An olur, tek bir an; geçip giderken dünya telaşıyla hızla kaldırımdan, yolda biten neşeli bir karahindiba göz kırpar. An olur; koştururken yetişmek için bir yerlere, komşu penceredeki reyhan kokusunu salar. An olur; içerimde türlü düşünceler binerken birbirinin üzerine, bir serçe öter en güzel ötüşüyle. An olur; geçmiş elemi içine çekmişken beni, altın ışıklar düşer odaya ve efsunlar düz duvarı tüm büyüleyiciliğiyle. An olur; gelecek endişesi üşüşmüşken üzerime, bir ağaç salınıp esintiyle, üfürür endişeleri zarafetle. An olur; verip veriştiriyorken içimde birilerine, bir bebek kahkahası çarpar içimdekilere.
Karahindibanın neşesi bir şeyler anımsatır. Reyhanın kokusu, bebeğin kahkahası, ağacın salınımı da. Hatırlayamadığım bir aşinalık, dilimin ucunda gibi bir tanışıklıktır olan. Dururum. Durduğum an, içine düşerim latif bir zamanın, sonsuzluk kadar büyük o ânın… Duvara değen o bir damla ışık büyür. Kendinden gayrısı kalmayacak kadar… Salınan bir yaprak büyür. Kendisinden gayrısı görülemeyecek kadar… Sesler büyür, sözler büyür…
“Ey kulum, Ben ömrün boyunca seninleydim, peki sen kiminleydin?”
“Rabbim, gayrısı için başım öne eğik. Fakat o bir an var ya, tüm hayatı içine sırladığın, işte o anlarda Seninleydim.”
Önsöz
Sevgili Kardeş Ruh,
Merhaba! Belki ilk kez burada karşılaşıyoruz seninle. Belki daha öncesinden… Hatta belki de çok çok daha öncesinden, tâ evveldendir tanışıklığımız…
Şayet daha önceden tanışmışsak burada okuyacaklarının bir kısmına zaten aşinasındır. Zira bu kitap “İnce Hayat”la kardeş gibidir ve onunla yakinen ilişkilidir. Bazen “Kâşif ” ile de iç içe geçer, bazen onun ardı sıra yürüdüğü de olur. Zaman zaman rastlanabilecek bu kesişmelerin sebebi, bu kitapların yaşanarak yazılmış olmasıdır. Kitaplardaki bu doğal akış, aslında yaşamın kendi doğasından kaynaklanmaktadır.
“Anda Sırlanmış Hayat”ta da, “İnce Hayat” ve “Kâşif ”te olduğu gibi, tekrarlar bulacaksın. Bunlar gözden kaçırılmış hatalar değil, bilakis bile isteye düşülmüş tekrarlardır. Düşündüm ki bir çocuk en sevdiği kitabı tekrar tekrar okutur. Zevk alır bu tekrarlardan. Düşündüm ki o yüce Mürebbi’nin öğretme yöntemi de budur. Zira Kur’an-ı Kerim’de bir kıssa tekrar tekrar anlatılır bazen. Hal edinmenin yoludur tekrar. Düşündüm ki yine o yüce Mürebbi, yaşam içinde aldığımız dersleri veremezsek şayet, tekrar tekrar okutur. Öğrenmenin en baş yoludur tekrar.
Yazdıklarım, edebî bir eser çıkarma kaygısıyla yazılmamıştır. Kendimden kendimedir bu kitaplarda yazılanlar… Tekrarlar da yine en evvela kendimden kendimedir. Bazı hikâyeler aylarca döner durur içimde, zevk ederim o dönmeyle… Bazılarını yüzlerce kez yazsam doyamam, doyumsuzdurlar. İşte bu şekilde içten geldiği gibi, içtenlikle yazıldılar. Hem burada ilk kez tanışacak olduklarımız için de birer dipnot gibidir tekrarlar. Zira yazılmasa anlaşılmaz olurdu bazı kısımlar.
