Nilüfer Saygun, eşinin birinci ölüm yıldönümünde Evin İlyasoğlu’yla yaptığı söyleşide Adnan Saygun’un unutulmasından yakınmıştı.
2011’in Mart – Eylül ayları arasında dostları, öğrencileri, yorumcularıyla yaptığım 41 görüşmede, ölümünün 20’nci yılında Adnan Saygun’un tüm canlılığıyla hafızalarda yaşadığını gördüm. Dostluklar, kırgınlıklar kadar şükran duygularıyla da…
Dahası aradan geçen zamanda eserleriyle Amerika, İsviçre, İngiltere’de genç yorumcuların hayatlarına girmiş, yeni anı kesitleri yaratmıştı. Mutlu ve acı günlerinde yanlarında olan dostları, öğrencileri Nilüfer Saygun’u da unutmamıştı. Çoğu söyleşide onun Adnan Saygun’un hayatındaki öneminden de söz edildi.
Nevzat Atlığ’dan İdil Biret’e, Jose Serebrier’den Yo-Yo Ma’ya 41 kişinin hayatında bıraktığı izleri okurken, satır aralarında Saygun’un kişilik özelliklerini tanımakla kalmayacaksınız, zaferlerine ve yenilgilerine tanık olacaksınız, müziğinin artıları ve eksileri hakkında bilgi edineceksiniz.
***
Önsöz
Batı’da önemli besteciler hakkında yazılan biyografiler ve kişisel anılarının yanı sıra ölümlerinden sonra dostlarının anılarını derleyen kitaplar yayımlanır. Ravel, Debussy, Şostakoviç, Mahler gibi bestecileri, biyografilerinin yanı sıra, İngilizce “Remembered” başlıklı anı kitaplarıyla tanıdım, sevdim. Tanıklıklardan yansıyan kişisel özellikler, çevrelerinde yarattıkları duygular, zaaflar, hırslar ya da bilgelik siyah beyaz fotoğraflarda gördüğüm karakterleri gözümde yaşayan birer varlığa dönüştürdü.
Türkiye’de son 10 yılda Sevda Cenap And Müzik Vakfı, Yapı Kredi, Pan gibi yayınevlerinin sayesinde bestecilerimizin, yorumcularımızın kapsamlı biyografileri yayımlanmaya başladı. Fakat henüz Batı’daki gibi aramızdan ayrılan besteciler hakkında anı kitaplarını göremiyoruz.
Elinizdeki kitabı da rastlantılara borçluyuz.
2008 baharında Halit-Gülper Refiğ çiftinin kapısını, Gülsin Onay’la ilgili hazırladığım kitap için çalmıştım. Halit Refiğ, Onay’la dostluklarının yanı sıra Adnan Saygun’la ilgili birbirinden ilginç öyküler anlattı. Bunları yazmasını önerdiğimde, “Ben anlatayım, siz yazın. Hattâ diğer dostlarından da anıları toplarız. Birçok dostunu kaybettik, bari geride kalanların anılarını kurtaralım” dedi.
O yaz birlikte bir liste çıkaracaktık, ben görüşmeleri tamamlayacaktım. Kitabı birlikte hazırlayacaktık. Halit Refiğ’den “Haydi başlayalım” mesajını beklerken hastalık haberi geldi, zorlu bir mücadeleden sonra aramızdan ayrıldı. Ben de tüm şevkimi kaybettim.
2011 Baharı’nda bu kez Hasan Uçarsu’yla bir söyleşi sırasında söz Adnan Saygun’a geldi. Halit Refiğ’in vefatıyla kaçırılan bir fırsatı anlattım. “Neden siz yapmıyorsunuz, ben de destek olurum” dedi.
20 kişilik ilk görüşme listesini Gülper Refiğ, Hasan Uçarsu ve Gülsin Onay’ın yardımıyla çıkarttık. Mülakatlara başladıktan sonra, yeni önerilerle liste 49 kişiye ulaştı. Bazı isimlere hemen ulaştım, konuştum, mülakat metinlerini okutup hızla onay aldım. Bazılarına ise ulaşmam haftalar, metni onaylatmam aylar sürdü.
Kapısını çaldığım 49 kişiden İsmail Aşan, İlhan Baran, Ayhan Baran, Güher-Süher Pekinel, Babür Tongur, Ersin Onay ve Panayot Abacı’yla çeşitli nedenlerle görüşemedim. Kimi açıkça reddetti, kimi mesajlarıma cevap vermedi. Görüşmeyi kabul eden 41 kişiyle toplamı 70 saati bulan mülakatlar yaptım.
