Okulun kötü çocuğuyla anlaşmak üzereydi ve işler fena halde karışacaktı…
Hannah Wells onu baştan çıkaracak birini sonunda bulmuştu. Hayatındaki diğer her şey konusunda son derece kendisine güvenmesine rağmen, konu seks ve arzulara geldiğinde boş çuvaldan farkı yoktu. Hoşlandığı adamın dikkatini çekmek için sinir bozucu, çocuksu ve kendini beğenmiş hokey takımı kaptanına özel ders verip onunla çıkıyormuş gibi davranmak zorunda kalsa da, bunu yapmaya kararlıydı.
Garrett Graham’ın tek istediği mezun olduktan sonra profesyonel hokey oyuncusu olmaktı, ancak düşen ortalaması, uğruna çalıştığı her şeyi tehdit ediyordu. Eğer alaycı bir esmer güzelinin başka bir adamı kıskandırmasına yardım etmek takımdaki pozisyonunu garanti altına alacaksa buna katlanırdı. Fakat beklenmedik bir öpücük her ikisini de daha önce yaşamadıkları bir arzu yolculuğuna sürüklediğinde, Garrett numara yapmanın hiçbir işe yaramayacağını anlamıştı. Şimdi sadece Hannah’yı aradığı adamın kendisine çok benzediğine ikna etmeliydi.
“Elle, yeni yetişkin türünün duygularını, romantikliğini ve dizginlenmemiş seksiliğini ustaca yakalıyor! Garrett için çıldıracaksınız! -Alice Clayton, New York Times çoksatan romanı Duvarların Dili Olsa’nın yazarı
“Elle Kenedy daha ilk cümleyle insanı yakalıyor! Hem ateşli hem de kalbinizi burkan cinsten bir roman olan Anlaşma kesinlikle harika! -Katy Evans, New York Times çoksatan yazarı
“Okuduğum en iyi üniversite temalı aşk kitabıydı… Güldüm, kendimden geçtim, kitabı elimden bıramadım. Şiddetle öneriyorum!” -Aestas Book Blog
*
1
HANNAH
VARLIĞIMDAN HABERDAR BİLE DEĞİLDİ. Justin Kohl’un olduğu yöne son kırk beş dakika içinde milyonuncu kez hızlıca bakış attım; o kadar güzeldi ki boğazım düğümlenmişti. Sanırım farklı bir kelime bulmam gerekiyordu. Erkek arkadaşlarım erkeklerin güzel olarak hitap edilmekten hoşlanmadıklarını söylemişti.
Ama kahretsin, güçlü yüz hatlarıyla anlamlı kahverengi gözlerini tarif etmenin başka yolu yoktu. Bugün beyzbol şapkası takıyordu ama onun altında neler olduğunu biliyordum; dokununca yumuşacık gelen ve parmaklarınızı arasında gezdirmek isteyeceğiniz türden gür, koyu renk saçlar.
Tecavüzden sonraki beş yılda kalbim sadece iki adam için atmıştı.
İlki kıçıma tekmeyi vurmuştu.
Bu seferki ise beni görmüyordu.
Profesör Tolbert amfinin kürsüsünde artık Hayal Kırıklığı Konuşması olarak adlandırdığım şeyi yapıyordu. Altı haftada bu üçüncüsüydü.
Aman ne sürpriz, sınıfın yüzde yetmişi vizelerde C- veya daha aşağısını almıştı. Ben mi? Çok yüksek bir puan almıştım.
Vize kâğıdımdaki büyük daire içine alınmış kırmızı A!’yı gördüğüme şaşırmadım desem yalan söylemiş olurdum. Bütün yaptığım, kâğıdı doldurmak için bitmek bilmez bir saçmalıklar dizisi karalamak olmuştu.
Felsefi Etik dersinin basit olması gerekiyordu. Eskiden dersi veren profesör beyin kullanmayı gerektirmeyen, çoklu seçeneği olan testler dağıtırdı. Final ise ahlak çatışmalarını ve sizin ona karşı nasıl davranacağınızı içeren kişisel bir makaleden oluşurdu.
Ama dönem başlamadan iki hafta önce Profesör Lane kalp krizinden öteki dünyayı boylamıştı. Temizlikçisinin onu banyo zemininde çıplak bulduğunu duymuştum. Zavallı adam.
