Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Altın Köşk Tapınağı
Altın Köşk Tapınağı

Altın Köşk Tapınağı

Yukio Mişima

Bu gizemli altın kuş ne gündoğumunda ötüyor ne kanat çırpıyordu, kendinin bir kuş olduğunu unuttuğuna kuşku yoktu. Ancak onun uçmuyor olduğunu düşünmek de yanlıştı…

Bu gizemli altın kuş ne gündoğumunda ötüyor ne kanat çırpıyordu, kendinin bir kuş olduğunu unuttuğuna kuşku yoktu. Ancak onun uçmuyor olduğunu düşünmek de yanlıştı aslında. Diğer kuşlar gökyüzünde uçarken bu kırmızı altından Anka kuşu parlayan kanatlarını açmış, sonsuza dek zamanın içinde uçmaktaydı. Zaman onun kanatlarına çarpıyordu. Kanatlarına çarpıp geri süzülüyordu.

Kekeme olduğu için hayatı boyunca yalnızlık çeken Mizoguçi, babasının ölümünden sonra Altın Tapınak’ın başkeşişine emanet edilir. Tapınağın güzelliğini bir saplantı haline getiren Mizoguçi’nin bu güzelliğe sahip olma tutkusu onu yıkıcı bir yola sürükleyecektir.

Ali Volkan Erdemir’in güzel çevirisiyle Türkçeye kazandırılan Altın Köşk Tapınağı, 1950’lerde yaşanan gerçek bir olayı konu alıyor. Şiirsel üslubu ve dramatik sahneleriyle dünya edebiyatına damgasını vuran Mişima’nın sık sık ele aldığı şiddet, tutku, din ve tarih gibi konular bu romanda kusursuzca harmanlanıyor.

*

Birinci bölüm

Kendimi bildim bileli babam bana sıklıkla Altın Köşk Tapınağı’ndan1 söz ederdi.

Doğduğum yer, Mayzuru’nun kuzeydoğusundan Japon Denizi’ne doğru uzanan ıssız bir burundu. Babamın memleketi ise Mayzuru’nun doğusunda bulunan Şiraku adında bir yerdi. Babam din adamı olmaya ikna edilince, sapa burunda yer alan bir Budist tapınağına keşiş olmuş, orada evlenmiş ve sonra ben dünyaya gelmişim.

Nariu Burnu civarında uygun bir ortaokul bulunmadığından annemle babamın yanından ayrılıp babamın memleketine, amcamın evine gönderildim ve oradaki Doğu Mayzuru Ortaokulu’na devam ettim. Okul, yürüyerek gidip gelinecek mesafedeydi.

Babamın memleketi, bol güneş alan bir yerdi. Ancak kasım ve aralık aylarında, tek bir bulutun bile görülmediği günlerde bile, aniden yağmur bastırabiliyordu, hem de günde dört-beş kez. Değişken ruh halim bundan mı kaynaklanıyor acaba diye merak etmişimdir hep.

Mayıs günlerinde, okuldan döndükten sonra amcamın evinin ikinci katındaki çalışma odasına çıkar, akşamüzeri karşıdaki tepeleri seyrederdim. Güneş batarken tepenin yamacını kaplayan taze yapraklar, tarlayı kaplayan altın bir örtü gibi görünürdü. Bu manzaraya bakarak Altın Tapınak’ı hayal ederdim.

Altın Tapınak’ın fotoğraflarına ve ders kitaplarındaki resimlerine bakarken zihnimin bir köşesinde hep babamın anlattığı haliyle Altın Tapınak olurdu. Babam tapınağın altın rengiyle parladığını söylemiş falan değildi aslında ama ona göre yeryüzünde onun kadar güzel başka bir şey yoktu. Ayrıca bu tapınağın adının yazıldığı karakterlerin şekli ve hatta tapınağın adının okunuşu bile bende muhteşem bir his uyandırıyordu.

Uzaktaki tarlaların parıldayan yüzeylerini gördükçe, bu parlaklığın görünmeyen Altın Tapınak’ın tarlaların üstüne vuran gölgesi olduğunu düşünürdüm. Fukui bölgesi ile Kyoto bölgesi arasındaki sınırı oluşturan Kiçizaka Geçidi doğuya doğru uzanıyordu. Güneş bu dağ geçidinin üzerinden doğardı. Aslında Kyoto tam aksi yönde bulunmasına rağmen vadideki sabah güneşinin altında Altın Tapınak’ın sabah göğüne doğru uzandığını görür gibi olurdum.

Böyle birçok yerde Altın Tapınak’ın hayalini görürdüm ben; gerçekte tapınağı görmüyordum elbette ancak bu durumu denizi görmeye benzetirdim. Şöyle ki; Mayzuru Körfezi, Şiraku’nun batısında, ondan beş buçuk kilometre uzaktaydı, ne var ki dağlar denizin görülmesine engel oluyordu. Yine de orada denizin varlığını her zaman hissedebilirdiniz; rüzgâr deniz kokusunu getirirdi, dalgalı olduğunda denizden kaçıp gelen martılar tarlalara konardı.

