“ ‘Aaa sen Kürt müsün, Kürtlere hiç benzemiyorsun’lar başladı. Neden? Güzelim diye mi? Kaşlarımı falan alıyorum diye mi? Nasıl olmam gerekiyor ki… Bir gün kantinde bir çocuk ‘Tuncelili misin hakikaten?’ deyip eliyle makineli tüfek kullanır gibi ‘dşın dşın’ sesleri çıkartmıştı.”
“Babam Türk olduğu için bizim evde Kürtçe hiç konuşulmadı, kiminle konuşacaktı ki annem? O yüzden benim için Kürtçe gizli saklının dili biraz. (…) onlar her Kürtçe konuştuğunda benim kulağım üç kere fazla kabarıyordu.”
“Çoğu kez amcalar, teyzeler ‘Hadi oradan, neren Kürt senin? Böyle Türkçe konuşan, böyle giyinip kuşanan Kürt mü olur?’ diyorlardı. Kaşımın gözümün karalığını kullanıyordum en son silah olarak, ‘Bizim oraların kızıyım vallaha!’ diyordum.”
“Batı”da, büyük şehir ortamında büyüyen Kürt gençlerin kimliklerini keşfetme hikâyeleri… Kâh “Türkler” tarafından, kâh “gerçek Kürtler” tarafından yadırganarak… Kendilerini türlü türlü eksikli hissedip, bir yandan da her şeye eleştirel bakarak… Kâh hüzünlü, kâh eğlenceli, kâh içine kapanmaya iten, öfkelendiren, kâh öğretici, olgunlaştırıcı bir kendini bulma tecrübesi… Alev Karaduman, birçok hikâyeyi, gözlemlerine ve kendi arayışına katarak, heyecanla, hevesle anlatıyor.
Gülten Kaya’nın önsözüyle…
İÇİNDEKİLER
SEVGİLERİMLE………………………………………………………………………………………………………………9
ÖNSÖZ………………………………………………………………………………………………………………………………….11
BİRİNCİ BÖLÜM
Kurbağalara Bakmaktan Gelen……………………………………………………….15
‘Kürt diye bir şey yoktur’………………………………………………………………………………………………..22
Tiyatro, miyatro ………………………………………………………………………………………………………………..27
Pekake………………………………………………………………………………………………………………………………….33
‘Batılı yüzümüz’ ve rencide ruhlar………………………………………………………………………………..39
İKİNCİ BÖLÜM
İnanç Olsun………………………………………………………………………………………………………………….47
Yarı yarıya…………………………………………………………………………………………………………………………..52
Bana fraksiyonunu söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim………………………………………57
Her yer heval, her yer özeleştiri……………………………………………………………………………………65
I don’t know………………………………………………………………………………………………………………………..71
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Dayê Dayê, Nan…………………………………………………………………………………………………..79
Küçük, kâğıt, Türk bayrağı………………………………………………………………………………………………83
Siyasi ve fiziki haritalarda Cabbar………………………………………………………………………………..88
O zaman “Türkiyem”i de söylesin…………………………………………………………………………………95
Bakın veletler, bunun adı Erbani………………………………………………………………………………..106
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
1 Ev, 40 Koyun…………………………………………………………………………………………………….113
Siz Amerika’yı mı tutuyorsunuz, Saddam’ı mı? ………………………………………………………120
Onu bunu geç de… Ben buraya nasıl üye olurum?………………………………………………….126
‘Türkçe oku! Lütfen Türkçe oku…’……………………………………………………………………………..130
Bir sakatlık yani……………………………………………………………………………………………………………..134
BEŞİNCİ BÖLÜM
Mışmışık… Dağın Öte Yanı…………………………………………………………………139
Ey büyük Seyit Rıza! ………………………………………………………………………………………………………145