Adnan Saygun’un ilk biyografisini besteciyle birlikte Gülper Refiğ yazmıştı. Saygun’un öldüğü yıl yayımlanan bu biyografiyi 2001’de Emre Aracı’nın, 2007’de Kemal Küçük’ün kapsamlı çalışmaları izledi.
Bu kitap daha önce yayımlanan biyografileri tamamlayacak bir duygusal portre çalışması. Kolektif hafızadaki izlenimler, duygularla oluşturuldu. Dolayısıyla öznel değerlendirmeler de içeriyor.
Başta Halit Refiğ, Gülper Refiğ, Gülsin Onay ve Hasan Uçarsu olmak üzere kitabın hazırlanmasına destek olan, zaman ayıran herkese teşekkür ederim.
Son bir not anıların yayın sırası hakkında: Görüşmeler kişilerin Adnan Saygun’la tanışma tarihlerine göre, geçmişten bugüne doğru sıralanmıştır.
Serhan Yedig / Ekim 2011 İstanbul
İÇİNDEKİLER
Önsöz 5
İlhan Usmanbaş “Alnar’ın öğrencisiydim, senfoni yazmaya başlamıştım, Adnan Bey’le armoniye döndük.” 9
Mehmet Aşçıoğlu “İzmir’e ve çocukluk anılarına tutkuyla bağlıydı” 15
Suna Kan “Mısır’da orkestra üyesine kızdı, partisyonu alıp salonu terk etti” 19
İdil Biret “Altı yaşındaydım, bana Mısır mitolojisini anlatmıştı” 26
Filiz Ali “Babamın arkadaşıydı, çocukluğumda tanışmıştım, 30 yıl sonra dost olduk” 35
Özer Sezgin “Cemal Reşit’in konservatuvarda ders vereceğini duyduğunda, öyleyse ben gideyim, dedi” 39
Muammer Sun “Çocukluk kahramanımdı, çok tartıştık, çatıştık…” 44
Ruşen Güneş “Viyola Konçertosu hayatımı kurtardı” 65
Gürer Aykal “Konservatuvarda çete başıydım, Saygun beni sınıfına kabul etti fakat ilk altı ay boyunca hiç konuşmadı” 71
Rengim Gökmen “Bir yaz akşamı takımyıldızları gösterip isimlerini söylemişti” 85
Mesut İktu “Opera müdürlüğü teklifi aldığımda, Saygun’a danıştım, ‘betar ol’ öyküsünü anlattı” 91
Erol Erdinç “Konservatuvarda caz çalarken yakalandım, Saygun ‘seni okula ben aldım, kovarım gidersin’ dedi 103
Fatma Varış “Talim Terbiye Kurulu’nda İmam Hatiplerle ilgili önerimiz infial yaratmıştı” 108
Ozan Sağdıç “Fotoğraflarımda telif hakkına titizlikle saygı göstermiş tek isimdi” 111
Jose Serebrier “Charles Ives’ı keşfeden editör hep Saygun’dan bahsediyordu” 121
Gülsin Onay “Eserini çalmamı bir kez bile talep etmedi…” 124
Hüseyin Sermet “Dokuz yaşında, ders almak için Ankara’daki evine gittiğim ilk gün faciaydı” 147
Serdar Yalçın “Etnolojiye, morfolojiye, etimolojiye o kadar meraklıydı ki, hocam neden bilim adamı olmadınız, diye sormuştum” 152
Levent Aşçıoğlu “Acı biber sevdiğini bilirdik, en acısını bulup
onu test ederdik…” 159
Nevzat Atlığ “Zaharya’nın segâh bestesini çok önemserdi, makam geçişleri üzerine günlerce sohbet etmiştik” 164
Ayla Erduran “Demet’i BBC’de seslendirmem Saygun’u mutlu etmişti 169
Howard Griffiths “Concerto da Camera’nın Newcastle’daki kaydını bir intihar vakasına borçluyuz” 172
Mehmet Başman “Mevlid bestelemesini talep ettik, ben Yunus Emre’ye inandım, dedi” 178
Meral Manizade “Yorumcusunu seçer, özensizlerin eserlerini seslendirmesini istemezdi” 186
Aydın Kargı “Sapanca’dan eve dönene kadar türkü söylemiştik” 186
Temel Arslan “Aşınan pantolonlarını Beşiktaş’ta ördürürdüm” 189
Afşar Timuçin “Neden gücümüzü birleştirmiyoruz, dedi; konservatuvarda ortak ders vermeye başladık” 191
