Bir stüdyo daire.
Zoraki ev arkadaşlığı.
Platonik bir aşk.
Ve altı hafta boyunca sürdürülecek bir sevgililik deneyi.
Yani kesinlikle işlemeyecek bir plan daha.
Rosie Graham’ın bir sorunu vardı. Daha doğrusu birkaç sorunu. Anonim sürdürdüğü yazarlık kariyerine odaklanmak için işinden istifa etmiş ama ailesine bunu söyleyememişti. Şimdiyse tek sayfa bile yazamıyordu. Dairesinin tavanı da çökmek için tam bu dönemi bulmuştu. Neyse ki en yakın arkadaşı Lina’nın yedek anahtarı ondaydı.
Ama dairede Lina’nın kuzeninin kalacağından habersizdi. Aylardır Instagram’dan gizli gizli takip ettiği Lucas Martín’i dikkat dağıtan gülümsemesi ve baş döndüren aksanıyla karşısında bulmayı beklemiyordu.
Lucas tadilat bitene kadar beraber kalmalarını teklif ettiğinde, Rosie ateşle oynadığının farkındaydı. Fakat yeni ev arkadaşının bir sonraki acayip önerisini kabul ederse yanacakları kesindi: Rosie’nin romantik ilhamını yeniden ateşlemek için baş başa bir dizi deneysel randevuya çıkmak.
Çiçeği burnunda yazarın kaybedecek bir şeyi yoktu. Midesinde uçuşan kelebekleri kontrol altında tutabilirdi. Ancak Lucas’ın New York’taki zamanı kısıtlıydı ve altı hafta ne romandaki ne de gerçek hayattaki aşka kavuşmak için yeterliydi.
Aşkı bekleyenler, sabırlı olun.
Aşk bir ilgi budalası.
Yalnızca hayatınıza ihtişamlı bir giriş
yapacağı günü bekliyor.
BİRİNCİ BÖLÜM
Biri evime girmeye çalışıyordu. Düzeltiyorum. Aslına bakarsanız kaldığım daire benim değildi. Geçici bir süreliğine oradaydım. Yine de bu gerçeği değiştirmezdi. New York’un şaibeli mahallelerinde yaşarken edindiğim tecrübelere dayanarak şunu söyleyebilirdim ki, biri kapınızı çalmıyorsa içeri davetsiz girmeyi dert etmiyor demektir. Bir numaralı kanıt: Israrla zorlanan sokak kapısının zangırtısı. Neyse ki kilitliydi. Sonra gürültü kesildi ve bir süredir tuttuğum nefesimi bırakabildim. Gözlerimi kapıdan ayırmadan bekledim. Pekâlâ. Belki de ben yanılmıştım. Bir komşu, dairesini karıştırmıştı herhalde. Ya da dışarıdaki her kimse eninde sonunda kapıyı çalacaktı ve…
Kapıdan sanki biri omuz atıyormuş gibi güm diye bir ses gelince irkilerek geri sıçradım. Anlaşıldı. Kimse kapıyı çalmayacaktı. Muhtemelen bir komşu da değildi. Havayı ciğerlerime çekmeden sığ bir nefes aldım. Ama bir dakika ya. Ciğerlerimin hiçbir suçu yoktu. Böyle bir günün ardından temel fonksiyonlarını yerine getiremediği için beynime de yüklenemezdim. Birkaç saat önce, son beş yıldır oturduğum sevimli, bakımlı, canımın içi dairem başıma yıkılmıştı. Çok ciddiyim. Öyle tavandaki bir çatlaktan üzerime biraz toz yağmasından falan da bahsetmiyorum.
Tavanın bir bölümü yıkıldı. Bildiğiniz yıkıldı. Gözlerimin önünde tavan neredeyse üzerime çöküyordu. Kocaman bir delik açıldı ve yukarıdan bana bakan üst kat komşum Bay Brown’un mahrem yerlerini görme şerefine nail oldum. Bu arada bilmeseydim de olurdu dediğim bir şey öğrendim: Orta yaşlı komşum robdöşambrının altına hiçbir şey giymiyordu. Diğer bir deyişle, donsuz geziyordu. En az kanepenize doğru yürürken başınıza koca bir beton parçası düşmesi kadar travmatik bir sahneydi. Ama daha da çekeceğim vardı anlaşılan. Şimdi de biri zorla içeri girmeye çalışıyordu.