Acaba ben de mi manyağım? Galiba öyleyim…………………………………………………………..152
Biz derken… Ateşkesin çocukları………………………………………………………………………………159
‘Şu dünyada yapılacak en değerli ve doğru şey’……………………………………………………..169
ALTINCI BÖLÜM
Ben Saz Çalamıyorum ki…………………………………………………………………………175
Proje ve ötesi…………………………………………………………………………………………………………………..182
Solcu arkadaşlarla konuşurken…………………………………………………………………………………..187
Silahlanmak ya da silahlanmamak.. İşte bütün… ……………………………………………………192
Bir, iki, üç… Üçüncü yolun ağzında……………………………………………………………………………201
YEDİNCİ BÖLÜM
‘Kamu’ Alem……………………………………………………………………………………………………………207
Şurada bir arkadaşa gidecektik………………………………………………………………………………….214
Allah Allah… Bunlar acaba hayatlarında kaç tane Diyarbakırlı gördü? …………….218
Diyarbakır’ın …… ilçesine bağlı ……… köyünde çıkan çatışmada… …………………..223
Gün gelir, hepimiz eşit ve kardeş oluruz…………………………………………………………………..229
SEKİZİNCİ BÖLÜM
Bari Bu Muşlu Olsun……………………………………………………………………………………..233
Çünkü çocuktum… ………………………………………………………………………………………………………….240
Hayattan o kadar vazgeçememek ………………………………………………………………………………246
Bir karar alma mekanizması olarak annelerimizin babalarımızın zihniyeti………253
Kürtler var çok sevmek adrenalin………………………………………………………………………………259
DOKUZUNCU BÖLÜM
Son Söz Niyetine………………………………………………………………………………………………265
Güle güle Doğubayazıt!………………………………………………………………………………………………….265
Sidikli kontesler diyarı: İstanbul…………………………………………………………………………………268
‘Mizankeran’ ve ‘Guştagameşte’ dolaylarında ………………………………………………………..274
‘Aleeeeeeeev, kalk Rojin çıktıııııı!’……………………………………………………………………………..278
Hadi oradan! …………………………………………………………………………………………………………………….282
SEVGİLERİMLE…
“Anlıyorum ama konuşamıyorum” demenin anlatılması gereken bir sorun olduğuna kanaat getirdiğim andan itibaren destekleri ve doğru yönlendirmeleri için Seçil Türkkan’a, Lahika Karaduman’a, Önder Abay’a, Ozan Doğa Gökşin’e ve Harun Ercan’a, Kitaba, hikâyelerini içtenlikle paylaşarak dahil olan herkese ve onlarla bir araya gelmeme vesile olan Baran Kaya’ya, Damla Keskin’e, Nagihan Gürkan’a, Cihan Çokbilir’e, Burak Örs’e ve Pernille Holm’a, Kitabın yazmayı bitirdiğim her bölümünü heyecanla, ilgiyle okuyarak eleştirilerini esirgemeyen Pınar Karaduman’a, İklil Kalkanlı’ya ve Volkan Çıkıntıoğlu’na, Editörlükten çok akıl hocalığı yaparak projeye başından beri inandığı için Tanıl Bora’ya, Kitaba en çok yakışan önsözü yazdığı için Gülten Kaya’ya, Seçtiğim her yolda desteklerini esirgemeyip bugünkü tüm “yarım kalmışlıklarım” ve “tamamlanmışlıklarım”ın sebebi oldukları; nihayetinde şu anda hayatta sahip olduğum ve sevindiğim her şey için aileme, anneme, Çok teşekkür ederim…
ÖNSÖZ