Gülper Refiğ “Altıncı Senfonisi’ni yazabilseydi, Mesnevi’yi işleyecekti, metni Farsça olacaktı” 195
Erol Uras “En küçük bir telaffuz hatasını fark ederdi” 203
Evin İlyasoğlu “…ilk görüşmemiz bende travma etkisi yapmıştı” 206
Perihan Önder “Dörtlü armoniye takılma, ufkunu genişlet demişti” 211
Muammer Çin “Apartmanlarında kapıcılığa başlarken beş sayfalık sözleşme imzalatmıştı” 216
Emine Çin “Ben sofraya oturmadan yemeğine başlamazdı” 218
Hasan Uçarsu “Kendisini Anadolu’da yetişen bir elma ağacına benzetirmişti” 222
Özkan Manav “Hayatında hiç dans etmemişti, danstan da hoşlanmazdı” 236
Reinhard Flender “Ölümünden önceki son buluşmamızda, ulusuna karşı görevini yerine getirmenin huzurunu yaşıyordu 250
Feodor Gluşçenko “İki eserinin icrasını yaptım, hepsi bu” 254
Emre Aracı “Biyografisini yazmak sanat hayatımın yolunu çizdi” 255
Kathryn Woodard “Saygun’un 1945’te kullandığı kolaj tekniğini çağdaş besteciler şimdilerde keşfetti” 257
Yo-Yo Ma “Partita’yı bugüne kadar bir kişi beğenmedi, o da Orhan Pamuk” 263
Mirjam Tschoop “Keman konçertosu beni gençlikten olgunluğa ulaştıran köprü oldu” 266
Adnan Saygun Kronolojisi 271
Adnan Saygun Biyografileri 281
Fotoğraf ve Belgeler 282
Dizin 290
İLHAN USMANBAŞ
Alnar’ın öğrencisiydim, senfoni yazmaya başlamıştım, Adnan Bey’le armoniye döndük Adnan Saygun’u ilk kez halkevleri müfettişi olarak geldiği Ayvalık Halkevi’nde görmüştüm. Ayvalık belediye başkanının misafiriydi. Yakınında olmuştum, fakat tanışmamıştık.
Adnan Saygun, 1947’de tekrar Ankara Devlet Konservatuvarı’na öğretmen olarak kabul edildiğinde ben Hasan Ferit Alnar’ın kompozisyon öğrencisiydim. Alnar, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası ve Ankara Devlet Operası’nın müdürlüğünü üslenmiş, boşalan kadroya Saygun alınmıştı. Benim de hocam oldu.
Konservatuvardaki altıncı yılımdı, bir yıl sonra mezun olacaktım. Oratoryom Ankara’da seslendirilmişti. 1’inci Senfoni’m üzerine çalışıyordum. İlk dersimizde, “Sen ne çalışıyorsun” diye sordu. Mezuniyet eserim olacak senfoniyi yazdığımı söyledim. “Sonra bakarız ona, sen şu armoni ödevlerini yap getir” dedi.
Aslında bu davranışını garipsememiştim. Bir öğretmen öğrencisiyle tanıştığında öncelikle temel bilgisini ölçmek ister. Ben armoni çalışmalarını bırakalı birkaç yıl olmuştu. Fakat yine de ödevi yapıp götürdüm. Bizler haşarı öğrencileriydik, gelecek açısından güvendikleri Muammer Sun ve İlhan Baran’dı. Sonraki günlerde bu durum devam etti. Bana armoni ödevleri verdi. Ben ödevlerimi yapıp sınıfa götürdüm. Bunları değerlendirdi. Ben de senfoniyi yazmaya devam ettim. Bir gün senfonime de bakmak istedi, götürdüm. Eserin bir bölümünde, orkestrasyon üzerine yorum yapmıştı. Yükselme olan bölüme bakıp “şöyle yapsan daha iyi olur” demişti. Fakat bize kendi anlayışını dayatmaya çalışmadı hiç. Belki, yaşımızı
almış öğrenciler olmamızdan kaynaklanıyordu bu durum. Belki de bizi haşarı öğrenci olarak kabul ediyordu. Ben 12 ton yöntemine yönelmiştim. Bülent Arel de çağdaş akımları yakından takip ediyordu. Saygun’un gelecek açısından güvendiği, önemsediği öğrenciler bizden sonraki kuşak olan İlhan Baran ve Muammer Sun’du. Derslerde çağdaş bestecilerden bahsetmezdi, biz de çekindiğimiz için sormazdık.