Şans bu ki, evet, bu kısım kesinlikle kinayeliydi, Pamela Tolbert, Lane’in dersini üstlenmek için gönüllü olmuştu. Briar Üniversitesi’nde yeniydi ve bağlantılar kurmanızı, materyal ile “bağlantıya” geçmenizi sağlayan cinsten bir hocaydı. Eğer bu bir film olsaydı, kadın şehir okulunda belirip beş para etmez insanlara ilham vererek birden kalaşnikofları bırakıp ellerine kalemleri almalarına sebep olan genç ve kararlı öğretmen olurdu. Filmin sonundaki akan yazılarda bütün çocukların Harvard veya onun gibi yerlere girdikleri açıklanırdı. Hilary Swank ânında Oscar kazanırdı.
Ama bu bir film değildi ve Tolbert’ın öğrencilerine verdiği tek ilham nefretti. Ve cidden neden kimsenin sınıfında başarılı olamadığını anlayamıyordu.
Alın size bir ipucu: Çünkü üstüne lisansüstü tezi yazabileceğiniz türde sorular soruyordu.
“Başarısız olanlara veya C- ile daha düşük alanlara bütünleme sınavı yapmaya gönüllüyüm.” Tolbert’ın yüzü sanki neden bunun gerekli olduğunu bile anlayamıyormuş gibi buruştu.
Gönüllü olmak kelimesini mi kullanmıştı? Ah, evet. Bir sürü öğrencinin, danışmanlarına onu şikâyet ettiğini duymuştum. Müdüriyetin onu herkese yeni bir şans vermesi için zorladığından şüpheleniyordum. Sadece aylakların değil, sınıfın yarısından fazlasının başarısız olması Briar’ı iyi göstermiyordu. Yanımda surat asmakta olan Nell gibi her zaman A alan öğrenciler de aynı şekilde vize tarafından bombalanmıştı.
“Tekrar sınava girmeyi seçenlerin iki sınavlarının puanlarının ortalaması alınacak. Eğer ikinci seferde de kötü yaparsanız ilk sınavın puanları geçerli olacak,” diye lafını bitirdi Tolbert.
“A aldığına inanamıyorum,” diye bana fısıldadı Nell. O kadar üzgün görünüyordu ki ona aniden sempati duydum. Nell’le yakın arkadaş değildim ama eylülden beri yan yana oturuyorduk, o yüzden birbirimizi tanımaya başlamamız mantıklıydı. Tıp hazırlık dersleri alma yolundaydı ve vize notlarını öğrenince onu parça pinçik edeceklerini bildiğim, üstün başarılı bir aileden geliyordu.
“Ben de inanamıyorum,” diye cevap olarak fısıldadım. “Gerçekten. Cevaplarımı bir okusan. Saçmalıkla dolu.”
“Aslında gerçekten okuyabilir miyim?” Sesi şimdi kulağa istekli gibi geliyordu.
“Despot’un neyi A’lık gördüğünü merak ediyorum.”
“Bu akşam tarayıp sana bir kopyasını e-postayla atarım,” diye söz verdim.
Sonrasında Tolbert dersi bitirince amfi hadi buradan siktir olup gidelim sesleriyle doldu. Laptoplar sertçe kapatıldı, defterler çantalara koyuldu, öğrenciler sandalyelerini sürterek kalktılar. Justin Kohl biriyle konuşmak için kapının yakınlarında oyalanıyordu ve gözlerim bir mermi gibi onun üzerine hedeflenmişti. Güzeldi. Ne kadar güzel olduğundan bahsetmiş miydim?
Yakışıklı yüz hatlarına bakarken ellerim terlemeye başladı. Briar’da ilk yılıydı ama hangi üniversiteden transfer olduğundan emin değildim. Futbol takımının yıldız dış açık oyuncusu olmakta zaman kaybetmese de okuldaki diğer sporcular gibi değildi. Bahçede Tanrı’nın dünyaya bir lütfuyum sırıtışlarıyla dolaşmıyor ve her gün kolunda yeni bir kızla belirmiyordu. Takım arkadaşlarıyla şakalaşıp gülüşmesini görmüştüm ama beni göründüğünden daha fazlası olduğunu düşünmeye yönelten zeki, yoğun bir his alıyordum ondan. Bu da beni onu tanımam için daha da çaresiz hâle getiriyordu.
