İlk kez 1920’de yayımlanan ve Lewis’i hemen başarıya kavuşturan Ana Cadde, Amerikan kasaba yaşantısını keskin ve alaycı bir bakışla ele alıyor. Roman, Carol Milford’ın, genç ve ilerleme tutkunu bir kütüphanecinin, kasaba yaşamına uyum sağlama mücadelesini anlatıyor. Carol Minnesota St. Paul’de yaşarken Will Kennicott’a âşık olur ve evlenir. Will çocukluğunun geçtiği kasabaya dönmeyi hayal edince çift Gopher Prairie’ye taşınır. İyimserlik ve azimle dolup taşan Carol, burayı modernleştirmek ve kendi ideallerini kasabalılara benimsetmek isterken kasabalıların zihniyetini hesaba katmayı unutmuştur.
Kendisi de Minnesota Sauk Centre’da doğan Sinclair Lewis kendi tecrübelerinden faydalanarak Gopher Prairire’yi oluşturmuştur. Kasaba yaşantısını ve sakinlerinin küçük burjuva dünyasını hicveden ve bir yandan da Carol’ın ufku Ana Cadde’den öteye geçemeyenlere tabi olmama mücadelesini anlatan Ana Cadde, Sinclair Lewis’in belki de en meşhur romanı olmuş, Amerikan Edebiyatı’nın önemli klasikleri arasına girmiş ve yazarın 1930’da Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmasında rol oynamıştır.
*
Burası Amerika: Buğday, mısır, mandıra ve küçük korulukların bulunduğu bir bölgede, birkaç bin nüfuslu bir kasaba. Hikâyemizdeki kasabanın adı “Gopher Prairie, Minnesota.”1 Ama Ana Cadde’si,2 başka yerlerdeki ana caddelerden farksız. Bu hikâye Ohio’da ya da Montana’da, Kansas’ta, Kentucky’de ya da Illinois’da da aynı olur, New York eyaletinin taşrasında veya Carolina tepelerinde de çok farklı anlatılmazdı. Ana Cadde, medeniyetin zirvesidir. Şu Ford arabanın Bon Ton Mağazası’nın3 önünde durması, Hannibal’ın Roma’yı işgal etmesi ve Erasmus’un Oxford manastırlarında eserler üretmesiyle eş değerdir. Bakkal Ole Jenson’ın bankacı Ezra Stowbody’ye söyledikleri, Londra, Prag ve kâr ettirmeyen adaların yeni yasasıdır; Ezra’nın bilmediği ve onaylamadığı her şey, sapkınlığın ta kendisidir, bilinmese de olur ve üstüne düşünmekten bile hayır gelmez. Tren istasyonumuz mimarlığın ulaştığı son noktadır. Sam Clark’ın sattığı teçhizatın yıllık cirosu, Tanrı’nın Toprakları’nı4 oluşturan dört ilçeyi kıskançlıktan çatlatır. Rosebud Film Sarayı’nın ince sanatında bir Mesaj vardır ve mizah son derece katı ahlaki kurallara tabidir. Bizim rahatlatıcı geleneğimiz ve kati inancımız budur. Yabancı bir alaycı Ana Cadde’nin portresini böyle sunmazsa, kendine ihanet etmiş ya da başka inançların da olabileceğine kafa yorarak kasabalıların huzurunu kaçırmış olmaz mı?
1. BÖLÜM
I
Chippewa’ların5 iki kuşak önce konakladıkları Mississippi’deki bir tepede, kuzey göğünün peygamber çiçeği mavisine karşı bir kız göze çarpıyordu. Kız artık Kızılderilileri değil, Minneapolis ve St. Paul’deki un değirmenlerini ve gökdelenlerin pencerelerindeki yanıp sönen ışıkları görüyordu. Aklında ne Kızılderili kadınlar ve nehir taşımacıları ne de gölgeleri dört bir yanını sarmış kürk tüccarı Yankiler vardı. Cevizli şekerleme, Brieux’nün oyunları6 , ayakkabı topuklarının neden aşındığı ve kulaklarını gizleyen yeni saç modeline kimya hocasının dik dik bakması üzerine düşüncelere dalmıştı. Binlerce kilometrelik buğday tarlalarını kateden bir esinti, tafta eteğini öyle zarif, öyle canlı ve dokunaklı bir güzellikle şişirdi ki, tesadüfen alt yoldan geçen biri görse, kızdaki muallakta kalmış özgürlük havası kalbini özlemle sıkıştırırdı. Kız kollarını kaldırdı, rüzgâra doğru yaslandı; eteği inip kabardı, buklelerinden biri hiddetle uçuştu. Tepenin doruğunda bir kız; saf, esnek, toy; hayata susamışçasına havayı içine çekiyor. Geleceğe umutla bakan gençliğin sonsuz ve sancılı komedisi. Bu, Carol Milford; bir saatliğine Blodgett Koleji’ni kırmış. İlk yerleşimciler ve güneş şapkalarını takmış genç kızlar, çam ormanlarındaki açıklıklarda baltalarla ayıların öldürüldüğü günler artık Camelot zamanlarından bile daha eskidir; ve asi bir kız, Amerikan Ortabatısı denen o şaşkın imparatorluğun ruhudur.