Bay Brown’un meraklı bakışları ve özgürce sallanan… malum yerleri altında elimden geldiğince hızlı bir şekilde eşyalarımı toplamış ve soluğu aklıma gelen tek yerde almıştım. Şu anda kapısı zorlanan bu dairede.
Biri yabancı bir dilde küfretti ve kilidi kurcalamaya devam etti. Hay aksi şeytan. Soymak için New York şehrinde yaşayan sekiz milyon insan arasından bula bula beni bulacaktı tabii, değil mi? Parmaklarımın ucuna basa basa arkamı dönüp stüdyo dairenin kapısından uzaklaştım ve sığınacak bir yer aradım. Tanıdık mobilyalara ve eşyalara göz atarak seçeneklerimi değerlendirdim. Dairenin açık planı sağ olsun, saklanılacak doğru düzgün tek bir yer bile yoktu. Kapısı olan tek yer banyoydu ve onun da kilidi yoktu. Hobilere ayrılan tembel bir pazar gününün ürünü olan kilden yapılmış yamuk yumuk bir mumlukla dokunsan dağılıverecekmiş gibi duran bohem tarzda bir ayaklı lambadan başka silah olarak kullanabileceğim bir şey de göremedim. Pencereden kaçamazdım çünkü ikinci kattaydım ve binanın yangın merdiveni yoktu.
Kapıdakinin öfkeyle söylendiğini şimdi daha net duyuyordum. Hafiften boğuk, müzikal bir tınısı vardı ve tanımadığım ya da anlamadığım kelimeleri gürültülü bir oflama takip etti. Kalp çarpıntıları arasında parmaklarımı şakaklarıma bastırarak giderek artan paniğimi yatıştırmaya çalıştım. Daha kötüsü de olabilirdi, dedim kendime. Kapıdaki her kimse,belli ki bu işte pek becerikli değil. Hırsızlıkta. İçeride olduğumu da bilmiyor. Daireyi boş sanıyor. Dolayısıyla avantajlı… O sırada telefonuma gelen bildirimin gürültülü ve keskin bip sesi bütün evde yankılandı. Artık evde birinin olduğunu biliyordu. Kahretsin. O telaşla mutfak adasının üzerinde duran aletlerden birine doğru atıldım. Aramızda üç ya da dört adım vardı. Ama ileri doğru üç dört adım atmak gibi temel fonksiyonlarını henüz yerine getiremeyen beynim mesafeyi yanlış hesapladı ve kalçam bir tabureye çarptı. “Hayır!” diye inlediğimi duydum ve ellerim tabureye doğru uzandı. Ama onu yakalayamadım ve…
Tabure güm diye yere çarptı. Gözlerimi gayriihriyari kapadım. Beynim en azından beni sebep olduğum kargaşadan korumaya çalışıyor gibiydi. Büyük patlamadan sonraki sükûnetin fırtınadan önceki sessizlik olduğunu biliyordum. Tek gözümü açtım ve kapıya baktım. Belki de onu ya da onları korkutup kaçırmıştım. Bu kadar şanslı olabilir miydim? “Merhaba?” diye seslendi kapının ardındaki boğuk ses. “Evde kimse var mı?” Lanet olsun.
Omuzlarımı dikleştirdim ve ağır çekimde gibi yavaşça hareket ederek arkamı döndüm. Belki hâlâ varlığımı inkâr… O gün indirdiğim geri zekâlı motivasyon uygulamasının bildirimi ikinci kez dairede bangır bangır yankılandı. Tanrım. Şanssız günümdeydim anlaşılan. İster karma deyin ister kader kısmet ama belli ki benden daha güçlü bir varlığı fena kızdırmıştım. Peşimdekiler Murphy’yle aptal kanunları bile olabilirdi. Sonunda o aptal uygulamayı susturmak için telefonumu elime aldım.