Sporcular pek tarzım değildir ama ona dair bir şey beni beyinsiz bir salağa dönüştürüyordu.
“Yine gözlerini dikmiş bakıyorsun.” Nell’in alaycı sesi yanaklarımın kızarmasına sebep oldu. Beni birçok kez Justin’e ağzım sulanarak bakarken yakalamıştı. Aynı zamanda ona âşık olduğumu itiraf ettiğim birkaç kişiden biriydi.
Oda arkadaşım Allie biliyordu ama diğer arkadaşlarım? Asla. Çoğu müzik veya tiyatro öğrencisiydi, o yüzden sanırım bu bizi entelektüel bir grup yapıyordu. Belki de emo. Züppe oğlanlardan biriyle ilk seneden beri bir ayrı bir barışık ilişkisi olan Allie dışındaki arkadaşlarım, Briar’ın elitleri hakkında ileri geri konuşmaktan haz alıyorlardı. Ben genellikle dahil olmuyordum, dedikodunun benim standartlarımda olmadığını düşünmekten hoşlanıyordum ama… hadi yüzleşelim. Popüler çocukların çoğu şerefsizdi.
Tipik bir örnek: Garrett Graham sınıftaki diğer yıldız sporcuydu. Eleman sanki buranın sahibiymiş gibi yürüyordu. Sanırım bir şekilde öyleydi de. Tek yapması gereken parmağını şıklatmaktı ve istekli kızlar yanında beliriyordu. Veya kucağına atlıyorlardı. Veya dillerini onun boğazından aşağı sokuyorlardı.
Gerçi bugün kampüsün kodamanı gibi görünmüyordu. Tolbert dahil neredeyse herkes gitmişti ama Garrett yerinde kalmıştı, yumruklarıyla sıkıca sınav kâğıdını tutuyordu.
O da başarısız olmuş olmalıydı ama onun için pek sempati duymuyordum. Briar iki şeyiyle meşhurdu: Hokey ve futbol, ki bu şaşırılacak bir şey değildi çünkü Massachusetts hem Patriots hem de Bruins’in evsahipliğini yapıyordu. Briar için oynayan sporcuların neredeyse çoğu her zaman profesyonel lige girer ve burada geçirdikleri yıllarda her şey onlara gümüş tepside sunulurdu, sınav puanları da buna dahil.
O yüzden evet, belki bu beni birazcık kinci yapıyordu ama Tolbert’ın şampiyonluk kazanan hokey takımının kaptanını diğerleri gibi sınavdan bıraktığını görünce bir zafer duygusu hissettim.
“Coffee Hut’tan bir şey almak ister misin?” diye sordu Nell kitaplarını toplarken.
“Yapamam. Yirmi dakika içinde provam var.” Ayağa kalktım ama onu kapıya kadar takip etmedim. “Sen devam et. Benim gitmeden önce programımı kontrol etmem gerekiyor. Sonraki özel dersimin ne zaman olduğunu hatırlayamadım.”
Tolbert’ın sınıfında olmanın bir “faydası” daha – haftalık seminerlerimiz dışında, yarım saat süren özel derslere katılmak zorundaydık haftada iki kere. İşe iyi kısmından bakılırsa, o özel dersleri Tolbert’ın sahip olmadığı tüm özelliklere sahip asistanı Dana veriyordu. Mesela espri anlayışı gibi.
“Tamam,” dedi Nell. “Sonra görüşürüz.”
“Görüşürüz,” diye arkasından seslendim.
Sesimi duyunca Justin kapının girişinde durup bana döndü.
Aman. Tanrım.
Yanaklarıma yayılan kızarıklığı durdurmak imkânsızdı. Bu ilk defa göz göze gelişimizdi ve nasıl karşılık vereceğimi bilemiyordum. Merhaba mı demeliydim? El mi sallamalıydım? Gülümsemeli miydim?
En sonunda, bir selamlamayla hafifçe başımı sallamakta karar kıldım. İşte oldu. Sofistike bir üniversite üçüncü sınıf öğrencisine yaraşır şekilde havalı ve sıradan.