II
Blodgett Koleji, Minneapolis’in sınırındadır. Bozulmamış dinin kalesidir. Hâlâ Voltaire, Darwin ve Robert Ingersoll’un7 yakın geçmişteki sapkınlıklarıyla mücadele etmektedir. Minnesota, Iowa, Wisconsin ve Dakota’daki dindar aileler çocuklarını buraya gönderir ve Blodgett onları üniversitelerin8 kötülüklerinden korur. Ama bünyesinde arkadaş canlısı kızları, şarkı söyleyen delikanlıları, Milton ve Carlyle’ı gerçekten seven bir kadın öğretmeni de gizler. Yani Carol’ın Blodgett’ta geçirdiği dört yıl hepten boşa gitmedi. Okulun küçüklüğü ve rakiplerinin azlığı, onun tehlikeli çok yönlülüğünü tecrübe etmesine olanak tanıdı. Tenis oynadı, reşo ocaklı9 davetler verdi, dramayla ilgili bir lisansüstü semineri aldı, “aşna fişneli” partilere gitti ve uygulamalı sanatlar ya da Genel Kültür diye bir şeyi adamakıllı takip edebilmek için üç beş topluluğa katıldı. Sınıfında ondan daha güzel iki üç kız vardı ama hiçbiri daha hevesli değildi. Blodgett’ın üç yüz öğrencisi içinde partisyonları daha doğru çalıp Boston dansını daha iyi yapanlar olsa da sınıftaki sıkıcı işler kadar danslarda da dikkat çeken bir kızdı Carol. Vücudunun her hücresi hayat doluydu; incecik bilekler, ayva çiçeği renginde bir ten, soluk yeşil gözler, siyah saçlar… Yatakhanesindeki diğer kızlar, onu tek sabahlığı içinde ya da duştan sırılsıklam çıkarken gördüklerinde bedeninin narinliğine hayret ederlerdi. Sandıklarının aksine küçücük görünürdü Carol gözlerine; anlayışlı bir şefkatle sarılıp sarmalanması gereken kırılgan bir çocuk. “Psişik” diye fısıldardı kızlar ve “tinsel”. Yine de sinirleri o kadar hassas, hayal meyal algıladığı nezakete ve ışığa olan güveni o kadar gözü pekti ki, Blodgett Kadınlar Basketbol Takımı antrenmanında “spor salonu” zeminini gümbür gümbür döven, baldırları usturuplu mavi şayaktan jimnastik pantolonların ve kalın nervürlü yün çorapların içinde, kaslı, iri yarı genç kadınların hepsinden daha enerjikti. Yorgun olduğu zamanlarda bile kara gözleri hep gözlemlemekteydi. Dünyanın gelişigüzel biçimde zalim ve göğsünü gere gere yavan olma konusundaki muazzam yeteneğinin henüz farkında değildi, ama bu korkunç güçleri bir gün öğrenecek olsa da gözleri asla öfke dolu, baygın ya da gözü yaşlı bir aşkla bakmazdı. Tüm coşkusuna, insanlarda uyandırdığı tüm sevgi ve “hoşlantı”ya rağmen Carol’ın tanıdıkları ondan çekiniyordu. Carol, büyük bir tutkuyla ilahiler söylerken ya da bir şeytanlık planlarken bile nezaketi elden bırakmaksızın mesafeli ve eleştirel dururdu. Naifti belki de, doğuştan bir kahramana tapıyordu; bununla birlikte durmadan sorguluyor ve inceliyordu. Ne olursa olsun asla durağan biri olmazdı. Çok yönlülüğü onu tuzağa düşürdü. Kâh sıra dışı bir sese kâh piyano çalabilme yeteneğine kâh organizasyon yönetme, oyunculuk ve yazarlık becerilerine sahip olduğunu keşfetmeyi umdu. Hep hayal kırıklığına uğradı ama hep yeniden galeyana geldi —misyoner olmayı amaçlayan Gönüllü Öğrenciler, tiyatro kulübü için dekor boyama, kolej dergisine reklam verecek müşteri arama konusunda… O pazar öğleden sonra şapelde keman çalarken zirvedeydi. Alacakaranlıkta kemanı orgun melodisine ayak uydururken mum