Bu arada ekranımdaki ilham verici söz gözüme takıldı: fırsatlarını kendin yarat. “Hadi ya?” diye söylendim kendi kendime. “Seni duyabiliyorum,” dedi haneye tecavüze yeltenen şahıs. “Telefonun öttü. Sonra bir gürültü koptu. Ardından yine telefonun öttü.” Duraksadı. “İyi misin?” Kaşlarımı çattım. Muhtemel bir hırsız için ne kadar da düşünceliydi. “Orada olduğunu biliyorum,” diye üsteledi. “Nefesini duyuyorum.” Öfkeyle inledim. O kadar da gürültülü nefes almıyordum. “Tamam, beni dinle,” diye kıkırdadı davetsiz misafirim. Kıkırdadı. Yok artık. Bir de bana gülüyor muydu? “Ben sadece…” “Hayır, sen beni dinle,” dedim çatlak, titrek sesimle. “Her ne yapmaya çalışıyorsan umurumda değil. Ben… Ben…” Hiçbir şey yapmadan, öylece salak gibi dikiliyordum. “Polisi arıyorum.” “Polis mi?” “Aynen.”
Titreyen parmaklarımla telefonumun kilidini açtım. Bu duruma daha fazla seyirci kalamazdım. Bugün canıma yetmişti zaten. “Onlar gelmeden önce birkaç dakikan var. Hemen sokağın köşesinde bir karakol var.” Yoktu ve umarım bunu bilmiyordur diye içimden dua ettim. “Yerinde olsam koşmaya başlardım.” Kapıya doğru minicik bir adım atıp tepkisini ölçmek için bekledim.
Merdivene yönelen telaşlı ayak sesleri duymayı umdum. Ama çıt çıkmadı. “Dediğimi duydun mu?” diye seslendim ve yeniden konuşmadan önce sesime sert bir ton vermeye çalıştım. “New York polis departmanında dostlarım var.” Külliyen yalandı tabii. Beşinci Cadde’deki bir şirkette güvenlik görevlisi olarak çalışan Al amcam vardı o kadar. Ama kapıdaki pislik oralı olmadı çünkü söylediklerimin ardından yine derin bir sessizlik geldi. “Peki, tamam.
Benden günah gitti,” dedim. “Arıyorum artık. Bundan sonra olacakları sen düşün, kahrolası haneye tecavüzcü hırsız!”“Ne?” Uydurduğum abuk sabuk kelimelerin muhtemelen karşı tarafa hiç de tehditkâr gelmeyeceğinin farkındaydım. Yine de aramayı hoparlöre aldım ve birkaç saniye sonra hattın öbür ucundan operatörün sesi geldi: “Dokuz-bir-bir acil çağrı merkezi. Acil durumunuz nedir?”
“Selam…” Hafifçe öksürerek boğazımı temizledim. “Merhaba… Ben… Biri evime zorla girmeye çalışıyor.” “Dur, sahiden polisi mi arıyorsun?” diye bağırdı kapıdaki davetsiz misafir. Ama sonra, “Ah, anladım,” diye ekledi ve yine kıkırdadı. Evet, kıkır kıkır güldü! Benimle alay mı ediyordu? “Seni şakacı.” Birden kan beynime sıçradı. “Şakacı mı?” “Alo?” diye bağırdı operatör. “Hanımefendi? Eğer durumunuz acil değilse?..” “Ama acil,” dedim hemen. “Dediğim gibi, biri evime girdi.” “Kapının önünde duruyorum,” diye araya girdi davetsiz misafir operatörün konuşmasına izin vermeden.
“Evine girdiğim filan yok.” İlk kez birkaç kelimeden uzun konuştuğu için aksanını daha net duyabildim. Bazı sözcükleri vurgulaması tuhaf bir şekilde tanıdık geldi, kafamın içinde bir şeyler yandı. Ama şimdi bunlara ayıracak ne vaktim ne de enerjim vardı. “Girmeye teşebbüs etti,” diye düzelttim “Tamam, hanımefendi,” dedi operatör. “İsminizi ve adresinizi söyler misiniz?” “Anladım,” diye bağırdı davetsiz misafir bir adım gerilememe neden olacak kadar gür bir sesle.
“Bu da o şakalardan biri. Televizyonda görmüştüm. Programı şey sunuyor… Neydi adı? Hani güzel saçlı bir adam…” Duraksadı. “Neyse, boş ver.” Yine duraksadı. “Beni fena kandırdın. Bayağı iyiydin. Bak, hâlâ gülüyorum,” diye ekledi ve avazı çıktığı kadar gülmeye başladığında az kalsın şaşkınlıktan telefonu elimden düşürecektim. “Ama daha fazla uzatmasan da kapıyı açsan? Saat gece yarısını geçiyor ve gerçekten yorgunum.” Sesindeki enerjik tını kayboldu. “Ona çok komik olduğunu söyle. Kendisini tebrik ediyorum.”