Zayıf bünyeli bir çocuktum, ne koşuda ne de barfikste diğer çocukların önüne geçebiliyordum, hep beni yeniyorlardı; üstüne üstlük doğuştan kekemeydim ve bu da beni daha içe dönük biri yapmıştı. Herkes benim bir Budist tapınağında yaşadığımı biliyordu. Kötü niyetli çocuklar, kekeme bir keşişin kutsal sutraları okumasının taklidini yaparak benimle dalga geçiyorlardı. Ders kitabımızda kekeme bir dedektifle ilgili bir kısım vardı, yüzüme karşı kasten bu kısmı yüksek sesle okurlardı.

Kekemelik, söylememe gerek yok gerçi ama, benimle dış dünya arasında bir engel oluşturuyordu. İlk sesi düzgün olarak çıkaramıyordum. O ilk ses de sanki benim iç dünyam ile dış dünya arasındaki kapının anahtarı gibi bir şeydi ama bu anahtar hiçbir zaman yuvasında düzgün dönmüyordu. Genelde insanlar özgürce konuşuyor, iç dünyaları ile dış dünyanın arasındaki kapıyı açık tutarak rüzgârın oradan rahatça geçmesine izin veriyorlardı ama ben bunu bir türlü yapamıyordum. Paslıydı anahtarım.

Kekemeler, ilk sesi çıkarmak için çabalayıp durdukça iç dünyaları, bedenini ökseden çekip kurtarmak için çırpınan küçük bir kuşu andırır. Nihayet bedenini kurtardığındaysa artık çok geçtir. Şüphesiz ben çırpınırken, dış dünyanın gerçekliğinin ellerini açıp beni beklediğini düşündüğüm zamanlar olurdu.

Ancak beni bekleyen gerçeklik yeni bir gerçeklik olmazdı. Bir gayret dış dünyaya ulaşmayı başardığım anda orasının rengi solar, kayıp giderdi – bunun bana gayet uygun olduğunu düşünürdüm: Bayatlamış gerçeklik, içinden çürük kokusu yayılan gerçeklik, orada boylu boyunca uzanmış olurdu. Böyle bir genç olarak, kolayca düşünebileceğiniz gibi, birbirine karşıt iki tür güç hayali kurardım. Tarihteki diktatörlerin betimlemelerini okumayı severdim. Ben kekeme ve sessiz bir diktatör olsaydım, hizmetkârlarım gece gündüz görüntümden korkarak yaşarlardı. Gaddarlığımı haklı çıkarmak için açık ve akıcı bir şekilde konuşma gereği de duymazdım. Sessizliğimin kendisi her türden gaddarlığımı haklı çıkarırdı. Bir yandan beni hor gören öğretmenlerim ve sınıf arkadaşlarımı teker teker nasıl cezalandıracağımın hayalini kurardım; öte yandan da kendi iç dünyamın kralı, sessiz, net bir görüşe sahip bir sanatçı olduğumu düşlemekten keyif alırdım. Dış görüntüm fakir olabilirdi ama iç dünyam bu haliyle herkesinkinden daha zengindi. Kurtulması zor bir zayıf noktası olan bir gencin kendisinin özel olarak seçilmiş biri olduğunu düşünmesi doğal değil midir? Dünyanın bir yerlerinde beni bekleyen, henüz benim kendimin bile bilmediği bir görevim olduğu hissine kapılıyordum.

Bu tür bir olayı hâlâ hatırlıyorum.

Doğu Mayzuru Ortaokulu, geniş bir araziye kurulmuş, etrafı dağlarla güzelce çevrilmiş, modern ve ferah bir binaydı.

Bir mayıs günü, bizim okulumuzdan mezun olmuş, artık Mayzuru Deniz Kuvvetleri Mühendislik Okulu’nda öğrenim gören bir öğrenci çıkageldi; okulu tatil olunca eski okulunu ziyaret etmek istemiş.

Güneşten yanmış teni, göz hizasına kadar çektiği asker kepinin siperliğinin altından fırlayan gösterişli burnuyla baştan ayağa genç bir kahramana benziyordu. Öğrencilere, şimdiki yaşamında uymak zorunda olduğu katı kurallardan söz ediyordu. Ama her nedense bu zorlu yaşamını sanki lüks ve savurganlık dolu bir yaşamı anlatır gibi bir tonla dile getiriyordu. Her hareketinden kibir okunuyordu; ancak yaşından beklenen alçakgönüllülüğün de bilincinde gibiydi. Üniformasının altındaki gergin göğsü, denizde rüzgâra karşı ilerleyen bir geminin başı gibiydi. Okul bahçesine inen taş basamaklara oturmuştu. Çevresinde onu hevesle dinleyen dört-beş öğrenci vardı; bahçenin eğiminde mayısçiçekleri, lale, bezelyeçiçeği, denizşakayığı, gelincikler açmıştı. Başlarının üzerinde ise manolya ağacının bembeyaz açmış çiçekleri vardı.