ışığı onu altın sarısı düz bir giysi içinde gözler önüne seriyordu; yayı tutan kolu kavisli, dudakları ciddiydi. O zamanlar her erkek dine ve Carol’a âşıktı. Son sınıfa geçtiğinde, endişe içerisinde tüm tecrübe ve kısmi başarılarını bir kariyerle ilişkilendirmek istedi. Öğrenci arkadaşları her gün, kütüphane merdivenlerinde ya da Ana Bina’nın koridorunda “Koleji bitirince ne yapacağız?” diye konuşuyorlardı. Evleneceklerini bilen kızlar bile iş dünyasında önemli mevkileri düşünüyormuş gibi yapıyor, çalışmak zorunda kalacaklarını bilenler bile muhteşem talipleri olduğunu ima ediyorlardı. Carol’a gelince, o bir yetimdi; tek yakın akrabası, St. Paul’de bir gözlükçüyle evlenmiş vanilya kokulu bir ablaydı. Carol, babasının mülkünden gelen paranın çoğunu kullanmıştı. Âşık değildi —yani ne sık sık ne de uzun süreliğine âşık olmuşluğu vardı. Ekmeğini kendi kazanacaktı. Ama nasıl kazanacaktı, dünyayı nasıl –yalnız dünyanın kendi iyiliği için– fethedecekti, hiçbir fikri yoktu. Nişanlanmayan kızların çoğu öğretmen olacaktı. Bunlar ikiye ayrılıyordu: Evlenme fırsatını buldukları anda “sevimsiz sınıfı ve pis pasaklı çocukları” bırakıp gitmek istediklerini itiraf eden pervasız genç kadınlar ile sınıftaki dua toplantılarında Tanrı’dan “adımlarını en faydalı yollara yönlendirmesini” isteyen, kimi bombeli alınlı ve pörtlek gözlü, gayretkeş kızlar. İki grup da Carol’ı cezbetmiyordu. İlki ona samimiyetsiz (bu çağda en sevdiği kelime) geliyordu. Carol’a göre vakur bakirelerin, Sezar’ı gramer bakımından incelemenin önemine olan inançlarıyla, iyilik kadar kötülük yapma olasılıkları da yüksekti. Carol son sınıftayken çeşitli zamanlarda, nihayet hukuk okumaya, sinema filmi senaryoları yazmaya, profesyonel hemşirelik yapmaya ve kimliği meçhul bir kahramanla evlenmeye karar verdi. Sonra bir hobi olarak sosyolojiyi keşfetti. Sosyoloji hocası yeniydi. Evliydi ve bu nedenle tabuydu, ama Boston’dan gelmişti, New York’taki Üniversite Yerleşkesi’nde şairler, sosyalistler, Yahudiler ve milyoner kalkınmacılar arasında yaşamıştı; güzel, beyaz, güçlü bir boynu vardı. Kıkırdaşıp duran sınıfı Minneapolis ve St. Paul’deki hapishanelere, hayır kurumlarına ve iş bulma kurumlarına götürdü. Sıranın sonundaki Carol, diğerlerini takip ederken onların kışkırtıcı merakına, yoksullara adeta bir hayvanat bahçesindeymiş gibi bakmalarına içerledi. Kendini büyük bir kurtarıcı gibi hissetti. Elini ağzına götürdü, işaret parmağı ve başparmağıyla alt dudağını sıkarak canını yaktı; kaşları çatılmıştı ve mesafeli durmaktan hoşnuttu. Gri flanel gömlekli, rengi atmış siyah bir papyon ve yeşil-mor sınıf kasketi takmış, becerikli, iri yarı bir genç olan Stewart Snyder adındaki sınıf arkadaşı, St. Paul canlı hayvan pazarının çamurunda diğerlerinin arkasından yürürlerken “Bu kolejli salaklardan bıktım usandım. Havalarından geçilmiyor. Benim gibi çiftlikte çalışsınlar da göreyim onları. Bu işçiler onları suya götürür, susuz getirir,” diye homurdandı Carol’a. “Ben sıradan işçileri seviyorum,” diye parladı Carol. “Sıradan işçilerin kendilerini sıradan bulmadıklarını unutmasan iyi edersin!” “Haklısın! Özür dilerim!” Carol’ın