Hani bir bilgeye gider genç bir şair, “Şu yazdıklarıma bir baksanız, sizce devam mı etmeli, yoksa bu sevdadan vaz mı geçmeli?” der. Bilge iki kelime söyler sadece: “Mümkünse vazgeç!” Vazgeçememenin yansımasıdır tüm yazdıklarım. Kurgusu da yoktur yazdıklarımın. Sadece bazı isimler özellikle değiştirilmiştir. Geriye kalanlar yaşandıkça yazılmış, azı söylenmiş, çoğu kalmıştır.
Sevgili kardeş ruh, yazılanlara verdiğin kıymet, okuyup yaptığın dönüşler, onların verdiği şevk ve yeniden yazmaya iten cesaret verici sözlerinin tümü için sana minnettarım. Buradan bir kez daha sana teşekkür eder, Rabbe şükrederim…
Nur olasın.
Mümine Yıldız
Londra, Eylül 2019
BİRİNCİ BÖLÜM
GÜZEL KOKU
BİR
Bir sabah Selim’i doktora götürüyorum. Gideceğimiz yer bir sokak ötesi ama yirmi beş dakika erken çıkacağız. Zira çocuklar söz konusu ve geç kalmak benim için oldukça sıkıntı verici bir durum.
Ayşe uykusuz, ağlıyor. “Selim, bebek arabasını kapıya koy lütfen.” diyorum. Selim kıyamayıp ağlayan Ayşe’yi susturmaya gidiyor. Ayşe, abisinde susuyor. Arabayı çıkarıyorum ve Kerim’e, “Sen de ayakkabıları dışarıya koyabilir misin?” diye rica ediyorum. Kerim ayakkabıları çiçek gibi dizip kapı önünde hazır ediyor. “Çantamı tutar mısın?” diyorum arkasından. “Arabaya asayım mı?” diye soruyor, “Evet.” deyince ben, çantanın cırt cırtlı bantlarını bebek arabasına tutturmaya uğraşıyor.
Ayşe’yi arabaya yerleştirirken kapı önünde pürtelaşız. Selim, Ayşe’yi arabaya koyuyor, Ayşe yeniden ağlamaya başlıyor, Kerim ise hâlâ çantayı asmaya uğraşıyor. Ayakkabılarımı giyeyazarken ‘çota!’ diye bir ses geliyor yanı başımdan, bakıyorum ki sesin kaynağı yere çakılan yeni telefonum. Anlaşılan Kerim’in yerleştirmeye çalıştığı çantadan fırlayıp betona düşmüş. İçimi kırılmışlığının sıkıntısı alıyor, üstelik ekran koruyucu bile takmamışım henüz. Elime alıyorum telefonu, camı tuz buz olmuş, dökülüyor. “Ah!” diyorum, “Gitti yepyeni telefon.” “Özür dilerim anne!” diyor Kerim gayet üzgün ve biraz da ürkek bir bakışla ve sesle.
Bir şey ters gittiğinde etraftan birilerine çatasım, suçsuz da olsalar ortalıkta gümbürtü yapan çocuklara kızasım gelir. Gene bu sevimsiz his geliyor üzerime, lakin sonradan kişiyi âdeta çökerten bir nedameti var bu davranışın. Tecrübe etmişliğim var ne yazık ve şükür ki önceki hoş olmayan tecrübeleri getiriyor karşıma zihnim ya da kalbim, bilmiyorum ve bir süre hiçbir şey demeden öylece duruyorum. Çok kısa bir süre. O ilk hararet, kızgınlık yahut hayal kırıklığı ânında bir minicik durma eylemi çok şeyi değiştiriyor zira. Son birkaç yıldır fark edip de kendime tembihlemişim hep bunu; ilk anda hiçbir şey söyleme, hiçbir şey yapma, öylece dur sadece diye. Çok faydasını gördüğüm o birkaç saliselik durma süresi, sağduyu ve kalbî düşünme kanalını açıyor âdeta. Şimdi de gene öyle oluyor.