Kimlik nedir? İçimizde bize ve aklımıza bile ayak direyen bir öz mü? Zamanın tam da bu yerinde sınırlar değişip savaşlar yapılırken, birçok yer yıkılıp yeniden yapılanırken, insanlığın gözü önünde haritalar yeniden şekillenirken hangi yolu ne kadar katettiğimiz, ne kadar özgür ya da “ait” hissettiğimiz konusunda yaşadığımız içsel karmaşa çok fazla soru üretiyor. Benimsenen ya da dayatılan inançlar, tercihler ya da zorunluluklar, yakın-uzak hissedişler arasında bitmeyen bir arayış bu. İnsanın tüm aidiyetlerini tanıyarak, kendini buna göre tanımlayarak benimsediği ve karar verdiği “ben”e göre davranma veya yaşama hakkı vardır ve bu gerçek “hak”tır. Yok edilen ya da yok sayılan kültürleri koruma isteği ne kadar “dünyalı olma” terbiyesi ise bahsedilen kültüre ait olduğunu her şeyinle hissetme hüznü de o kadar “insan olma” hali işte. Öte yandan insanlara sorduğunuzda, yaşadıkları dünya hayal ettikleri dünya değildir zaten. Bu dünyada “üstün” olmakla ve “öteki-alttaki” olarak tanımlanan eş zamanlı yol alır tarihin içinde. Zaman ortaktır fakat haklar çağ farkına tekabül edecek kadar ayrışır birbirinden. Yok edilen kültürün içine kapanıp kalmak şimdiki zamandan vazgeçmekse onun varlığının kabulü mücadelesinde yaralanmak ya da parçalanmak da gelecekten vazgeçmemek olarak düşünülebilir. Tüm simgelerin ve dış görünüşlerin ötesinde kimlik arayışı gerçekte bir iç gerilim de üretebilir.
Bu iç gerilim, insanı, aidiyetini reddetme noktasına taşıyabilir. Ama çözüm olabilir mi? Çünkü her sosyal varlık kendi yapıtaşları ve kodlarıyla kendini hep yeniden ve yeniden üretir. Burada olağan olan hem insanın hem de toplumun kendine zaman ve tarih içersinde yer açma haklı isteğidir. Bu hakkın eşit kullanılamaması zamanımızın bir gerçeği ise dünyanın hiç kimseye ait olmadığı da bir başka keskin gerçektir. Elinizdeki kitap da son derece naif bir gerçeklikler bütünü. Parçalanmış bir coğrafyada bir tarafta kalıp orada kendi uygarlığını ilerletemeyişinin sebep-sonuç ilişkileriyle de yüzleşebileceğiniz bu kitapta, dinden dile kendilerini ortada bırakılmış hisseden bir kuşağın soruları ve kendi arka planlarına dair farkında olarak ya da olmayarak kurdukları bir sosyoloji var. Sizi tarihe, yakın geçmişe, şimdiki zamana ve ister istemez geleceğe yollayacak olan bu derin insan hikâyelerinde 20. yüzyılda doğan, 21. yüzyılda büyüyen ve büyümekte olan bir kuşağın kendi sorularına yanıt ararken, kişisel tarihlerini sorgularken, bu sorgulamanın her aşamasında “tarafsız” bakabilme nezaketi göstermeleri çok saygıdeğer. Kendi aidiyetlerine karşı hissettikleri o dayanılmaz iç savunmada iki toplum, iki kültür, iki dil arasında yaşadıkları derin kırılmada Siverek’ten İrlanda’ya, Konya’dan Danimarka’ya geçilen yollarda her şeye rağmen “sınırda” yaşama halinin değişmezliği ile “ben” olabilme halini gerçekleştirme çabası son derece olgun yürüyor. Kültürel varoluşlarının tamamlanamadığını düşünen anlatıcıların hissettiği yalnızlıkla, tehdit altındaki kimliğin gerçekliği arasında yetişen bu kuşağın, kendi kültürel kodlarından kopamayışıyla yeni bir dünyada var olabilmek ve o dünyanın işaretlerine, dillerine adapte olmak zorunluluğu arasında geçen çocukluk ve gençlik yılları, doğaldır ki onları “tek kimlikli” bir dünyanın ötesine taşıyıp sorularla zenginleştiriyor. Geçerli olan tek