kaşları bu duygunun şaşkınlığı içinde, aşağılanmış olmanın görkemiyle havaya kalktı. Gözleri dünyayı sevecenlikle okşadı. Stewart Snyder ona dik dik bakıyordu. Kocaman kırmızı yumruklarını ceplerine sokup çıkardı, ellerini arkasında kenetleyerek azimle onlardan kurtuldu ve kekeleyerek şöyle dedi: “Biliyorum. Sen insanları anlayabiliyorsun. Şu yere batasıca kız öğrencilerin çoğu… Baksana Carol, sen insanlar için çok şey yapabilirsin.” “Ah, ah şey…yani, anlayış falan…şey olsaydın…diyelim bir avukatın karısı olsaydın. Kocanın müşterilerini anlardın. Ben avukat olacağım. Evet, bazen ben de hallerinden anlıyorum. Zoru görünce kaçan insanlara sabredemiyorum. Sen fazla ciddi biri için uygun olurdun. Onu daha şey…daha şey…ANLARSIN YA…daha anlayışlı kılardın!” Hafif somurtuk dudakları ve çoban köpeği bakışlarıyla konuşmaya devam etmesini istesin diye Carol’a yalvarmaktaydı. Carol, Stewart’ın duygusallığının ezici gücünden kaçtı. “Ah, şu zavallı koyunlara bak, milyonlarca var,” diye bağırdı. İleriye atılarak yürümeye devam etti. Stewart ilginç biri değildi. Biçimli, beyaz bir boynu yoktu ve hiçbir zaman ünlü reformcular arasında yaşamamıştı. Carol o anda, siyah cübbe giymekle uğraşmadan rahibeler gibi bir yerleşke hücresinde yaşamak, kibar olmak, Bernard Shaw okumak ve minnettar bir sürü yoksulu büyük ölçüde kalkındırmak istiyordu. Sosyolojiyle ilgili yardımcı okumalar, onu köy kalkınması üzerine bir kitaba götürdü: Ağaç dikme, kasabalardaki geçit törenleri, kız kulüpleri… Kitapta Fransa, New England ve Pennsylvania’daki yeşilliklerin ve bahçe duvarlarının resimleri vardı. Kitabı dikkatsizce eline almış, küçük bir esneme eşliğinde kedi severmiş gibi parmak uçlarını nazikçe üstünde gezdirmişti. Pamuklu çoraplarının sardığı ince bacaklarını çekip, çenesini dizlerine dayayarak pencere önü sekisine uzanmış hâlde kitaba daldı. Okurken saten yastığı okşuyordu. Etrafını Blodgett Koleji odasının kumaştan coşkusu sarmıştı: Kreton kaplı pencere önü sekisi, kızların fotoğrafları, Kolezyum’un karbon baskısı, bir reşo ocağı ve işlemeli, boncuklu ya da dağlama resimli bir düzine yastık. Şok edici uygunsuzlukta bir Dans Eden Bakkhalar10 minyatürü vardı. Odada Carol’a dair tek iz buydu. Geri kalanını da nesiller boyu kız öğrencilerden miras almıştı. Köy kalkınmasına ilişkin incelemeyi, bütün bu sıradan halktan olma hâlinin bir parçası olarak düşünüyordu. Ama aniden kımıldanmayı bıraktı. Kendini tamamen kitaba kaptırdı. Üç zili onu İngiltere tarihi dersine çağırdığında kitabı çoktan yarılamıştı. İçini çekerek şöyle dedi: “Kolejden sonra yapacağım şey işte bu! Şu bozkır kasabalarından birine el atıp onu güzelleştireceğim. İlham kaynağı olacağım. O zaman öğretmen olsam daha iyi olur sanırım, ama…ben o tür bir öğretmen olmayacağım. Dersleri bayık bir sesle anlatmayacağım. Neden bütün bahçekentler Long Island’ın olsun? Elsie kitaplarıyla11 dolu kütüphaneler inşa etmek ve uyanış toplantıları12 düzenlemek dışında hiç kimse burada, Kuzeybatı’daki çirkin kasabalarda bir şey yapmadı. Tüm bunları köy koruluklarına, sevimli kır evlerine ve ilginç bir Ana Cadde’ye koymalarını sağlayacağım!” Böylece