Çocukların ikisinin de hiçbir kabahati yok, bilakis yardımcı olmaya çalışıyorlar bana. Hem olana mı, yoksa Oldurana mı; yapana mı, yoksa Yaptırana mı kızgınlığım? Değil mi ki perde az aralansa, tıpkı Hacivat ve Karagöz’ün gölge oyunundaki gibi, çıkar aradan işleri yapan, aşikâr olur onları Yaptıran. Bir de bakarım, telefonun Kerim’in tuttuğu çantadan düşmesini uygun gören O, hatta düşüren de O. Kime kızacağım bu durumda? Rabbe kızmaya gücüm yetmediğinden ve buna cüret edemediğimden elimin altında, sözde gücümün yettiğine mi kızacağım yoksa? Ah, ne büyük bir zavallılık bu ve ne çok düşüyoruz bu hataya aslında…
Hem illâ bir kabahatli aranacaksa bu benim olsa olsa, zira satın aldığım günden beri alışamadığım yeni iletişim sisteminden sebeple söylenip durmuşum telefona ve bu tam şimdi dank ediyor kafama. “Hep söylendin ya hu!” diyorum, “Dilinde şükür de şükür var sözüm ona ama şükrü unutup hep söylendin telefona. Ve şimdi bunca beğenisizliğe karşın kendini yere atarak belki de yardım etmeye çalışıyor telefon sana.” diyorum. İçimi koca bir âh kaplıyor, sarsılıyorum. Sesimi tüm hayal kırıklıklarından ve öfkeden arındırıyor bu fark edişler ve oldukça sakin bir tonda “Senin bir suçun yok annecim, sen sadece bana yardım etmeye çalışıyordun.” diyorum Kerim’e.
Allah biliyor ya üzülüyorum, hem neredeyse hiç şükretmemiş olduğum gerçeği yakıyor içimi hem de akıllı telefon basit bir eşya olmaktan çoktan çıkmış ve bir uzvum gibi olmuş âdeta. Telefonla fotoğraf, video çekiyorum en çok, ki en âlâ terapi yöntemlerinden biridir bu benim için, sürekli araştıracak bir şeylerim vardır ve onu da gene telefon üzerinden hallederim, sürekli sohbetler, seminerler izler, dinlerim, bir yere giderken haritası en büyük yardımcımdır, bilmediğim kelimelere baktığım yerdir, görüşmelerim, mailleşmelerim, dostlarla sohbet muhabbetim de hep orada. Adı telefon ama telefondan gayrı her işte kullanıyorum esasta. E, hadi deyince edinebildiğimiz bir şey de değil üstelik…
Melül mahzun, şimdi ne olacak sorularıyla bakıyorum telefona. Neden sonra, “Geçmiş olsun anne.” diyor Selim. Bu deyişle, onların gözünden nasıl göründüğümü fark ediyor ve “N’apıyorum ben yahu, bu ne berbat bir hal?” diyen iç sesimle içinde olduğum durumdan silkiniyorum. “Az kullanın.” diye çırpındığım akıllı telefonun ardından bakakaldığıma çocukları şahit kıldığım için daha da utanıyorum. “Boş verelim, boşa olmamıştır bu olay, vardır illâ bir hikmeti.” diyorum. Elbette var bir hikmeti, değil mi ki O’nun her işi planlı ve çokça hikmetli…
“Var tabii, var burada bana bir ders.” diyor ve hiç durmadan yola koyuluyorum. İçimden de sürekli kendime telkin ediyorum dalıp da unuttuğum hakikati: Vardır bir hikmeti, vardır bir hikmeti, vardır bir hikmeti… Değil mi ki her şey O’ndan; her şey O’nun muradıyla… Değil mi ki O’nun her işi, bir yaprağın titreyişi bile hikmetle. Değil mi ki yapan da yaptıran da O. Hepsi bir yere, tek yere; Bir’e çıkıyor bu şekilde.