Ona mı? Kime? Kaşlarımı çatıp sesimi alçalttım ve telefondakiyle konuşmaya devam ettim. “Duydunuz mu? Bence akli dengesi yerinde değil.” “Akli dengesi yerinde değil mi?” diye seslendi kapıdaki adam. “Deli değilim ben. Sadece yorgunum.” Kapının arkasında bir şey yere düştü ve o olmadığını umdum. Her şeyin üstüne bir de baygın bir adamla uğraşamazdım artık.
Duydum,” dedi operatör. “Hanımefendi, isminiz ve…”
“Ben yanlış mı geldim?” diye seslendi kapıdaki.
Yanlış mı?
İşte, şimdi dikkatimi çekmişti.
“Hanımefendi,” diye tısladı operatör sabırsızca. “Adınızı ve
adresinizi söyler misiniz lütfen?”
“Rosie,” dedim bir solukta. “Rosalyn Graham. Burası teknik
olarak benim evim değil. En yakın arkadaşımın dairesinde kalıyorum. Kendisi yok. Benim de kalacak bir yere ihtiyacım vardı.
Ama evine izinsiz girmedim tabii. Anahtarım vardı.”
“Benim de anahtarım var,” dedi davetsiz misafir.
Kafamda bozuk bir plak dönüyordu sanki.
“İmkânsız,” dedim kapıya kaş çatarak. “Sadece bende yedek
anahtar var.”
“Bayan Graham,” diye araya girdi operatör gergin bir sesle. “Kapınızdaki şahısla konuşmaktan vazgeçip adresinizi paylaşmanızı rica ediyorum. Size bir ekip yollayacağız.” Cevap vermek için ağzımı açmıştım ki kapıdaki yine lafa karıştı. “Bizim kız bu sefer gerçekten kendini aştı.” Bizim kız mı? Yine şu kız. Bir süre ikimiz de konuşmadık. Sonra yine güm diye bir ses geldi. Kapının yanında yere oturmuştu galiba. Hoparlörden gelen “Bayan Graham?” seslenişlerine aldırmadan, “Kimden söz ediyorsun?” diye sordum nihayet.
“Son derece eğlenceli ve yaratıcı bir insan olan küçük kuzenimden,” diye homurdandı kapıdaki.
Nefesim göğsümle ağzım arasında bir yerlerde sıkıştı.
Küçük kuzenim.
Bizim kız.
Adamın fazlasıyla tanıdık aksanı.
Tek olası açıklama zihnimde şekillenmeye başladı.
Yoksa…
Hayır. O kadar aptal olamazdım.
“Bayan Graham?” diye seslendi operatör. “Acil bir durumunuz yoksa…”
“Özür dilerim. Ben…” Gözlerimi kapadım. “Gerekirse yine
ararım. Teşekkür ederim.”
Küçük kuzenim.
Tanrım, olamaz. Kapıdaki gerçekten de Lina’nın kuzenlerinden biriyse rezil olacaktım. Hem de ne rezil olmak Aramayı sonlandırıp telefonu arka cebime koydum ve tekleyen beyin hücrelerime biraz oksijen gitmesini umarak derin bir nefes aldım. “Kuzenin tam olarak kim?” diye sordum cevaptan emin olmama rağmen. “Catalina.” İş resmiyete binmişti. Büyük batırmıştım. Ama New York’ta olduğumuz ve yeterince garip insan ve durumla karşılaştığım için yine de ekledim: “Daha fazla bilgiye ihtiyacım var. İsme posta kutusundan bakmadığını nereden bileceğim?” Aramızdaki tahta engelin ardından gelen uzun ve gürültülü iç çekiş midemin bir takla daha atmasına neden oldu.
