Hollanda’nın sömürgesi tropik bir adada çalışmak zorunda kalan bir doktorun sıkıcı ve rutin hayatı, kapısını çalan zor durumdaki zengin bir kadının yardım isteğiyle altüst olur. Kadının tavırları karşısında gururuna yenik düşerek bu isteği reddeder. Ettiği yemine rağmen görevlerini yerine getirmemenin vicdani yükü altında pişmanlığın pençesine sürüklenir. Doktor yaşadığı duygusal çatışmalar ve giderek büyülendiği bu gizemli kadına duyduğu tutkuyla bir nevi delilik sayılan amokun etkisine kapılacaktır.
İnsani ikilemleri keskin bir şekilde gözlemleyen Zweig, yirminci yüzyılın ilk yarısında kozmopolit ve sömürgeci bir arka plana oturttuğu bu eserinde insan ruhunun derinliklerini incelikle anlatıyor.
“Bir eleştirmenin ‘üst burjuva toplumunun yaldızlı perdesini yırtan seks ve delilik’ olarak tanımladığı amour fou’yu, Conradvari bir yalnızlık içindeki doktorun, sömürgede yaşayan bir kadın yüzünden ‘bir tür insan kuduzuna’ sürüklendiği Amok Koşucusu’ndaki kadar sürükleyici bir şekilde tasvir etmekte Zweig’dan daha başarılı bir yazar düşünemiyorum.” —JULIE KAVANAGH
1912 yılının Mart ayında Napoli limanında, büyük bir transatlantiğin yük boşaltımı sırasında, gazetelerin hakkında kapsamlı fakat fantastik bir şekilde süslenmiş haberler verdiği garip bir kaza meydana geldi. Oceania’nın yolcusu olduğum hâlde bu garip olaya tanık olmam diğerleri gibi benim için de imkânsızdı, çünkü bu olay gece vakti kömür yükleme ve yük boşaltma sırasında meydana gelmiş ama biz hepimiz bu gürültüden uzak kalabilmek için karaya çıkıp oradaki kafelerde ya da tiyatrolarda vakit geçirmiştik. Yine de şahsen ben, o zamanlar alenen dillendirmediğim bazı varsayımların, bu heyecan verici sahnenin hakiki açıklığa kavuşumunu içinde barındırdığını düşünüyorum ve yılların uzaklığının, bu garip olaydan hemen önce gerçekleşen bir konuşmanın güvenini kullanmama izin verdiği kanaatindeyim.
Avrupa’ya dönüş yolculuğu için Oceania’da bir yer ayırtmak üzere Kalküta gemi acentesine gittiğimde, memur üzülerek omuz silkti. Benim için bir kamara ayırtabilmenin mümkün olup olmadığını henüz bilmiyormuş, yağmur mevsiminin başlangıcına bu kadar kısa süre kalmışken gemi her zaman Avustralya’dan itibaren dolu oluyormuş, önce Singapur’dan gelecek telgrafı beklemek zorundaymış. Neyse ki ertesi gün, benim için bir yer ayırtabileceğini söyledi, tabii güverte altında ve geminin ortasında olan düşük konforlu bir kamaraymış. Eve dönmek için zaten sabırsızlanıyordum: O yüzden fazla düşünmeyip yeri ayırttırdım.
Memur beni doğru bilgilendirmişti. Gemi tıka basa dolu ve kamara kötüydü, buhar makinesinin yakınında, ancak yuvarlak camın puslu görüntüsüyle aydınlanan küçük, basık, kare şeklinde bir zaviyeydi. Bunaltıcı, yoğun hava yağ ve küf gibi kokuyordu: Demirden yapılmış deli bir yarasa gibi insanın alnının üstünde vızıldayan elektrikli vantilatörden bir anlık da olsa kaçış yoktu. Aşağıdan, durmadan aynı merdiveni oflaya poflaya çıkan bir kömür işçisi gibi makine tıkırdayıp inliyor, yukarıdan da gezinti güvertesinde dur durak bilmeden bir ileri bir geri sürüklenen adımlar duyuluyordu. Bavulumu gri traversten yapılma küf kokulu mezarıma yerleştirdiğim gibi geri güverteye kaçarak, karadan gelip dalgaların üzerinden esen tatlımsı, yumuşak rüzgârı, derinlerden yükselen amber gibi içime çektim.
Ancak gezinti güvertesinde de sıkışıklık ve huzursuzluk vardı: Hapsedilmiş hareketsizliğin titrek gerginliğiyle durmadan gevezelik ederek bir aşağı bir yukarı yürüyen insanlar pır pır edip ışıldıyordu.