Kerim scooterıyla uçuyor önden, Ayşe harekete geçmemizden memnun yeniden gülümsemeye başlıyor. Birkaç evi geçiyoruz ki kapı önündeki telaşeden unuttuğum bir şeyi hatırlıyorum, “Selim, kapıyı çektik mi, hatırlıyor musun?” diye soruyorum. “Hayır, hatırlamıyorum.” diyor ve kapıya bakmak üzere geri gidiyor. Tam o sırada uzaktan birini seçiyor gözlerim ya da kalbim mi demeli, bilmiyorum…
DERVİŞAN
Evin ön bahçesinde ev sahibinden kalma, kaldırıma dek taşan ve bahçeyi uzunlamasına kaplayan yabani adaçayları var. Yazdan kışın ortasına dek solmayan çiçekleri, sema yapan derviş görüntüsünde. Kimi bembeyaz çiçeklerin kimi kıpkırmızı kimi de beyaz ve eteğinde kırmızı bir şerit var. Çiçekleri sema yapan derviş gibi ya, Dervişan koyduk adını.
Dervişan yayvan ve mis kokulu bir çalılık. Sıcak yaz günlerinde açık pencereden içeri süzülüp perdeyi uçuran rüzgâr, enfes kokusunu getirir burnuma, mest olurum. Her sabah Kerim’i okula bırakmak için evden çıkarken illâ bir selam eder, ellerimi üzerinde gezdiririm. Bu gezinmenin tesiriyle, çocukluğumdan beri hayranı olduğum reyhan ve fesleğen gibi kokusu parmaklarıma siner, mutlu olurum. Yol boyu sabah tazeliğinin kokusuna karışmış adaçayı kokusu eşliğinde, Kerim’in sıcak ve yumuşacık eli elimde yürürken bir şiire konu olmuş gibi sevinçli ve neşeli hissederim.
Bazen daha uzun tütsün isterim Dervişan’ın kokusu burnumda, bir iki yaprağını yanıma alır, yol boyunca durup durup koklarım. Yahut kendi bırakır avuçlarıma yapraklarını, daha da sevinirim böyle olunca. Yol boyu çıkarıp çıkarıp cebimden yaprakları, içime çekerim büyüleyici kokusunu ve gülümser halde yola revan olurum. Kerim de aynısını yapar genellikle; selam verir Dervişan’a, el sürer, koklar o da sabahları. Şayet unutmuşsa bu ritüeli, adaçayı kokulu avuçlarımı ilk önce onun yüzünde dolaştırırım. İsterim ki sabahın taze havası, vaktin güzelliği, ele ele okula gidişlerimiz, yol boyunca neşeli sohbetlerimiz koku ile birlikte yer etsin içinde, unutmasın bu anları; yâr olsunlar, yârenlik etsinler ona daima. Hani derler ya, sıkıntılı bir zamanda mutlu bir anınıza gidin, genellikle çocukluk anıları bu noktada çok iyi gelir. O anıya gider ve orada bir tür iyileşirsiniz. Tıpkı öyle, Kerim de ihtiyacı oldukça çıkarsın bu mutlu çocukluk anısını kalbinin cebinden, dilerim şifa olsun ona bu an. Hele ki koku hafızası en güçlü hafızamız, onunla bağlantılı anıları unutmuyoruz asla, unutmuş gözüksek de bir minicik esintiyle canlanır ya ne var ne yoksa, işte tam öyle yeni günün taze havasına karışmış adaçayı kokusu da canlandırır Kerim’in güzel anılarını umarım.
Müziğin bir büyüsü vardır hani, özellikle bazı tınılar, içinde olduğumuz sıradan âlemden bir anda sıra dışı bir âleme taşır bizi. O sıra dışı âlemde latiftir beden, sanki uçuyormuşuz gibi de yerçekiminden bağımsızdır. Öyle ki bir anda rahatlıkla başka bir mekâna taşınırız. Sanıyorum ki âlemler arası geçişin en kolay, en zahmetsiz yolu müzik dinlemektir.