Dudağının kenarı hafif bir tebessümle yukarı kıvrılınca kalbim tekledi. O da başını sallayarak karşılık verdikten sonra gitti. Boş kapı girişine baktım. Nabzım deli gibi atıyordu çünkü kahretsin. Tıkış tepiş amfide altı hafta aynı havayı soluduktan sonra sonunda beni fark etmişti.
Peşinden gidebilecek kadar cesur olmayı diledim. Belki ona kahve teklif edecek kadar. Belki de yemek. Veya brunch. Dur bir dakika, bizim yaşımızdaki insanlar brunch yapıyorlar mıydı? Ama ayaklarım parlak laminant zemine yapışmıştı.
Çünkü ben bir korkaktım. Evet, kesinlikle ödleğin tekiydim. Hayır demesinden ödüm kopuyordu ama evet demesinden daha fazla korkuyordum.
Üniversiteye başladığımda iyi durumdaydım. Sorunlarım arkamda kalmış, kalkanım inmişti. Tekrar birileriyle çıkmaya hazırdım ve öyle de yaptım. Birkaç elemanla çıktım ama eski sevgilim Devon dışında hiçbiri Justin Kohl gibi vücudumun sızlamasına neden olmamıştı ve bu benim ödümü koparıyordu.
Ufak adımlar at.
Evet. Ufak adımlar. Bu, terapistimin favori tavsiyesiydi ve stratejinin bana yardımcı olduğunu inkâr edemezdim. Ufak zaferlere odaklan, diye öğütlerdi Carole.
O yüzden… bugünün zaferi… Justin’e baş selamı verdim ve o da bana gülümsedi. Belki sonraki derste ben de ona gülümserdim. Ondan sonrakinde belki kahve, yemek veya brunch fikrini ortaya atardım.
Nefes alıp kürsüden aşağı doğru ilerlerken ufacık olsa da bu zafer hissine tutundum.
Ufacık adımlar.
Garrett
Başarısız oldum. Kahrolası bir şekilde başarısız oldum. On beş yıldır Timothy Lane derste A’ları şeker gibi dağıtıyordu. Benim dersi aldığım yıl mı? Lane’in emektar atmayı bırakmıştı ve Pamela Tolbert’a kalmıştım. Kesinleşmişti. Kadın benim en büyük düşmanımdı. Vize kâğıdımdaki boş olan bütün kısmı kaplayan süslü el yazısının görüntüsü bile kâğıda Hulk gibi saldırıp parçalara ayırmak istememe neden oluyordu. Derslerimin çoğunda A’ları alıyordum ama şu anda Felsefi Etik’ten notum F’ydi. İspanya Tarihi’nden aldığım C+ ile beraber ortalamam C-’ye düşmüştü. Hokey oynayabilmem için C+ ortalamaya ihtiyacım vardı.
Normalde ortalamamı yüksek tutmakta sorunum yoktu. Birçok kişinin inandığının aksine beyinsizin teki değildim. Ama hey, insanların öyleymişim sanmalarına da aldırmıyordum. Özellikle kadınların. Sanırım sadece bir şeyde iyi olabilen iriyarı, kaslı mağara adamlarını becermek onları tahrik ediyordu. Aletimi isteyen kızlarla basit ilişkiler dışında ciddi bir şey aramıyordum zaten. Hokeye daha fazla odaklanmam için bana zaman sağlıyordu bu. Ama eğer bu ortalamayı yükseltmezsem benim için daha fazla hokey olmayacaktı. Briar hakkındaki en kötü şey ne, biliyor musunuz? Dekanımız mükemmellik talep ediyordu, hem akademik hem de atletik olarak. Diğer okullar sporculara karşı daha hoşgörülü olabilirken Briar’ın sıfır tolerans politikası vardı. Kahrolası Tolbert. Dersten önce onunla ekstra kredi için konuştuğumda bana genizden gelen sesiyle özel derslere katılıp çalışma grubuyla tanışmam gerektiğini söylemişti. Zaten ikisini de yapıyordum. Yani evet, benim yüzümün bir maskesini giyecek çok zeki bir çocuk tutup yerime vize sınavıma sokmadığım sürece… ayvayı yemiştim. Hüsranım kendini sesli bir inleme şeklinde gösterdi ve göz ucuyla birinin şaşkınlıkla irkildiğini gördüm. Ben de irkilmiştim çünkü hüsranımda yalnız boğulduğumu sanıyordum. Ama arka sıralarda oturan kız da buradaydı ve şimdi Tolbert’ın masasına doğru yürüyordu. Mandy miydi? Marty mi? İsmini hatırlayamıyordum. Büyük ihtimalle sorma zahmeti göstermediğimdendi. Ama tatlı bir şeydi. Önceden fark ettiğimden çok daha tatlı. Hoş bir yüz, koyu saçlar, ateşli bir vücut. Kahretsin, bu vücudu daha önce nasıl fark etmemiştim? Ama şimdi fark ediyordum. Dar kot pantolonu, “beni sık” diye bağıran yuvarlak ve kalkık poposuna yapışmıştı; süveterinin V yakası oldukça etkileyici memelerini sarmıştı. Her iki hoş görselin de tadını çıkarmaya zamanım olmadı çünkü bakışımı yakalamış ve dudaklarını büzmüştü.