sınıfa zaferle girdi, ki o esnada sıkıcı bir öğretmen ile yirmi yaşında isteksiz çocuklar arasındaki tipik bir Blodgett yarışması süregitmekteydi; sonunda yarışmayı, rakipleri onun sorularına cevap vermek zorunda oldukları için öğretmen kazandı, zira öğrencilerinin hain sorularına “Bunun yanıtını kütüphanede araştırıp öğrendiniz mi? Eh, muhakkak öğrenmişsinizdir!” diyerek karşı saldırıda bulunabilirdi. Tarih hocası emekli bir din adamıydı. O gün alaycılığı üstündeydi. Avlanmakta olan genç Bay Charley Holmberg’e “Pekâlâ Charles, senden Kral John hakkında hiçbir şey bilmediğini bize söylemeni istesem, o hain sinekle şüphesiz büyüleyici mücadeleni bölmüş olur muyum?” dedi. Kimsenin Magna Carta’nın tarihini tam olarak hatırlamadığından emin olmak için üç keyifli dakika geçirdi. Carol onu duymuyordu. Kafasında yarı ahşap bir belediye binasının çatısını tamamlıyordu. Bozkır köyünde, onun dolambaçlı sokaklar ve kemeraltı sıralarıyla ilgili tasarımını beğenmeyen bir adam bulmuştu, ancak belediye meclisini topladı ve adamı çarpıcı biçimde bozguna uğrattı.
III
Carol Minnesota doğumlu olmasına rağmen bozkır köylerine aşina değildi. Alaycı bir nezakete sahip, güler yüzlü, pejmürde ve eğitimli babası Massachusetts’ten gelmişti ve Carol’ın çocukluğu boyunca Mankato’da yargıçlık yapmıştı, ki burası bir bozkır kasabası değil, bahçelerle korunan sokakları ve karaağaçlı ara yollarıyla New England’ın beyaz ve yeşil olarak yeniden doğmuş hâliydi. Mankato; kayalıklar ve Minnesota Nehri arasında, öncü yerleşimcilerin Kızılderililerle anlaşmalar yaptıkları ve bir zamanlar sığır hırsızlarının pervasızca dörtnala at koşturdukları Traverse des Sioux’nun yakınında yer alır. Carol, karanlık nehrin kıyılarını tırmanırken nehrin Batı’ya uzanan engin sarı suları ve ağarmış bufalo kemikleri, Güney’in nehir kenarı setleri, şarkı söyleyen zenciler ve sonsuza dek gizemli bir şekilde uzanıp gidiyormuş gibi görünen palmiye ağaçları hakkındaki masallarına kulak kabarttı. Altmış yıl önce kum resiflerine bindirmiş, tepeleme yüklü nehir vapurlarının ürkek çanlarını ve yoğun dumanlarını tekrar duydu. Güvertede misyonerleri, uzun silindir şapkalar takmış kumarbazları ve kıpkırmızı battaniyeli Dakota şeflerini gördü. … Geceleri uzaklarda, nehrin dönemecinde çalan düdükleri, suya batıp çıkan küreklerin çamlardaki yankısını ve akıp giden karanlık sularda bir parıltıyı… Carol’ın ailesi, şefkat ve sürprizlerle dolu bir Noel ayini ve kendiliğinden gelişen, keyif verici şekilde abes “kostümlü partiler” ile yaratıcı yaşamlarında kendi kendilerine yetiyorlardı. Milford evinin mitolojisindeki canavarlar, dolaplardan fırlayıp küçük kızları yiyen iğrenç Gece Yaratıkları değil, yardımsever ve parlak gözlü mahluklardı: Mavi ve kıvır kıvır tüylü, banyoda yaşayan ve küçücük ayaklarını ısıtmak için hızla koşan ısapsap oynab; 13 mırlayan ve hikâyeler anlatan pas rengi yağ sobası ve babanın tıraş olurken söylediği puella’larla14 ilgili şarkının ilk dizesinde yataktan fırlayıp, pencereyi kapatırlarsa çocuklarla kahvaltıdan önce oynayan skitamarigg.15 Yargıç Milford’ın pedagojik yaklaşımı, çocukların ne istiyorlarsa onu