Üniversitedeyken kulaklığımı takarak gezerdim bazen. İstanbul gibi kaotik bir şehirde, epeyce kalabalık olan Beşiktaş, Taksim, Nişantaşı ve Mecidiyeköy gibi yerlerde olurdum genellikle. Normalde, yüzüm asılmış halde harıl harıl geçmeye çalışırdım insanları, ışıklarda pek beklemez, arabaların arasından sıyrılırdım. Bazen söylenirdim kaldırımları tıkayanlara ya da yol vermeyen araçlara. Ama ne zaman kulaklık olsa kulağımda dünya aynı dünyaydı evet, yollar, trafik ve kaldırımlar da fakat ben aynı olmazdım asla. Ayaklarım sanki yere değil, havaya basardı, hem var gibi olurdum dünyada hem yok gibi… Müziğin tınısı kulaklarıma değdiği an yüzümdeki kaslar gevşerdi hemen. O tahammül edemediğim kaos, şiir gibi bir şeye dönüşürdü. Trafik ışıklarında dururdum illâ ki, beklemek yormazdı; bir yandan çalan şarkıya eşlik eder, bir yandan gülümseyerek etrafıma bakardım.
İlk kez Diyarbakır’dan çıkıp İstanbul’a geldiğimde burada yaşayan abim gezmeye çıkarmıştı beni. Tramvaya binmiştik. Hava sıcak, tramvay kalabalık, yüzler asık mı asık, hatta kimi of çekiyor etrafa bakıp bakıp. Şaşırıyorum, nasıl olur da insan burada, bu efsunlu ve efsanevi şehirde mutsuz olur diyorum. Öyle büyük bir sevinç sarhoşluğu içindeyim ki devamlı gülümsüyorum. Gülümsediğimi de abim söyleyince fark ediyorum. “Biraz daha gülersen seni dövecek bu mutsuz kalabalık.” diyor abim, irkiliyorum. Anlamıyorum o gün abimin ne demek istediğini, daha doğrusu anlayamıyorum, öyle mutluyum ki o an, mutsuzluğun kapsama alanına istesem de giremiyorum.
Kulağımda kulaklık müzik dinlerken İstanbul’a ilk geldiğim o zamanlarınkine benzer bir sevinç sarhoşluğu yaşıyordum yeniden. İstanbul o günden bugüne çok daha kalabalıklaşmış da olsa, efsunlu gelirdi gene bana kulaklıkla. Başımı yerden kaldırıp göğe bakmaya iterdi müzik beni; kuşları görürdüm, şekilden şekle giren bulutları… Yüzüme değen rüzgârı hissederdim, martıların çığlıklarını, serçelerin cıvıltılarını duymaya başlardım… Nereye giderdi müziksiz zamanların telaşı ve gerginliği bilmem, tek bildiğim o esnada hem dünyada olup hem de olmadığımdı. Hani fotoğraf makineleri için filtreler olur, renkli… Örneğin; güneş çok keskinse o keskinliği kesecek renk takılır ve daha romantik bir renk oluşur. Yahut fotoğraf düzenlemelerinde buğulu yapma ayarı vardır. Onu yaptığınız an, basit bir fotoğraf dahi büyülü bir hal alır. Müzik de böylesi bir filt…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Deneme
- Kitap AdıAnda Sırlanmış Hayat
- Sayfa Sayısı264
- YazarMümine Yıldız
- ISBN9786059218610
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviTuti Kitap / 2019
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Düş Kırpıntıları ~ Enis Batur
Düş Kırpıntıları
Enis Batur
Enis Batur, “kültür iktidarı”nın dillerden düşmediği bir dönemde, yeni denemeleriyle, kültürün has değerlerinin ancak muhalif bir duruşla elden ele geçebileceğini savunuyor. İçindekiler DÜŞ KIRPINTILARI...
- Bana Türkçe Bir Ekmek Ver ~ Cezmi Ersöz
Bana Türkçe Bir Ekmek Ver
Cezmi Ersöz
Bir yanımı, burada, bu insanlara bıraktım. Korktum onların yanında kendimi ele vermekten. Yanlarında ruhumu, düşüncelerimi, duygularımı, taslakların içine yerleştirdim. Çerçeveledim… Bir yanım çekip gitti,...
- Yine Seninle Geldi Hayat ~ Cezmi Ersöz
Yine Seninle Geldi Hayat
Cezmi Ersöz
Hayat kitaplarda yazılanlar gibi değilmiş. Kitaplarda her kelimenin altında başka bir kelime gizliymiş. Her yüzün altına başka bir yüz… Böyle gidiyormuş; bunun sonu yokmuş....