“Her şey yolunda mı?” diye iğneleyici bir bakışla sordu. Bir şeyler homurdandım. Şu anda kimseyle konuşma havasında değildim. Koyu kaşlarından teki benden tarafa kalktı. “Pardon, dilimizi mi konuştun?” Vize kâğıdımı avucumun arasında toplayıp sandalyemi geriye doğru ittim. “Her şey yolunda dedim.” “Pekâlâ o zaman.” Omzunu silkip basamaklardan aşağıya doğru devam etti. O özel ders programımızın olduğu not panosunu eline alırken ben de Briar Hokey ceketimi sırtıma geçirdim ve acınası vize kâğıdımı sırt çantama sokup fermuarını çektim. Koyu renk saçlı kız koridora doğru ilerliyordu. Mona mıydı? Molly mi? M harfi kulağa doğru geliyordu ama gerisi tam bir gizemdi. Elinde vize kâğıdı vardı ama göz atmadım çünkü onun da herkes gibi dersten kaldığını varsaymıştım. Koridora çıkmadan önce geçmesine izin verdim. Sanırım içimdeki centilmen ruh yüzünden olduğunu söyleyebilirdim ama yalan olurdu. Tekrar poposuna bakmak istiyordum çünkü kesinlikle çok seksiydi. Bir kez farkına vardığımdan bir bakış daha atmakta mazur görmüyordum. Çıkışa kadar onu takip ederken ne kadar ufak tefek olduğunun farkına vardım. Ondan bir adım aşağıdaydım ama hâlâ başının tepesini görebiliyordum. Tam kapıya vardığımızda kendiliğinden tökezledi ve elindeki kitaplar yere savruldu. “Kahretsin. Ne kadar da sakarım.” Diz çöktü ve ben de aynısını yaptım çünkü önceki laflarımın aksine istediğimde centilmen olabiliyordum. Kitaplarını toplamasına yardım etmek centilmence bir davranıştı. “Ah, bunu yapmana gerek yok. Ben iyiyim,” diye ısrar etti. Ama elim çoktan vize kâğıdıyla birleşmişti ve notunu görünce ağzım açık kaldı. “Siktir. Dersi en yüksek puanla mı geçtin?” diye emrivaki bir şekilde sordum.