Ankara Devlet Konservatuvarı’ndaki hocalarımız arasında gruplaşmalar vardı. Örneğin Ulvi Cemal Erkin’le, Necil Kazım Akses iyi dosttu. Saygun bu grupların dışındaydı. Hocalarımız arasında herhangi bir gerilime tanık olmadım. Adnan Saygun’un çok sağlam bir armoni anlayışı vardı. Ulvi Cemal Erkin’in ise doğal bir armoni anlayışı vardı. İkisinden de ararlandım. Fikirlerimizi pek beğenmezdi ama bazen yansımalarını eserlerinde görürdük. Saygun, sınıf arkadaşım Bülent Arel’i severdi. Tanıştığımız ilk yıl, bizi kendine yakın gördüğü için birkaç kez evine çağırdı. O sırada Saygun, Birinci Yaylı Dördül üzerine çalışıyordu. Güzel bir piyanosu vardı. Piyano başına oturup bize bazı bölümlerini çalmıştı. Bu arada Nilüfer Hanım’la da tanıştık. Bize çay, kahve ikram etmişti. Adnan Saygun’un beni şaşırtan özelliği, çok gelişkin bir armoni anlayışı olmasına karşın, eserleriyle ilgili öğrencilerine sorular yöneltmesiydi. “Burası nasıl olmuş, bunu beğeniyor musunuz, bunda bir terslik var mı” diye sorardı.
Bir gün Bülent Arel’e, bir tema verdi. Bunu nasıl armonize edersin, diye sordu. Bülent armonizasyon önerisini Adnan Bey’in evine ziyarete gittiğimiz gün sundu. Saygun, notadakileri piyanoda çalıp düşündü. “Hayır, bunu ben böyle yaptım” dedi ve kendi önerisini çaldı. Çok beğendik. Temanın ne olduğunu, nereden kaynaklandığını bize söylemedi. Ödev olarak verilen temanın 1’inci Yaylı Çalgılar Dördülü’nden bir kesit olduğunu sonradan öğrendik. Bizi denemek için yapılmış olabilir, hem de eseriyle ilgili bir soruydu belki. Bizlerin getirdiği önerileri beğenmemekle birlikte, bazen bu fikirlerin eserlerdeki yansımalarını görürdük. Birkaç yıl bu dostluğumuz devam etti, iki öğrencisi olarak evine giderdik.
Eşim Atıfet Usmabaş, 1948’de Kerem Operası’nda rol almıştı. Koro eşliğindeki soprano partisini söylüyordu. Bundan beridir Atıfet’i severdi. Sıhhiye’deki apartman dairesinden Bahçelievler’deki iki katlı ferah evlerine taşınınca bizi yemeğe davet ettiler. Daha sonra onlar bize geldiler. Ailece görüşmeye başladık. Çeşitli konularda konuşurduk, müzik tartıştığımızı pek hatırlamıyorum. Atıfet de Nilüfer Hanım’la sohbet ederdi.
Adnan Bey, Atıfet’i takdir ederdi. Ankara Konservatuvarı’nda ders verdiği dönemde, “Bu okulda Atıfet’ten başka iyi şan hocası yok” dediği için diğer kişiler Atıfet’in dört öğrencisini birden ikmale bırakmıştı. Zehra Yıldız da bu öğrenciler arasındaydı.
Paris’e davet edilmemi sağladığını başka kanallardan öğrendim 1952’de, beklemediğim bir anda UNESCO’dan davet geldi, Paris’e gittim. ABD’de çalışmak üzere üç aylık burs kazanmıştım. Sonra anladım ki bu davete Adnan Bey’in Fransa’daki tanıdıkları aracı olmuş. Bunu bana söylememişti. Rastlantı sonucu öğrendim. Mezuniyet sınavımda jürideydi. Senfoniyi sundum mezuniyet eseri olarak. Herhangi bir sorun çıkmadı.
Mezuniyetimden sonra bağlantımız koptu. Yıllar sonra, İstanbul Devlet Konservatuvarı’nda tekrar karşılaştık. 1974’te okula müdür olmuştum. Emekli olup Ankara’dan ayrılan Adnan Bey aynı yıl İstanbul Konservatuvarı’nda derslerine başladı. Bu dönemde yine ailece görüşmeye başladık. Hattâ Bayramoğlu’ndaki yazlıklarına da gittik. Adnan Bey’in günlük yaşamı, çalışma temposu pek değişmemişti. Nilüfer Hanım’ın ablası hâlâ onlarla birlikte yaşıyordu. Sohbetlerimizde ondan yakındığını, dargınlıklarının gündeme geldiğini hatırlıyorum.