Kadınların cıvıl cıvıl şakalaşmaları, sandalyelerin önünde sürünün bir lafazan huzursuzlukla geçmesi ve güvertenin dar geçitlerinde aralıksız dönerek sürekli karşılaşmaları bana bir şekilde acı veriyordu. Yeni bir dünya görmüş, hızlıca iç içe çöken görüntüleri, birbirini kovalayan bir hızla içime çekmiştim. Şimdi üzerinde düşünmek, parçalara ayırmak, düzenlemek, görüş alanıma zorla gireni taklit ederek tasarlamak istiyordum ama kalabalık bulvarda bir dakika dur durak yoktu. Bir kitabın içindeki satırlar, konuşarak yanımdan geçenlerin uçup giden gölgelerinde siliniyordu. Geminin bu gölgesiz, gezintili dar sokağında insanın kendiyle baş başa kalması imkânsızdı.
Üç gün boyunca uğraştım, pes ederek insanlara ve denize baktım ama deniz hep aynı kalıyordu, mavi ve boş, sadece günbatımında aniden tüm renkler üstüne boşalıyordu. Ve insanlar, onları üç yirmi dört saatin sonunda artık ezbere biliyordum. Her surat bıkkınlık verecek kadar tanıdık geliyordu, kadınların tiz gülüşleri sinir bozuyor, iki komşu Hollandalı subayın paldır küldür kavgaları artık rahatsız etmiyordu. Kaçmaktan başka çare yoktu ama kamara sıcak ve nemliydi, salonda İngiliz kızlar durmaksızın kesik kesik valslar çalarak kötü piyano müziği üretiyordu. Sonunda kararlı bir şekilde zaman düzenini ters yüz edip önce birkaç bardak birayla kendimi uyuşturdum, akşam yemeğini ve dans akşamını uyuyarak geçirmek için öğleden sonra kamarama indim.
Uyandığımda kamaranın küçük tabutunda her yer karanlık ve boğuktu. Vantilatörü kapatmıştım, bu yüzden hava yağlı ve nemli hâlde şakaklarıma dalga dalga vuruyordu.
Duyularım bir şekilde uyuşmuştu: Zaman ve mekâna geri gelebilmem birkaç dakika sürdü. Gece yarısı çoktan geçmiş olmalıydı, çünkü ne müzik ne de dur duraksız ayak seslerini duyuyordum: Sadece makine, Livyatan’ın nefes alan kalbi, geminin çıtırdayan gövdesini soluk soluğa görünmezliğe itiyordu.
El yordamıyla güverteye çıktım. Orası boştu. Başımı kaldırıp bacanın tüten kulesine ve hayalet gibi parlayan direklerin üstüne bakınca aniden gözlerimi büyülü bir parlaklık doldurdu. Gökyüzü parlıyordu. Gökyüzü, içinde uçuşan beyaz yıldızlara karşı karanlıktı ama yine de parlıyordu; sanki orada bir kadife perde muazzam bir ışığı örtmekteydi, sanki ışıldayan yıldızlar da o tarif edilemez aydınlığın içinden parlayıp sızdığı yırtıklar ve deliklerdi. Gökyüzünü o geceki gibi hiç görmemiştim; öyle parlak, öyle çelik mavisi gibi sert ama yine de ışıldayan, sızan, çağlayan ve taşan bir ışık, aydan ve yıldızlardan örtülü bir şekilde akıyor ve gizemli bir iç taraftan yanıyor gibiydi. Beyaz cila, geminin bütün kenar hatlarını kadifemsi karanlık denize karşı ışıldatıyor, bütün siluetler bu sel gibi akan parıltının içinde eriyip gidiyordu: Aynı şekilde direklerin tepesindeki ışıklar ve onların üstündeki gözetleme yerinin yuvarlak gözü de boşlukta asılıymış, gökyüzünün parlak yıldızları arasında dünyevi sarı yıldızlarmış gibiydi. Ama tam başımın üstünde titrek elmas çivilerle görünmezliğe çakılmış büyülü takımyıldızı, Güney Haçı duruyordu, havada süzülüyor gibiydi, ancak hareket eden sadece gemiydi, devasa bir yüzücü sessizce titreyerek nefes alan göğsüyle bir aşağı bir yukarı, bir aşağı bir yukarı hareket edip karanlık dalgaların arasından geçiyordu.
Öyle durup yukarı baktım:
Yukarıdan sıcak suyun döküldüğü bir banyoda gibiydim, ancak buradaki ışıktı, beyaz ve ılık hâlde ellerimi yıkıyor, omuzlarımdan ve başımdan yumuşak ve beyaz dökülüyor ve bir şekilde içime işliyor gibiydi, çünkü içimdeki donukluk aniden tamamen aydınlanmıştı. Özgürleşmiş, rahat bir şekilde nefes alıp birdenbire dudaklarımda berrak bir içecek gibi, içinde meyvelerin nefesi, uzak adaların kokusu olan yumuşak, mayalanmış, hafif sarhoş edici havayı mutlulukla hissettim. Gemiye bindiğim andan beri beni ilk kez rüya görmenin kutsal şehveti; hatta daha da şehvetli bir başka şey, vücudumu, etrafımı saran şu yumuşak şeye bir kadın gibi verme arzusu sardı. Bakışlarımı beyaz hiyerogliflere doğrultarak uzanmak istedim. Ama şezlonglar, güverte iskemleleri kaldırılmıştı, boş gezinti güvertesinde rüya görmek için mola verebilecek bir yer yoktu.