“Üzgünüm,” dedim kendimi tutamayarak. Çünkü gerçekten öyleydim. “Ben yalnızca şeyden emin olmaya çalışıyorum…” “Akli dengemin yerinde olduğundan mı?” diye sözümü kesti özür konuşmamın tamamını dinlemeden. “Catalina Martín. 22 Kasım doğumlu. Kumral, kahverengi gözlü. Öyle bir kahkaha atar ki yer gök inler.” Nefesimi tuttum ve yine gözlerimi kapadım. “Ufak tefektir ama onu hafife alırsan bacaklarının arasına tekmeyi yersin ve cidden fena acıtır. Tecrübeyle sabit.” Bir an duraksadı. “Başka ne anlatsam? Hah, buldum. Yılanlardan ve onlara benzeyen her şeyden nefret eder. Birkaç çorabı birbirine dikip içini tuvalet kâğıdıyla doldursan bile çıldırabilir. Zekice, değil mi? Bacağımın arasına tekmeyi bu sebepten yedim zaten. İtiraf etmeliyim ki tam bir eşek şakasıydı.”
Evet. Batırmıştım. Hem de ne batırmak! Çok ama çok fena batırmıştım. Kendimi berbat hissediyordum. O kadar ki, daha fazla açıklama yapmasına bile engel olamadım. “Birkaç haftadır yurtdışında. Balayına çıktı. Peru’ya mı gitmişti?” Onay bekledi ama cevap veremedim. Resmen dilim tutulmuştu. Utançtan yerin dibine geçmiştim. “Şanslı adamın adı Aaron. Uzun boylu ve fotoğraflardan gördüğüm kadarıyla biraz göz korkutucu bir tip.”
Bir dakika. O hâlde… “Henüz bizzat tanışmadık.” Daha Aaron’la tanışmamış mıydı? Ben… Hayır. Hayır, hayır, hayır. Bu olmamalıydı, olamazdı. Ama sonra, “Ne yazık ki düğüne katılamadım,” dedi. Bal gibi olmuştu işte. O andaki hislerimi önceki utancımla karşılaştırmam mümkün bile değildi. Kapının arkasındaki adam en yakın arkadaşımın evini soymaya hazırlanan bir hırsız ya da haneye tecavüze yeltenen akli dengesi bozuk bir şahıs değildi.
Polise yakalatmaya çalıştığım bu adam Lina’nın akrabasıydı. Ama bununla da kalmıyordu. Hayır. Üstelik Aaron’la henüz tanışmayan tek kuzeniydi. Lina’nın kalabalık İspanyol akrabalarından düğüne katılamayan tek kişiydi. Evet, ondan başkası olamazdı. “Duyduğuma göre eğlenceli bir düğünmüş,” dedi beni göğsüme yumruk yemiş gibi sersemleterek. “Kaçırdığıma üzüldüm doğrusu.”
Kapının tokmağını sıkıca kavradığımı fark ettim. Söylediklerini duyup kim olduğunu anlayınca boştaki elim oraya kendiliğinden uzanıvermiş, parmakların tokmağın etrafına dolanıvermişti sanki. O değildir, diyordu içimden bir ses. Bu kadar şanssız olamam. Ama oydu. O olduğunu biliyordum. İster kader kısmet deyin ister talih, yazgımı tayin eden her neyse bavulunu alıp hayatımdan çıkmıştı. Bundan sonra kendi başımın çaresine bakacaktım. Çünkü bu adam düğüne gelmesini gizliden gizliye umduğum tek kuzendi. Tanışma ihtimalimizi düşündükçe bile heyecana kapılmama sebep olan kişiydi.
Âdet yerini bulsun diye beni yanaklarımdan öpeceği günü. Birbirimize hâl hatır sorduğumuzu ve belki de dans edeceğimizi. Beni nedime elbisemle gördüğünü. Nihayet kanlı canlı karşımda durduğunu düşündükçe… Ve tabii başka olasılıkları. Parmaklarım hareket etti ve kapının kilidi çıkırt diye açıldı. Dışarıdaki adamın gerçekten o olduğunu bilmenin kalbime attırdığı taklalarla kapı koluna uzandım. Kaygıyla, hevesle, boğazımda koca bir yumru olmuş umutla. Düğünden önceki birkaç ayda kurduğum aptalca düşler yaptığım kabalıktan ötürü duyduğum utançla gölgelendi. Hevesim vicdan azabıma yenildi. Kalp çarpıntılarıyla kapıyı araladım ve…
Ayaklarımın dibine bir şey düştü. Aşağı baktığımda deminki tok sesin nereden geldiğini hemen anladım. Yerde sırtüstü yatıyordu. Kapıya sırtını dayamıştı galiba ve ben birden kapıyı açınca da dengesini kaybedip yuvarlanmıştı. Kestane rengi, dalgalı saçlarla dolu kafasına bakakalmışken ciğerlerim işlevlerini güçlükle yerine getirebiliyordu. Hafızama kazıdığım ve bununla da kalmayıp ekran görüntüsünü aldığım fotoğrafındaki görüntüsüyle hiç bağdaştıramamıştım bu manzarayı. Fotoğraflarında hep kısacık saçlıydı.