Biz konservatuvarın, Devlet Güzel Sanatlar Akademisi gibi üniversite düzeyinde özel bir statüye kavuşturulmasını istiyorduk. Saygun da bu çabamıza destek verdi. Yıl sonunda sınav jürilerinde birlikte görev yapıyorduk.
Konservatuvarla ilgili kararlar söz sonusu olduğunda, okulda Saygun daima ön planda konuşurdu. Çünkü her ayrıntıyı not alır, yeni bir yönetmelik yazılacaksa metni en güzel o toparlardı. Bu nedenle yönetmelik söz konu olduğunda iş Saygun’a bırakılırdı.
Okulun iç işleyişinde kimsenin ayrıcalıklı yeri yoktu. Örneğin, konservatuvar orkestrası yıllık konserinde Saygun’un senfonisini seslendirdiyse, aynı programda Ulvi Cemal Erkin’in de bir eseri, sözgelimi keman konçertosu yer alırdı.
Solfej eğitimini değiştirmek istedik, sert tepki gösterdi.
1974-1975 yıllarında İstanbul Devlet Konservatuvarı’nda çağdaş bir solfej eğitimine geçilmesi amacıyla Sarper Özsan’la çalışma başlattık. Eski Lavignac tekniği yerine eller, ayaklar kullanılıp ritimle solfeje başlangıç yapan Kodaly Metodunu birkaç sınıfta uyguladık. Saygun bu girişime karşı çıktı. Deneme yapıyoruz, yılsonuna kadar bekleyelim, sonuca bakıp değerlendirelim, dediysek de bizi dinlemedi. “Hayır, böyle şey olmaz” dedi. Hattâ bakanlığa “Bu tutumlar doğru değildir” diye rapor yazdı. Raporu ne kadar dikkate alındı bilmiyorum. Oysa o sırada kendisi de öğrencilerine makamlar üzerine solfej ödevleri veriyor, yeni yaklaşımlar deniyordu. Hattâ bu konuda bir de kitabı vardır.
Sonra Gümüşsuyu’ndan Yıldız’a taşındık. Ben müdürlükten ayrıldım. Görevi Özer Sezgin aldı. Cemal Reşit Rey de aramıza katıldı. Fakat partisyon okuma gibi bir ders verildi. Kompozisyon değil…
Tabii Cemal Bey konservatuvara derse geldiğinde onunla ilişki kurmak isteyen herkes kompozisyonlarını götürür, fikrini sorardı. Adnan Bey’le aralarında herhangi bir sorun yaşandığına tanık olmadım. Birbirlerine karşı çok saygılıydılar.
Konservatuvardaki karşılaşmalarımızda, ev ziyaretlerinde, belirli konular üzerine konuşmamak kaydıyla iyi bir diyaloğumuz vardı. Ben de kendisini zorlamazdım. Kışkırtıcı sohbetler açmazdım. Hocamla aramda hiçbir kırgınlık, dargınlık olmamıştır.
Müzikoloji konusunda tanınmış bir uzman olarak dünyadaki tüm önemli kurumlarla bağlantısı vardı. Gelişmeleri izliyordu. Fakat bir araya geldiğimizde eserler, besteciler hakkında yorum yapmazdı. Belki açıklama yapma isteği duymuyordu. Ya da yorum yapmayı sakıncalı buluyordu, özellikle de sert çıkışları… Çoğu kez muhalefetini, hoşlanmadıklarını söze dökmek yerine susarak ifade ederdi.
Bazen şu eseri dinledin mi, diye sorardı. Bu kadar.
Ben 12 ton yöntemiyle yazıyordum. Eserlerim hakkındaki sessizliği sürüyordu. Neden böyle yazıyorsun diye herhangi bir eleştiride de bulunmadı. Görüş farklılığını kendiliğinden kabul etmiş oldu.
Yalnız bir kez evimize ziyarete geldiklerinde Saygun’a 3’üncü Senfoni’den bir bölüm çaldım. O zaman “Polonya’da sonbaharda bir çağdaş müzik festivali yapılıyor. Orada pek çok ülkeden çağdaş bestecinin eserlerini dinliyoruz. Neden sizinkiler orada çalınmıyor” demişti. Eseri beğenmişti herhalde. Ama “Aferin” dediği olmadı hiç.