Bana fazla mütevazı bir şekilde gülümsedi. “Öyle olmuş, değil mi? Kesinlikle dersten kalacağımı düşünmüştüm.” “Vay be.” Kendimi sanki kahrolası Stephen Hawking’e çarpmış gibi hissediyordum ve o da dünyanın sırrını burnumun dibinde sallandırıyordu. “Cevaplarını okuyabilir miyim?” Kaşları yine yukarı kalktı. “Bu biraz fazla cüretkâr olmadı mı? Birbirimizi daha tanımıyoruz bile.” Gözlerimi devirdim. “Kıyafetlerini çıkarmanı istemiyorum, bebeğim. Sadece vize kâğıdına bir bakış atmak istiyorum.” “Bebeğim mi? Elveda cüretkâr, merhaba küstah.” “Bayan dememi mi tercih ederdin? Belki de Madam? İsmini kullanırdım ama bilmiyorum.” “Elbette bilmiyorsun,” diyerek iç çekti. “İsmim Hannah.” Sonra anlamlı bir şekilde durakladı. “Garrett.” Pekâlâ, M harfi konusunda epeeeeey yanılmıştım. Ayrıca ismimdeki, Hah! Ben senin ismini biliyorum, pislik! diyen vurgulama gözümden kaçmamıştı. Kitaplarının gerisini toplayıp ayağa kalktı ama ben ona vize kâğıdını geri vermedim. Onun yerine hızla ayağa kalkıp gözden geçirmeye başladım. Cevaplarına göz gezdirirken moralim gittikçe bozuldu çünkü eğer Tolbert’ın aradığı analiz bu tür bir şeyse benim işim bitmişti. Tanrı aşkına, benim Tarih öğrencisi olmamın bir sebebi vardı. Ben gerçeklerle uğraşırdım. Siyah ve beyazla. Şu zamanda şu kişinin başına bu geldi ve sonucu da bu oldu. Hannah’nın cevapları teorik saçmalıklara ve filozofların çeşitli ahlaki ikilemlere nasıl cevap vereceklerine odaklıydı. “Teşekkürler.” Ona kâğıdını verdikten sonra başparmaklarımı pantolonumun kayışına soktum. “Hey, dinlesene. Sen… düşünür müsün…” Omuz silktim. “Bilirsin işte…” Kahkaha atmamaya çalışırmış gibi dudakları kıpırdandı. “Aslında bilmiyorum.” Nefesimi bıraktım. “Bana özel ders verir misin?”
Gür, siyah kirpiklerle çevrelenmiş, şu zamana kadar gördüğüm en koyu renkteki yeşil gözler şaşkınlıktan şüpheci bir bakışa saniyeler içinde geçti. “Sana ödemesini yaparım,” diye hızlıca ekledim. “Ah, şey. Eh, elbette bana ödeme yapmanı bekliyorum. Ama…” Başını iki yana salladı. “Üzgünüm. Yapamam.” Hayal kırıklığımı içime attım. “Hadi ama, bana bir iyilik yap. Eğer bu dersten kalırsam ortalamam patlayacak. Lütfen?” Ona gamzelerimi ortaya çıkarıp kızların hep erimesine sebep olan bir şekilde gülümsedim. “Bu genellikle işe yarar mı?” diye meraklı bir şekilde sordu. “Ne?” “Aman Tanrım dedirten ufak oğlan gülümsemesi… İstediğini elde etmekte yardımcı oluyor mu?” “Her zaman,” diye cevap verdim tereddüt etmeden. “Neredeyse her zaman,” diye düzeltti. “Bak, özür dilerim ama gerçekten zamanım yok. Zaten okulla iş arası zor koşturuyorum, kış gösterisinin yaklaşmasıyla beraber çok daha az vaktim olacak.” “Kış gösterisi mi?” diye şaşkın şaşkın sordum. “Doğru, unuttum. Eğer hokey söz konusu değilse senin radarında değildir.” “Şimdi kim küstah oluyor bakalım? Beni daha tanımıyorsun bile.” Bir duraksamadan sonra iç çekti. “Ben müzik öğrencisiyim, tamam mı? Sanat Fakültesi her yıl iki büyük performans düzenliyor. Biri kışın, biri de baharda. Kazanan beş bin dolarlık burs alıyor. Kısmen büyük bir olay aslında. Sektördeki önemli insanlar ülkenin her yerinden izlemek için buraya uçuyorlar. Ajanslar, prodüktörler, yetenek avcıları… O yüzden, sana yardım etmeyi çok istesem de…” “Etmeyeceksin,” diye homurdandım. “Şu anda benimle konuşmak bile istemiyormuş gibi görünüyorsun.”
Beni yakaladın dercesine ufak omuz silkmesi oldukça can sıkıcıydı. “Provaya gitmem lazım. Dersten kaldığına üzüldüm ama eğer seni teselli edecekse, herkes kaldı.”