“Gerçekten sensin,” diye mırıldandım ona gözlerimi dikmiş bakarken. “Buradasın. Ama saçların farklı. Daha uzun ve…” Susmamla yüzüme ateş basması bir oldu. Telefonumun ekranını itiraf etmekten utandığım sıklıkta ve uzun dakikalar boyunca işgal eden yakışıklı suratta şaşkın bir ifade belirdi. Ama sonra çikolata kahvesi gözlerinin içi güldü. “Daha önce tanışmış mıydık?” “Hayır,” dedim bir çırpıda. “Yok canım. Yani sadece beklediğim gibi değilsin. Sesinden seni daha farklı hayal etmiştim.” Başımı iki yana salladım. “Ben… Tanrım… Çok özür dilerim. Sadece…” Sadece ne, Rosie? Kulaklarıma kadar kızardığımı hissettim. Yer yarılsa, ki bu şartlarda çok da ihtimal dışı sayılmazdı, koşa koşa içine atlardım. “Özür dilerim,” diye yineledim soluk soluğa. “Sana nasıl yardımcı olabilirim?” Varlığımdan haberi bile olmayan ama yüz hatlarını ezbere bildiğim adam ayağa kalkmakta acele etmedi. Bunun yerine, gözlerini ilgiyle yüzümde gezdirdi.
Sanki yoktan var olup ayaklarının dibine yuvarlanan benmişim gibi. Tam başka bir şeyler daha söyleyecek ve bir ümit zekice laflar edebilecek kıvama geldiğimi düşünürken dudakları aralandı. Meraklı bakışlarının yerini tatlı bir gülümseme aldı ve ne diyeceğimi unutuverdim. Çünkü gülümsüyordu ve bu dünyanın en sevimli, en içten ve çekici gülümsemesiydi. İnsanın elini ayağını birbirine dolaştıracak bir gülümseme. Ekran görüntüsünü aldığım ve ikide bir baktığım o fotoğraftakinden bile daha güzel gülüyordu. “Madem tanışmıyoruz,” dedi yüreğimi eriten, hafiften çarpık o tatlı gülümsemesiyle, “ben Lucas Martín. Lina’nın kuzeni.” Evet. Kim olduğunu tabii ki biliyordum. Ne kadar iyi bildiğimi duysa şaşardı.
İKİNCİ BÖLÜM
Lucas oturduğu yerden bana bakarken muhtemelen ne kadar sorunlu olduğumu düşünüyordu.
“Ben…” Hay aksi. Onunla böyle tanışacağım hayatta aklıma gelmezdi. Kafamda canlandırdığım tanışma sahnesiyle aynı evrenden bile değildi, ki bu kafada canlandırma olayı için bol bol zamanım olmuştu. Bir yıldan biraz fazla. Ve en az bir düzine farklı senaryom vardı.
“Merhaba Lucas,” dedim. “Nihayet tanıştığımıza sevindim.” Nihayet mi? Evet, resmen öyle demiştim. Lucas kaşlarını çattı ve kulaklarım birer alev topuna dönüştü. Muhtemelen yüzüm de pancar gibi olmuştu. “Kesinlikle hırsız değilsin!” diye bağırdım ağzımdan kaçan talihsiz nihayeti unutturma umuduyla. “Ve öyle sandığım için çok üzgünüm. New York’a gelişinin böyle olacağını hayal etmemişsindir. Lina’nın evine gelişinin de diyebiliriz. Neyse. Yerden kalkmana yardım edeyim mi?” Ne var ki Lucas istifini bozmadan sırtüstü yatmaya devam etti.