Eserlerinin yeterince seslendirilmemesinden, orkestraların ilgisizliğinden, orkestra üyelerinin laubali tavırlarından şikâyetçiydi. İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’nın bir üyesinin bir provada “Yahu hoca bu da böyle yazılır mı” dediğini anlatmıştı.
Zaman zaman anılarından bahsederdi. Özellikle de yetişme zamanındaki olumsuzluklardan… Çocukluğunun, gençliğinin İzmir’ini anlatırdı. En çok hayıflandığı konu, hocasının eserlerinin ortaya çıkmamasıydı. Ayrıca çağdaş müzik hareketinin İzmir’den başlamamış olmasına da hayıflandığını hatırlıyorum.
Arkadaşları, Türk Beşleri’nin diğer üyeleri, Cemal Bey hakkında benim bulunduğum bir ortamda açık bir değerlendirme yapmadı. Kategorik fikirlere sahip olabilirdi belki ama bunları ifade etmenin yanlış olduğunu düşünüyordu herhalde. Geçmiş tecrübelerden kaynaklanan ihtiyatlı bir yaklaşımı vardı. Dostluklarında da ihtiyatlıydı. Herhangi bir kişiye aşırı sevgiyle, coşkuyla bağlandığını görmedim.
Eserlerinin didiklenmesinden rahatsız oldu
Konservatuvarda sınav jürilerinde karşılaşırdık. Ölümüne kadar normal derslerimize devam ettik, konuştuk. Bazı öğrencilerim Adnan Bey’in derslerine girerdi. Örneğin öğrencilerimden Perihan Önder, Saygun’un yaylı çalgılar dördülleri üzerine araştırma yapıyordu. Bu eserleri inceliyor, analizler hazırlıyordu. Belli bir noktaya gelince hocaya götürmesini söyledim. Önce çok ilgiyle karşıladı, destek oldu. Sonra yavaş yavaş ilgisini kaybetti. Eserlerinin didik didik edilmesinden hoşlanmadı. “Sen devam et Perihan” demişti.
Hastaneye yattığında bir kez eşim Atıfet’le ziyaretine gittik. Açıkça söylemek gerekirse Saygun’u bu durumda görmek beni çok üzdü ve daha sonra gitmek istemedim. Bu son karşılaşmamız oldu.
MEHMET AŞÇIOĞLU
İzmir’e ve çocuk anılarına tutkuyla bağlıydı
Adnan Ağabey’le kardeş çocuklarıydık, benden 18 yaş büyüktü. Annesi Zeyneb Seniha Hanım, yani halam, benim doğduğum yıl ölmüş. Ailemiz Konya Doğanbey kökenliydi, fakat babam Aşçı Hacı Mustafa, 1870’lerde İzmir’e nakletmişti nüfusumuzu. Halamla eniştem İzmir’de evlenmişti. Babamın gelir düzeyi iyiydi, yardımseverdi. Kız kardeşine bir ev almış, aile Adnan Ağabey’in doğduğu küçük evden ayrıldıktan sonra, aynı mahalledeki bu iki katlı evde yaşamaya başlamıştı.
İlkokuldan mezun oluncaya kadar Konya’daydım. İki yaşında babamı, ardından annemi kaybedince ablamla yaşamaya başladım. 1936’te ortaokul için İzmir’e geldiğimde halamın ailesiyle tanıştım. O yıl yaz tatilinde Adnan Ağabey’lerin evinde kaldım. Babası Mehmet Celalettin Bey ve kardeşi Nebile Abla, babamın çok iyiliğini gördükleri için, beni de çok severlerdi. Modern bir aileydi, Nebile Abla bisiklete biner, piyano çalardı. Ders çalışmak için eniştemin kurduğu, müdürlüğünü yaptığı Milli Kütüphane’ye giderdim. Adnan Ağabey çok nadiren İzmir’e gelirdi. Az konuşurdu. Tuhaftır, geçmişte İzmir’de öğretmenlik yaptığı halde komşular ondan “Çalgıcı Adnan” diye söz ederdi. Kendisi gibi müzik öğretmeni olan ilk eşi Mediha Hanım çok sinirli, aksi olduğu için ailede pek sevilmezdi.