Hem konuşmacı hem de dinleyiciler heykel gibi hareketsizdiler. Beni sorarsanız, onlardan iki metre kadar uzaktaki bankta tek başıma oturuyordum. Benim tarzım da buydu işte. Mayısçiçekleriymiş, gururla giyilen üniformaymış, neşeli gülüşmelermiş, tüm bunlara karşı benim tarzım buydu.

Neyse; bu genç kahraman hayranlarından ziyade benimle ilgileniyordu. Sadece ben onun yüceliği karşısında baş eğmemiştim, bu düşünce de onun gururunu zedelemişti. Çevresindekilere benim adımı sordu.

Sonra, “Hey, Mizoguçi!” diye bana seslendi; ilk defa doğrudan bana bakmıştı. Ben de sessizce doğrudan ona baktım. Bana yönelttiği gülümsemesinde bir erk sahibinin pohpohlamasına benzer bir şey vardı.

“Cevap versene, sağır mısın yoksa?”

“Ke-ke-ke kekemeyim ben,” diye yanıtladı hayranlarından biri benim yerime; bunun üzerine hepsi katıla katıla güldüler. Birini küçümseyerek ona gülmek ne kadar da göz kamaştırıcı bir şeydi. Sınıf arkadaşlarımın gençlere özgü zalim bir tavırla gülmelerinde ışıltılı bir şeyler vardı, tamamen açmış yapraklardan yansıyan ışıltılar gibi görünüyordu bana.

“Ne? Kekeme misin? Deniz Kuvvetleri Mühendislik Okulu’na girsene. Kekemelik falan kalmaz, bir günde döve döve düzeltirler seni.”

Her nasıl olduysa bir anda net bir şekilde cevap verdim. Sözcükler pürüzsüz bir şekilde, iradem dışında bir anda ağzımdan çıkıverdiler.

“Girmem. Ben keşiş olacağım.”

Herkes susup kalmıştı. Genç kahraman başını öne eğdi ve yerden bir ot koparıp dudaklarının arasına kıstırdı.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Bahar Karları ~ Yukio MişimaBahar Karları

    Bahar Karları

    Yukio Mişima

    Japonya tarihine ve kültürüne dönük incelikli vurgularla sarsıcı bir aşk hikâyesinin ustalıkla harmanlandığı Bahar Karları, edebiyat tarihinin en önemli romanlarından biri. Tokyo’da eski aristokratlarla...

  2. Kaçak Atlar ~ Yukio MişimaKaçak Atlar

    Kaçak Atlar

    Yukio Mişima

    Bereket Denizi dörtlemesinin ikinci kitabı olan Kaçak Atlar, vatansever bir grubun hazırladığı ayaklanmayı anlatıyor. Değişen toplumsal düzenin kafa karışıklığı yarattığı ve siyasi otoriteye şiddet...

  3. Dalgaların Sesi ~ Yukio MişimaDalgaların Sesi

    Dalgaların Sesi

    Yukio Mişima

    Bereket Denizi dörtlemesi, Bir Maskenin İtirafları, Yaz Ortasında Ölüm, Denizi Yitiren Denizci gibi eserlerinden tanıdığımız Yukio Mişima, Dalgaların Sesi’nde farklı bir yönüyle çıkıyor okurun...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Palto ~ Nikolay Vasilyeviç GogolPalto

    Palto

    Nikolay Vasilyeviç Gogol

    >Gogol, 1842 yılında Rus edebiyatında neredeyse belli bir gelişmenin başlangıç noktasını oluşturan, “Palto” adlı uzun öyküsünü kaleme alır. Rus edebiyatının özellikle de gerçekçi kolunun...

  2. Ayaklı Bela ~ Jamie McGuireAyaklı Bela

    Ayaklı Bela

    Jamie McGuire

    Aşıksan başın belada! Abby Abernathy; geçmişini unutmak için kalkıp uzak bir şehre okumaya gelen, temkinli, kendi hâlinde bir kız. Travis Maddox; hayatını dövüşerek kazanan...

  3. Daima İthaka ~ Luigi MalerbaDaima İthaka

    Daima İthaka

    Luigi Malerba

    Modern İtalyan edebiyatının neoavangart isimlerinden, 1950’lerin basmakalıp sanat anlayışına karşı Marksist ve yapısalcı etkilerle bir araya gelen sanatçıların oluşturduğu Gruppo 63’ün bir üyesi olan...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur