaya başladı.
Stepan Arkadyiç aşırı olmayan, ancak çoğunluğun desteklediği liberal bir gazete alır ve okurdu. Aslında ne bilim, ne sanat, ne de politika onu ilgilendirmediği halde, bütün bu konularda çoğunluğun ve çoğunluğun gazetesinin izlediği görüşleri katı bir biçimde destekler ve bu görüşleri ancak çoğunluk değiştirdiğinde değiştirirdi ya da daha doğrusu bu gö- rüşleri değiştirmez, bunlar onun kafasında fark etmeden kendiliğinden değişirdi.
Stepan Arkadyiç hiçbir eğilimi, görüşü seçmiyordu, tıpkı şapkasının ya da ceketinin modelini seçmeyip ayağına getirilenleri aldığı gibi, bu eğilim ve görüşler de ona kendileri geliyorlardı. Oysa genellikle olgun yaşlarda gelişme gösteren bir düşünce etkinliğinin gerekli olduğu belli bir topluluk içinde yaşayan onun gibi birinin görüş sahibi olması, bir şapkasının olması kadar gerekliydi. Liberal çizgiyi, çevresindeki pek çok kişinin izlediği muhafazakâr çizgiye üstün tutmasının bir nedeni varsa bu, liberal görüşü daha akılcı bulması değil, onun yaşam tarzına liberal görüşün daha yakın olmasıydı. Liberal parti Rusya’daki her şeyin kötü olduğunu söylüyordu ve gerçekten de Stepan Arkadyiç’in borçları çok fazlaydı, eline geçen para kesinlikle yetmiyordu. Liberal parti evliliğin ömrü tükenmiş bir müessese olduğunu ve yeniden yapılandırılması gerektiğini söylüyordu, gerçekten de aile yaşamı Stepan Arkadyiç’i çok mutlu etmiyor, onu yalan söylemek ve yapısına çok ters düşecek bir şekilde rol yapmak zorunda bırakıyordu. Liberal parti dinin, halkın barbar kesimi için sadece bir dizgin olduğunu söylüyor ya da daha doğrusu ima ediyordu. Gerçekten de Stepan Arkadyiç, kısacık bir dua süresini bile bacakları ağrımadan geçiremez ve bu dünyada çok neşeli bir hayat sürerken öte dünyayla ilgili bütün o korkunç ve cafcaflı lafların ne işe yaradığını anlaya- mazdı. Bununla birlikte şaka yapmayı seven Stepan Arkadyiç, eğer bir insan soyuyla övünecekse, bunu Rürik’e kadar getirip orda kalmaması ve ilk atasının maymun olduğunu yadsımaması gerektiğini söyleyerek aklı başında insanları bile arada bir şaşırtmaktan hoşlanırdı. Dolayısıyla liberal çizgi, Stepan Arkadyiç’in bir alışkanlığı haline gelmişti ve gazetesini, tıpkı yemekten sonra içtiği sigarayı, sigaranın kafasının içinde yarattığı hafif dumanı sevdiği gibi seviyordu. Günümüzde radikalizmin tüm muhafazakâr elementleri yutmakla tehdit ettiğinden, hükümetin çok başlı devrim yılanını bastırmak için önlemler almak zorunda olduğundan söz…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Dünya Klasikleri Edebiyat Hasan Ali Yücel Klasikleri Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAnna Karenina
- Sayfa Sayısı1072
- YazarLev Nikolayeviç Tolstoy
- ISBN9786053604099
- Boyutlar, Kapak12,5 x 20,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİş Bankası Kültür Yayınları / 2011
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kırmızı Başlıklı Kız Ağlıyor ~ Beate Teresa Hanika
Kırmızı Başlıklı Kız Ağlıyor
Beate Teresa Hanika
Babam bu sabah odama geldi; oda kapısını çok kararlı bir hareketle arkasından kapadı ve çalışma masamın sandalyesine oturdu. Tuhaf bir görüntüydü bu, çünkü oraya...
- Ebenezer Le Page’in Kitabı ~ Gerald Basil Edwards
Ebenezer Le Page’in Kitabı
Gerald Basil Edwards
Aynı şeyin onlarca Guernseyli çocuğun başına geldiğini gördüm. Ada’dan kaçacağım diye ölüp biterler, ama bir kez gidince de dönmek için her şeyi yaparlar. Bu...
- Cesaretin Var mı? ~ Vicky Dreiling
Cesaretin Var mı?
Vicky Dreiling
Shelbourne Dükü Tristan’ı bekleyen zorlu bir görev vardır. Ömrünün geri kalanında tahammül edebileceği bir eş bulmak. Aşık olmayı ise ne istemekte ne de gerekli...