Birkaç dakika önce yüzüne yayılan gülümseme hâlâ yerli yerinde duruyordu. Orada olmayı hiç dert etmiyor, tüm bunları son derece normal buluyor gibiydi. Ama değildi. Çünkü Lucas Martín buradaydı. Kapımda. Daha doğrusu Lina’nın kapısında. Ve kimse bir başkasının üzerinde bundan daha korkunç bir izlenim bırakamazdı. “Evet, bunu beklemiyordum,” dedi kolunu yukarı doğru uzatıp kendi tepesinde, benim karnımın oralarda sallandırarak. “Ama ne şekilde olursa olsun seninle tanıştığıma memnun oldum, Rosalyn Graham.”
Eline ve uzun parmaklarına baktım. Sonra bakışlarım güneş yanığı bileğine ve onu süsleyen eski, deri örgü bilekliğe kaydı. Bir yanım ona dokunmanın içimde nasıl hisler uyandıracağını merak etti. Ama kollarımı gövdemin iki yanından ayırmadım. “Adımı… nereden biliyorsun?” diye sordum. Soyadımı da söylemişti zira. Eli havada kaldı. Hâlâ gülümsüyordu. “Operatöre söylerken duydum,” dedi rahat bir tavırla. “Bana akli dengesi bozuk dedikten hemen sonra söyledin.” Yüzümü buruşturdum.
“Doğru ya.” Derin bir iç çektim. “Onun için de özür dilerim.” Gözlerimi kırpıştırdım. Kapüşonlusu sıvanınca kolunun yarısı gözler önüne serilmişti. Ama ısrarla elini sıkmadığım için sonunda kolunu indirdi. “Bu gece geleceğini bilmiyordum. Lina hiçbir şey söylemedi. Yoksa polisi aramazdım. Geleceğini bilseydim burada bile olmazdım.” Lucas merak olduğunu düşündüğüm bir ifadeyle başını hafifçe yana eğdi. Sahi neden buradasın? diye sormak istediğini tahmin ettim.
“Bana Rosie diyebilirsin,” diye devam ettim. “Herkes öyle der. Sen de diyebilirsin. Yani istersen tabii. Ya da Rosalyn de olur.” Gülümsemesi tatlı bir kıkırdamayla bölündü. “Rosie,” diye yineledi. Diline yakışıp yakışmayacağını test eder gibi söylemişti adımı. Ya o telaffuzuna ne demeliydi? R’leri yalnızca ses telleri ve diliyle değil de, bütün vücuduyla şekillendirir gibi yuvarlayarak söylemesi…
Her bir kelimesini belirgin bir İspanyol aksanıyla zenginleştirmesi… Adımı daha önce böyle söyleyen biri olmamıştı hiç. Değişik gelmişti ve kesinlikle fazlasıyla baştan çıkarıcıydı. “Rosie,” diye yineledi birkaç saniye sonra. “Qué dulce,”* diye ekledi anadilinde. İspanyolca olduğunu biliyordum ama anlamından emin değildim. “Hoşuma gitti. Sana yakışıyor.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı) Romantik
- Kitap AdıAmerikan Ev Arkadaşı Deneyi
- Sayfa Sayısı392
- YazarElena Armas
- ISBN9786258387643
- Boyutlar, Kapak13,5*21, Karton Kapak
- YayıneviYabancı Yayınevi / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Uykusuz Geceler ~ Sherrilyn Kenyon
Uykusuz Geceler
Sherrilyn Kenyon
Sevgili okuyucularım, Ölümsüz olmanın nasıl bir şey olduğunu merak ettiğiniz oldu mu? Ya insan avlayan vampirlerin peşine düşerek geceler geçirmenin? Sınırsız zenginliğe ve güce...
- Letonyalı Pietr ~ Georges Simenon
Letonyalı Pietr
Georges Simenon
55 Dilde 1,4 Milyar satış! Maigret iş başında… Ama klasik tarzda, bildiğimiz dedektiflerden biri değil o. Eski yöntemleri kullanan, ağzında piposu ve başında melon...
- Miras ~ Miguel Bonnefoy
Miras
Miguel Bonnefoy
Fransa’daki bağları amansız bir salgınla kuruyup giden bir bağcı sağ kalan son asma kökünü cebine koyar ve onu California’ya taşımasını umduğu gemiye biner. Fakat...