1942’de Ankara’da bir yazı birlikte geçirdik
1942 yılında, lise ikinci sınıfta, okulda yaşanan bir sorun nedeniyle, okul yönetimi beni İstanbul’daki bir liseye nakletmek istedi. İşte o yılın yazını Ankara’da Adnan Ağabey ile birlikte geçirdim. Necatibey Caddesi’nde bir apartmanda yaşıyorlardı. Nilüfer Hanım’la evleneli üç yıl olmuştu, baldızı Böji de onlarla birlikte yaşıyordu. Çok sıkıntılı
bir dönemdi onun için. Konservatuvardan uzaklaştırılmıştı, CHP Halkevleri Müfettişi olarak çalışıyordu, geliri çok düşüktü. Çoğunlukla evdeydi. Uzun saatler, gece yarılarına kadar piyano başında çalışırdı. Sonradan öğrendiğime göre, o günlerde Yunus Emre Oratoryosu’nun hazırlıklarını yapıyordu. Bir yandan da Nilüfer Hanım’a yemek yapmayı öğretirdi. Mesela sebze yemeği için önce etin pişirilip sonra sebzenin ekleneceğini yengeme uygulamalı olarak gösterdiğini hatırlıyorum. Öğlen yemek yenir, akşam kahvaltıyla geçiştirilirdi. Bu alışkanlıklarını hayat boyunca korudular. Kendi aralarında Macarca konuşurlardı, Nilüfer Hanım yeni yeni Türkçe öğrenmeye başlamıştı. Ben de yardımcı oluyordum. Babamın ekonomik desteğiyle eğitimini tamamlayan Atatürk’ün sağlık bakanı Hulusi Alataş da Necatibey’de yaşıyordu. Gidip yetim kaldığımı anlatmayı, eğitimim için yardım istemeyi düşünmüştüm. Fakat Adnan Ağabey buna karşı çıktı.
İzmir’e geldiğinde çocukluk arkadaşlarıyla buluşurdu
Ankara dönüşü Adnan Ağabey’le bir süre bağlantım koptu. Eğitimimi tamamladım, askerliğimi yaptım, İzmir’de Nazar Kolonyaları’nı kurdum, 1953’te evlendim. Yanlış hatırlamıyorsam, birkaç yıl sonra Adnan Ağabey yılda iki kez Nilüfer Hanım’la İzmir’e gelmeye başladı. Konservatuvar sınavlarının jürisinde görev yapıyordu. Nebile Abla’nın evinde ya da otelde kalmak yerine hep bize gelmeyi tercih ederdi, biz de çok sevinirdik. Ablam çok muhafazakâr olduğu için onunla pek görüşmezdi. Bize geldiğinde, çocukluk arkadaşlarıyla, müzisyen dostlarıyla benim dükkânımda buluşur, uzun uzun sohbet ederdi.
İzmir’i ne kadar çok sevdiğini işte bu ziyaretler sırasında öğrendim. Çocukluk, gençlik yılları capcanlı hafızasındaydı. Sahilde birlikte yürüyüşe çıkardık. Bana babasının gittiği Meserret Kahvesi’ni göstermişti.
Çocukluğunda Kordonboyu’na gitmeyi çok severmiş. “Bugün göbek atılan gazinoların yerinde eskiden nezih kafeler vardı” diye anlatmıştı. Hepsinin yerini hatırlıyordu. Mesela hocası Kafe Paris’te piyano çalarmış. Kramer Palas ünlü müzik ve eğlence mekânıymış. Strauss valsleri, operalardan potpuriler çalarmış. Bazı kafelerde topluluklar Çaykovski, Beethoven çalarlarmış. Masaların üstünde programlar bulunduğunu, hangi eserin hangi saatte çalınacağının yazılı olduğunu söylemişti. Benim için bunları hayal etmek çok zordu, çünkü bunları konuştuğumuz yıllarda İzmir çok değişmişti.
İzmir’e özel bazı şeyleri çok severdi Adnan Ağabey. Mesela “tuzlu” yemeden gitmezdi. Her gün saat 17.00’de sokaklara çıkan seyyar satıcılar üstünde kaya tuzu parçacıkları bulunan bu gevrek krakerleri satardı.
Çok güzel fıkralar anlatırdı
Yaz aylarında İnciraltı’nda belediyenin yazlıklarından birini kiralardık. İki odalı küçük evlerdi bunlar. Birlikte tatil yapardık. Nebile Abla yüzmesini çok sevdiği halde, Adnan Ağabey’in denizle arası pek iyi değildi. Günde bir kez denize girer, kum banyosu yapmayı tercih ederlerdi. Öğlen yemeğinden sonra mutlaka bir saat uyurdu. Kendi evlerinde akşam yemeği alışkanlıkları olmadığı halde, bize gelince ailemizle sofraya otururlardı. Biz Adnan Ağabey’le mutlaka birkaç duble rakı içerdik. Nilüfer Hanım rakıyı sevmez, viski tercih ederdi. Sofrada uzun uzun sohbet edilirdi. Bize eski anılarından bahsederdi. Yeri geldiğinde çok güzel fıkralar anlatırdı.