okumalarına izin vermekti; böylece Carol, babasının kahverengi kitaplığındaki Balzac, Rabelais, Thoreau ve Max Muller’ı hatmetti. Yargıç Milford, onlara ansiklopedilerin sırtındaki harfleri ağırbaşlı bir tavırla öğretti ve kibar ziyaretçiler “küçüklerin” zihinsel gelişimini sorduklarında, çocukların A-And, And-Aus, Aus-Bis, Bis-Cal, Cal-Cha’yı ciddiyetle tekrar ettiklerini duyunca dehşete kapıldılar. Annesi, Carol dokuz yaşındayken öldü. Babası, o on bir yaşındayken hâkimlikten emekli olup aileyi Minneapolis’e götürdü. İki yıl sonra orada öldü. Carol’ın işi başından aşkın ve başkalarına akıl fikir vermeye meraklı biri olan ablası, aynı evde yaşadıkları hâlde onun için bir yabancıya dönüştü. O ilk kahverengi ve gümüşi günlerden ve akrabalarından kopuştan geriye Carol’da canlı, verimli ve kitaplara karşı kayıtsız insanlardan farklı olmaya yönelik bir istek, aralarında yer alırken bile onları gözlemleme ve koşturmacalarına hayret etme içgüdüsü kaldı. Ama şehir planlama kariyerini keşfettiğinde, artık kendisinin de canlı ve verimli olmaya başladığını memnuniyetle hissetti.
IV
Bir ay içinde Carol’ın hırsı söndü. Öğretmen olma konusundaki tereddüdü geri dönmüştü. Bir rutine katlanacak kadar güçlü olmadığından endişeleniyor ve kendini sırıtan çocukların karşısında durmuş, bilge ve kararlı biriymiş gibi davranırken hayal edemiyordu. Ne var ki güzel bir kasaba yaratma arzusu baki kaldı. Küçük kasabalardaki kadın kulüpleriyle ilgili bir haber ya da düzensiz gelişmiş bir Ana Cadde fotoğrafıyla karşılaştığında kalbi özlemle doluyor, mesleğinin elinden alındığını hissediyordu. Onu bir Chicago okulunda profesyonel kütüphanecilik okumaya yönlendiren, İngilizce öğretmeninin tavsiyesiydi. Hayal gücü, bu yeni tasarıyı şekillendirdi ve renklendirdi. Çocukları büyüleyici peri masalları okumaya teşvik ettiğini, delikanlıların makine bilimiyle ilgili kitaplar bulmalarına yardımcı olduğunu, gazete arayan yaşlı adamlara çok nazik davrandığını görebiliyordu: Kütüphanenin ışığı, kitaplar konusunda bilirkişi olmak, şairlerin ve kâşiflerin olduğu akşam yemeklerine davet edilmek ve seçkin bilim adamlarından oluşan bir dernekte bildiri okumak…
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAna Cadde
- Sayfa Sayısı550
- YazarSinclair Lewis
- ISBN9786259926148
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviYedi Yayınları /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ağır Ölüm ~ Nancy Huston
Ağır Ölüm
Nancy Huston
Nancy Huston’dan, çağımızın trajedilerini “Son Akşam Yemeği” tablosu alegorisiyle ortaya koyan bir insanlık komedyası: Ağır Ölüm… Küllenmiş ilişkiler, tazeleyici umutlar, orta yaş buhranı, bireysel...
- İyi Doktor ~ Damon Galgut
İyi Doktor
Damon Galgut
Damon Galgut, İyi Doktor’da siyah Afrikalıların geri kalmış yurtluklarının melankolik ruhunu sade bir dil ve güçlü bir tasvirle yeniden canlandırıyor. Dr. Frank Eloff’un hayatı,...
- Sonsuz Arzuya Uyanış ~ Alma Katsu
Sonsuz Arzuya Uyanış
Alma Katsu
Aşk bir inançtır ve bütün inançlar sınanır… Polisler tarafından hastaneye getirilen cinayet zanlısı yaralı bir kadın, Dr. Luke Findley’in tüm hayatını değiştirir. Çünkü bu...