kimlikle, gerçek olan öteki kimlik arasında kendilerini parçalanmış hissetmelerine rağmen geldikleri ülkeden önce bir başka yurdu terk ettikleri duygusuyla büyüyen kahramanlarımız kendi kimliklerini inşa ederken aynı zamanda bir bellek tazelemesi de yaparak 60’ların ekonomik göçünden ‘80 ve 90’ların siyasi göçüne kadar bir çeşit “sürgün” olma haline de yaklaştırıyorlar okuru. Bu ortak bellekte 90’ların öncesi ve sonrasına, siyasi partilerden orduya, doğudan batıya uzanırken dilin ölmediğini, kültürün kendini birçok farklı alana/mekâna sürüklediğini görmek de mümkün. Ayrımcılığın henüz bir insanlık utancı olarak kabul görmediği bu ülkede Batı’ya göçte entegre olma-olamama, reddediş ile kabulleniş, suçluluk, bilinmeyen karşısında duyulan korku, kabul görmeme endişesi, alay konusu olma paniği, hor görülecekleri duygusu vb. ile isimlerinden renklerine, aksanlarından giyim tarzlarına kadar, onları travmatize eden bu ‘yeni hayat’ a dair tüm gerilimlerin toplamında iki soru var: “Em kî ne?” “Ez çi bikim?” Tarih biraz da bu sorularla birikiyor. Peki, şimdi daha iyi anlayabilir misiniz “anadilde eğitim hakkı”nı?
GÜLTEN KAYA
BİRİNCİ BÖLÜM
Kurbağalara Bakmaktan Gelen…
Bizim gölüyle, canavarıyla, depremiyle, dramıyla bildiğimiz şehir; Van, Wane… Ve bizim henüz tanımadığımız; mühendisliğiyle, tiyatrosuyla, Van’ıyla, İzmir’iyle, İstanbul’uyla kendine bir hayat kurmuş Mahir Yeşilova; kendini bildi bileli iki arada bir derede. Annesi sekiz kardeşin biri, babası üç anneden olma on yedi kardeşin sadece bir tanesi. Babasının annesi, oğlu çok küçükken ölmüş. Bu yüzden, köyden köye gezip yatılı okula öğrenci toplayan kaymakamın hedefi olmuş on yedi kardeşin bir kısmı. Çocuklar üvey annede büyüyeceğine öğretmen okulunda tahsil kazansınlar bari diyerek yollanmışlar yatılı geleceklerine. Keza yaşları çok küçük, ne tarlaya gidebilirler ne hayvana. Baba ve kardeşleri, bu koskoca on yedi kardeşli, yüzyüz elli kuzenli ailenin tek okumuşları; annelerinin rahmeti ise bu minvalde belki de en büyük şansları. Mahir’in annesinin şansı ise daha bir dramsız. Anne zaten sekiz çocuğun yedisinin okuduğu bilinçli bir aileye doğmuş, üstelik o dönem tam da Van’a Kız Öğretmen Okulu kuruluyormuş. Anne de baba da Vanlı olmasına rağmen Ankara’da bir hizmet içi eğitimde tanışıp, dönemin flört ritüellerine uyup üç-beş ay içinde evlenmişler. İki tane nur topu gibi çocukları, biraz da gitgelli bir hayatları olmuş. Bu gitgelin ortasında Mahir, 1983’te Van’da doğuyor ve on yaşına kadar orada yaşıyor. Köy ve merkezdeki evleri arasındaki hatırladıkları ise buğulara, buzlara karışıyor:
Ben Van’dayken bile bir nevi şehir çocuğuydum; merkezde bir mahallede, her amcama bir daire düşen aile apartmanında büyüdüm. Çocukluğumun esas hatırladığım kısmı, kuzenli akrabalı o koca apartmanda geçiyor. Malum dedemin üç kadından on yedi çocuğu var; en büyük eşini hatırlamıyoruz. Ama üçüncü eşini hatırlıyorum, o da bizim için bir babaanneydi, hiçbir ayrım yoktu. Ayrı annelerden olan kardeşler arasında da hiçbir ayrılık yok, onların hepsini de amca, hala olarak biliriz. İlkokulum çok yakındı. Tüm kuzenler aynı okula giderdik, evimizin kocaman bahçesinde oyunlar oynardık. Şehir merkezinde olmamızdan da kaynaklı çevremizde tayin olmuş memurlar, polisler, subayların yaşadığı yerler de çok vardı ama çoğunluk yine yöre halkıydı. Pazarda manavda Kürtçe duyardık sürekli. Annem babam bizimle hep Türkçe konuşuyordu ama Kürtçeyi de hep duyuyorduk. Çünkü Türkçe bilmeyen halalarım, yengelerim vardı; annemler mecburen onlarla Kürtçe konuşuyorlardı. Ya da gizli, bizim duymamamız gereken bir şey konuştuklarında Kürtçeye dönüyorlardı. Konu ve içeriğe göre değişiyordu yani. Annem, babam Kürtçe konuşmamanın yanında Türkçemizi de çok didik didik ediyorlardı; düzgün cümleler kuralım, aksanımız kaymasın diye sürekli bizi düzeltirlerdi. Çünkü kafalarında hep varmış, “biz buradan bir gün gideceğiz”. Yazları köye giderdik sık sık; ben köyü çok seviyordum. Bol bol eşeğe biniyor, koyun seviyor, hayvanları otlatmaya götürüyorduk. Çocuklar için bulunmaz bir eğlenceydi bunlar. Köyde bir gölet vardı, ona kurbağalı göl diyorlardı. Bütün köylü çocuklar oynuyordu içinde; annem bizi sokmuyordu sudan hastalık, siğil filan kaparız diye. Biz kardeşimle göle uzaktan bakıyorduk mahzun mahzun. Çobanların peşinden dağlara gidiyorduk. Kuru bir köydü zaten, ağaçlık birkaç yer vardı, otlar da hayvanlar içindi. Kavak ağaçları vardı köyde. Oranın çocukları da bize fakir çocuklar gibi geliyordu; aslında “…gibi geliyordu” değil, öylelerdi. Köydeki sofra hep aynıydı: yoğurt, peynir, tandır ekmeği. Biz gittiğimizde –misafir olduğumuzdan– hep ekstra bir şeyler çıkarmaya çalışırlardı: yumurta, bal vs. Bazen hayvan bile keserlerdi, o zaman babam çok üzülürdü; zaten durumları belli, bir de bize hayvan kesiyorlar diye. Ama onları mahcup etmemek için bir şey demezdi. İnsanlar merkezde otursa da düğünler genelde köyde oluyordu. Düğünlerde erkek, kadın hep ayrıydı; yerlere uzun muşambalar serilirdi. Şimdiki “yeryüzü sofraları” gibi uzun sofralar düşünün. Pilav, et, yoğurt, tandır ekmeği sırayla konurdu sofra boyunca. Davul, zurna oluyordu illaki. Kadınlar klasik, basma Kürt elbiselerini giyerdi; rengarenk, pasparlak… Kürtçe söylenirdi zaten hep. Dizilime dikkat ediliyordu halayda: kadınlar yan yana, araya bir yakın erkek akraba, sonra diğer erkekler. Ama tabii biri, birine yazılıyorsa bu fırsatı değerlendirip halayda araya giriyordu. Düğünlerimizde ve amca sofralarımızda içkiyi hiç hatırlamıyorum. Zaten içki Van’da çok ithal bir ürün gibiydi. “Şu İstanbullunun da dolabında rakı gördüm” gibi konuşulurdu bazen. Ama tabii büyüyünce öğrendik, “Şu içkiciydi, şu sarhoştu” diye; küçükken herkes aynı geliyor insana. Subaşı’na gidip içenler oluyormuş, kimi kuzenlerim de içermiş göl kenarında; bunları hep sonradan duyduk. Köyün hepsi bizim aileydi işte; tüm amcaların çocukları, torunlar…