Bu yüzden, nesnelerden gittikçe daha şiddetli bir şekilde bana yansıyormuş gibi görünen ışıkla gözlerim tamamen kamaşarak el yordamıyla yavaş yavaş geminin önüne doğru ilerledim. Bu tebeşirimsi beyaz, göz kamaştırıcı yıldız ışığı neredeyse acı veriyordu, ama ben kendimi gölge bir yere gömmeyi, bir şilteye uzanıp bu parıltıyı kendimde değil, sadece benden yukarıda, eşyalarda yansıyarak görmeyi arzuluyordum, tıpkı karanlık bir odadan dışarıdaki manzarayı izler gibi. Sonunda halatlara ayağım takıla takıla demir dişlilerin yanından geçip geminin omurgasına kadar geldim; aşağıya bakarak geminin burnunun nasıl karanlığa daldığını, erimiş ay ışığının, yarığın iki yanına köpürerek püskürdüğünü gördüm.
Saban tekrar tekrar yükselip simsiyah akan kütlenin üstüne tekrar tekrar batarken mağlup olan elementin acısını, bu ışıldayan oyunda dünyevi gücün tüm şevkini hissettim. Ve bakarken zaman nasıl geçti anlamadım. Bir saat mi durmuştum, yoksa sadece dakikalar mı geçmişti: Geminin devasa beşiği, bir aşağı bir yukarı beni zamanın dışına sallıyordu. Şehveti andıran bir yorgunluğun üstüme çöktüğünü hissettim. Sadece uyumak, rüya görmek istiyordum ama bir yandan bu sihirden de uzaklaşmak, aşağıdaki tabutuma gitmek istemiyordum. İstemsizce ayağımla altımda bir halat yığınına dokundum.
Gözlerimi kapatarak oturdum üstüne ama etraf tamamen kararmadı, çünkü gözlerimin üstüne, benim üstüme gümüş parıltılar akıyordu. Aşağıda suyun sessiz çağlaması, üzerimde ise işitilmeyen sesiyle dünyanın beyaz nehri. Ve bu çağlama yavaş yavaş kanıma taştı: Artık kendimi hissetmiyordum, bu nefes benim mi ya da geminin uzaktan atan kalbi mi bilmiyordum, akıyordum, bu gece yarısı dünyasının dur duraksız çağlamasında akıp yayılıyordum. Dibimde sessiz ve kuru bir öksürük irkilmeme sebep oldu. Neredeyse beni sarhoş eden rüyamdan sıçrayarak uyandım. Şimdiye kadar kapalı olan göz kapaklarıma vuran beyaz ışıktan kamaşan gözlerim, kırpışarak açıldılar: Tam karşımda, bordanın gölgesinde bir şey gözlük yansıması gibi ışıldamıştı ve şimdi ise kalın, yuvarlak bir kıvılcım parladı, bir piponun koruydu bu. Anlaşılan, oturup sadece aşağıdaki köpüklü pruva yarığına ve yukarıdaki Güney Haçına baktığımdan, başından beri burada hareketsizce oturan bu komşuyu fark etmemişim. İstemsizce, hâlâ donuk duyularla Almanca konuştum: “Affedersiniz!”
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAmok Koşucusu
- Sayfa Sayısı72
- YazarStefan Zweig
- ISBN9786052652855
- Boyutlar, Kapak, Karton kapak
- Yayıneviİthaki Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ucube Kocakarılar ~ Terry Pratchett
Ucube Kocakarılar
Terry Pratchett
“Müdahale etmeme meselesine ne oldu?” diye sordu Magrat. “Bu gerçek bir müdahale değil,” dedi Ogg Ana huzursuzca. “Bu yalnızca işlerin yolunda gitmesine yardımcı olmak....
- Kulaktaki Meşale: Bir Yaşamın Öyküsü ~ Elias Canetti
Kulaktaki Meşale: Bir Yaşamın Öyküsü
Elias Canetti
Elias Canetti, otobiyografik üçlemesinin bu ikinci kitabı Kulaktaki Meşale’de, Viyana’da geçen ilkgençlik günlerinin karmaşık atmosferine taşıyor okuru. Kurtarılmış Dil’de hem çocukluk travmalarını hem de...
- Ceza Kanunu, 353. Madde ~ Tanguy Viel
Ceza Kanunu, 353. Madde
Tanguy Viel
Tanguy Viel, bir cinayetin altında yatan kişisel ve toplumsal sorunları, bunların nasıl kesiştiğini masaya yatırıyor. Bir hâkimin önünde, Martial Kermeur, kazanma umudu olmadan, emekliye...