Gözlerimi kıstım. “Sen kalmadın.” “Elimde değil. Tolbert belli ki benim saçmalıklarımdan etkileniyor. Yetenek bu.” “Eh, ben de senin yeteneğini istiyorum. Lütfen, usta, bana saçmalamayı öğret.” Dizlerimin üzerine çöküp ona yalvarmaktan iki saniye uzaktaydım ama o kapıya doğru yan yan ilerlemeye başlamıştı bile. “Çalışma grubu olduğunu biliyorsun, değil mi? Sana numarasını…” “Zaten gruptayım,” diye mırıldandım. “Ah. O zaman senin için yapabileceğim pek bir şey yok. Bütünleme sınavında başarılar. Bebeğim.” Hızlıca kapıdan fırlayıp beni arkasında hüsran içinde bıraktı. İnanılmazdı. Bu üniversitedeki her kız bana yardım etme fırsatı için kahrolası kollarını keserdi. Ama bu? Sanki Şeytan’a sunmak için ondan kedi katletmesini istemişim gibi benden kaçıyordu. Ve şimdi yine ismi M ile başlamayan Hannah’nın bana ufacık da olsa verdiği umut öncesindeki hâlime dönmüştüm. Kesinlikle hapı yutmuştum.
2
GARRET
ÇALIŞMA GRUBUNDAN SONRA OTURMA ODASINA GİRDİĞİMDE oda arkadaşlarım körkütük sarhoştular. Sehpa boş bira kutularıyla dolmuştu. Yanında Logan’a ait olduğunu bildiğim boş bir şişe Jack vardı çünkü Logan “bira karı kılıklılara göre” felsefesine inanıyordu. Onun sözleriydi, benim değil.
Şu anda Logan ve Tucker çekişmeli bir Ice Pro oyununda birbirleriyle savaşıyorlardı. Gözleri ekrandayken konsola şiddetle vuruyorlardı. Beni kapının girişinde gördüğünde Logan bakışlarını hafifçe çevirdi ve anlık dikkat dağınıklığı ona pahalıya mal oldu. “İşte bu!” Tuck’ın defanstaki adamı, Logan’ın kalecisine bilek pası attığında sevinç çığlığı attı ve skor tahtasının ışığı yandı. “Ah, lanet olsun!” Logan oyunu durdurup bana kötü kötü baktı. “Bu da neydi, G? Senin yüzünden çalım yedim.” Cevap vermedim çünkü şimdi benim dikkatim, odanın diğer köşesinde süregelen yarı çıplak sevişme seansı tarafından dağılmıştı. Dean yine işi götürüyordu. Göğsü ve ayakları çıplak bir şekilde tek kişilik koltuğa yayılmıştı, dantelli siyah sutyeni ve poposunu ortaya çıkaran şortuyla Dean’in üzerinde oturan bir kız vardı ve aletine sürtünüyordu. Koyu mavi gözleri hatunun omzunun üzerinden bir bakış attı ve Dean benden tarafa sırıttı. “Graham! Nerelerdeydin, adamım?” dedi dili sürçerek.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Genç Yetişkin Romantik
- Kitap AdıAnlaşma
- Sayfa Sayısı400
- YazarElle Kennedy
- ÇevirmenHanife Albayrak Çift
- ISBN9786258387261
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYabancı Yayınevi / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İki Kişilik Yaz ~ Elin Hilderbrand
İki Kişilik Yaz
Elin Hilderbrand
Sen benim sadece kötü taraflarımı gösteren aynamsın. Harper Frost, insanların onun hakkında ne düşündüğünü umursamazdı. Üzerine ne bulduysa geçirir, barlarda sabahlar ve yanlış kişilerle...
- Eric ~ Terry Pratchett
Eric
Terry Pratchett
“Kaçıyorum, öyleyse varım. Daha doğrusu, kaçıyorum, öyleyse –ve şansım da yaver giderse- hâlâ var olacağım.” Yakın geçmişte, sonsuzluğun büyülü evrenine uğurladığımız Sir Terry Pratchett’ın, dünya...
- Paris’e Bir Bilet Ve Diğer Öyküler ~ Jojo Moyes
Paris’e Bir Bilet Ve Diğer Öyküler
Jojo Moyes
Aşk romanlarının kraliçesi Jojo Moyes’ten yüreğinizi ısıtıp sizi güldürecek on bir öykü… Nell, yıllardır hayalini kurduğu Paris’te romantik bir hafta sonu geçirmeyi planlarken sevgilisi...