Herkes tanıdık olduğu için, daha doğrusu başka kimse olmadığı için çoğunlukla insanlar akrabalarıyla evleniyordu. O zamanlar, tansiyonun çok yüksek olduğu zamanlar olmasına rağmen çocuk aklımızla uzaktık her şeyden. Bazı şeylerin farkına varsak da neden böyle olduğunu bilmiyorduk. Köye her gidişimizde bir tabur asker oluyordu girişte mesela. Bir gece köyde bir evden bir eve kaçtığımızı hatırlıyorum; ama palas pandıras, hızlı ve telaşlı. Babamın beni kucaklayıp koşarak götürdüğünü, uzaklarda silah sesleri duyduğumu hatırlıyorum. Hep o anı hatırlarım ama bilemiyorum da o bir rüya mıydı, gerçek miydi, ne kadarı gerçekti. Bazen büyükler kendi aralarında konuşurken uzak akrabalardan “O gitmiş” diye konuşulduğunu duyardık. Tanımadığımız isimlerdi zaten. Köye gittiğimizde “Burada başka bir dil konuşuluyor ve ben hiçbir şey anlamıyorum” sıkıntısını çok yaşıyordum. Çocuk olsan da kendini eksik hissediyorsun. Annem küçücük çocukla konuşuyordu, karşılıklı bir şeyler anlatıyorlar ve anlaşıyorlardı. “Ben daha büyüğüm o çocuktan ama o benim bilmediğim bir şeyi biliyor” diye düşünürdüm. Köydeki kuzenlerimden hiç Türkçe bilmeyen de çok vardı çünkü Türkçe bilmek için en az bir okul çağında olmak lazım. Kadınların çoğu okula gitmediği için halalarımın, yengelerimin çoğu Türkçe bilmezdi. Ben sık kullanılan şeyleri anlıyordum, “Nasılsın, ne yapıyorsun, kimin oğlusun, görüşürüz, yemek ye, gel, git” gibi şeyleri. Sohbet derinleşince olmuyordu ama. Bir gün tuvaletimi yapmıştım, ellerimi yıkamak için çeşmeye gelmiştim. Annem titizdi, öğretmişti, on kere yıkıyorduk ellerimizi tuvaletten çıkınca. Halamın kızı gibi bir akrabam geldi, en başta azıcık konuştuk, biraz anlıyordum ben de, cevap veriyordum. Sonra anlamamaya başladım. O hâlâ bir şeyler anlatmaya çalışıyor, ben hâlâ ellerimi yıkıyorum. Meğer o da bir şeyler yıkamayı bekliyormuş, en son “Beyyyy” dedi, “Besê” falan bir şeyler dedi. Meğer ‘Yeter çeşmeyi boşalt’ diyormuş. Kürt kadınlarının tepkileri daha bir büyük, neredeyse grotesk oluyor. Bu yüzden o “Beeeey”i hiç unutmam.
Mahir’in annesi de babası da Türkçeyi okula başladıklarında öğrenmişler. Derslerini öğrenmenin tek yolu Türkçeden geçtiği için uzun süre kendilerini defolu gibi hissetmişler. Bu yüzden çocuklarına Kürtçe öğretmemenin yanı sıra sürekli çocuklarının Türkçelerini ve aksanlarını düzeltirken bulmuşlar kendilerini. Baba tarafındaki kuzenlerin çoğu iki dilli büyümüş, ailenin tek dilli büyüyen ilk fertleri Mahir ve kardeşi. Van’ın kozmopolit yapısından dolayı Mahir’in ilkokuldaki sınıfında Acem, Türk, Kürt karışıkmış ve barış içinde okumuşlar. Bir tek, Kürtlüğü çok belli ve sivri olan çocuklara kendi aralarında Çingene anlamına gelen “Dome” derlermiş. Bu çocuklar da kendilerini onlar kadar Kürt saysa da bizimkiler bu çocuklardan uzak durur, biraz da çekinirlermiş.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Antropoloji
- Kitap AdıAnlıyorum Ama Konuşamıyorum
- Sayfa Sayısı287
- YazarAlev Karaduman
- ISBN9789750515750
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2018