Nadiren dört duble içtiği zaman bile bunun etkisini görmezdik. Eşim onun sevdiği yemekleri pişirirdi. Karnıyarık, türlü gibi sebze yemekleri onu çok mutlu ederdi. Radyoda çalan şarkılara zaman zaman mırıldanarak eşlik ettiğine tanık olsam da hiç yüksek sesle şarkı söylediğini görmedim. Yalnız, zaman zaman bir kenarda oturup elini dizine belirli bir tempoyla vurarak mırıldandığını görürdüm, herhalde eserleri üzerine düşünüyordu. Fakat elinde kağıt, kalemle müzik yazdığını da görmedim hiç. Herhalde kafasında müziği oluşturup daha sonra yazıyordu.
Evinde olduğu gibi tatilde de sabah erkenden kalkar, traş olur ve ütülü pantolonunu, gömleğini giyerdi. Terlikle, şort ya da eşofmanla onu hiç görmedim. Hastalığı döneminde de robdöşambrla gezerdi evinde.
En büyük üzüntüsü ablasıydı
Nilüfer Hanım, hep hastalıklardan yakınırdı. Adnan Bey’in dikkatini çekmek için bunu bir vesile olarak kullanırdı. Bilirdi ki Adnan Ağabey çok hassas, hasta olduğunda her işini bir kenara bırakıp onunla ilgilenecek. Buna rağmen Adnan Ağabey’in “Neylüfer” diye hitap ettiği eşinden yakındığını hiç duymadım. Konuşmasını kesmesine, araya girmesine bile nadiren tepki gösterirdi. Ölümüne kadar onlarla birlikte yaşayan baldızı Böji’nin üslubu onu çok rahatsız etmekle birlikte bunları da görmezden gelmeye çalışırdı.
Nebile Abla’yı çok severdi Adnan Ağabey. Eniştesi Adnan Bey’in ablasına kötü davranması onu çok üzerdi. Hayatındaki en büyük üzüntülerden biri buydu. Eniştemiz, Akhisar’dan sonra İstanbul’a tayin olmuştu. Zaman zaman evlerinde ziyaret ederdim. Nebile Abla, 1968’de vefat ettiğinde cenaze töreninde sadece Adnan Ağabey ile ben vardım, eşi gelmemişti. Karacaahmet’e defnetmiştik. Daha sonra Adnan Ağabey bu mezarı Zincirlikuyu’ya aktarmak istediğinde, benden yardım istemişti. Mezarı birlikte bulduk, bugün yan yana yattıkları yere naklettik.
Adnan Ağabey’in son döneminde yanındaydım. Bence öleceğini hissetmişti. Fakat bana herhangi bir vasiyette bulunmadı. 1983’te eşiyle bir vasiyetname düzenlemişlerdi, malvarlığını ve eserlerinin teliflerini Türk Eğitim Vakfı’na bırakmışlardı. Bana da kopyalarını göndermişti bu vasiyetin.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Anı - Anlatı
- Kitap AdıAnılardaki Adnan Saygun
- Sayfa Sayısı296
- YazarSerhan Yedig
- ISBN9786054518180
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviPan Yayıncılık / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kısas-ı Enbiya ~ Orhan Duru
Kısas-ı Enbiya
Orhan Duru
Orhan Duru, “Türkçe hikâye”nin kaynaklarına tutkun bir yazarımızdı. 1979 yılında, kutsal kitaplarla geleneksel halk anlatılarında peygamber kıssalarının aldığı biçimlerin ve aktarıldığı Türkçenin günümüz öykücülüğüne...
- Düşüşten Sonra ~ Selim İleri, Burcu Aktaş
Düşüşten Sonra
Selim İleri, Burcu Aktaş
“BURCU: Pişmanlıklarınızı çok düşündünüz mü hastanede? SELİM: Düşünmeden pişmanlıklar gelip tokat attılar. Biri bitiyor, diğeri başlıyor. Hâlâ da öyle. Tam uykuya dalarken veya uyanınca,...
- Bir İmparatorluk Çökerken ~ Cahit Uçuk
Bir İmparatorluk Çökerken
Cahit Uçuk
Cahit Uçuk, anılarında, Selanik ve İstanbul’un ahşap konaklarındaki görkemli yaşamı, işgal yıllarını, ülkeyi kaplayan kara bulutların arasından yeni bir devlet kurmaya çalışan idealist insanların...