Tarihi romanlarıyla Osmanlı sultanlarının birbirinden değerli hayat hikâyelerini günümüz okuruna aktaran Okay Tiryakioğlu bu defa Selçuklu topraklarına uzanarak atalarımızın atası Alparslanı konuk ediyor sayfalarına. Ve serüven başlıyor! Çağrı Bey önderliğindeki Selçuklu Devleti, Dandanakan zaferinin ardından gücüne güç katarak batıya doğru ilerlemektedir. Henüz yağız bir delikanlı olan Alparslan ise dövüş hocası olan yenilmez Korgandan aldığı eğitimle rüştünü ispatlayarak liderliğe doğru yükselir. Vatan aşkına sevda ateşi katan güzeller güzeli Selcen Kızı kaçırma planları yapılırken, devletin bütünlüğünü hırpalayan iç isyanlar da bir bir bastırılır. Ve nihayet Anadolunun kaderini değiştiren Malazgirt Savaşının vakti gelir. Alparslan ile Roman Diyojenin tarihe mal olmuş bu destansı yüzleşmesine hazır olun.
I. BÖLÜM
DEMİRDEN DAĞLAR
“Sinmiş ebediyet, o gölge, o tül, Yüzünün en ince çizgilerine. Müsterih asırlar geçsin ve örtül, Hülyandan bir lahza ayrılma gene. ”
Ahmet Kutsi Tecer (Lahit)
20 Mayıs 1042 – Hemedan’ın Dört Menzil Kuzeyi
“Bu yurtlukların suyu billur akar Alparslan kardeşlik,” diyerek dirsekleri üzerinde doğruldu sarı yağız delikanlı. Tunç rengi yüzünde kara birer maden filizi gibi yanan gözlerini kısmış, incerek buz tabakasıyla kaplı, aldatıcı bir eğimle uzanan mil kokulu kıyıları süzüyordu. “Tüm bu irili ufaklı isimsiz akarsular otuz menzil şimalde Elburz Dağları’nın arasındaki derin vadilerden doğar ve bir kısmı Hazar Deryası’na dökülür. Geniş derbentler ve apansız daralan boğazlarla bölünen şu karlı sıradağlara bak hele! Bunlara Zağros Dağları derler ey can! Aralarındaki uçsuz bucaksız vadilerde, en derin yeri elli kademi aşan küçük ama derin göller vardır ki, on beş arşına kadar dibini kolaylıkla görebilirsin…”
Bir an durup soluklandı. Az önce soğuk suda attığı kulaçlar yüzünden, güneşin minyatür pırıltılarını hapsetmiş sarışın damlalarla kaplı iri göğsü, hâlâ körük gibi inip kalkıyordu. Limonküfü tonlarındaki saçlarından, kamaşan gözlerine süzülen suları elinin tersiyle şöyle bir silip devam etti, “Dağların karlı zirvelerinden süzülen bu sular kilsiz, topraksız ve çoğunlukla kaynatmadan içilebilir olduğundan işte buncasına berrak olur. Kimi menfezlerin granit cidarlarından mis kokulu, tortusuz şifalı sular süzüldüğünü anlatmıştı bir defasında babam. Ben tanık olmadım, ne var ki içildi mi nefasetinden damaklar eritir, dimağlar titretir bir suymuş. Âdemoğlunun ömrüne misliyle ömür katarmış.”
Hemen karşısında düşünceli bir tavırla oturan sert görünümlü, şahin bakışlı, Alparslan namdar delikanlı, “Horasan’ın ve garbındaki Rum diyarlarına doğru akan suların asıl kıymeti, onlara bu bedeli biçen Oğuzlardan gelir Çaka karındaş, yanılmayasın,” dedi. Başındaki kızıl keçe külah bir yana doğru çalımla eğilmiş, kıvırdığı pamuklu mintanının kollarından damarlı, kalın bilekleri uzanmıştı. Hendesi desenlerle kaplı boğa gönünden yeleği, bahar güneşinin yalazladığı parlak teni kadar aynalı ışıltılar saçıyordu.
Omuzlarını şöyle bir silkip devam etti, “Hele düşün ki dedemiz Korkut dahi öve öve bitirememiştir Horasan illerini. Heveskâr, inadına saadet saçan yemyeşil bir aydınlıktır vadileri. Lığlı ovaları mümbittir, düzenli yağış alır ve bu sebepten bakir topraklarına düşen her bir tohuma, on sürgün iade eder. Sulak yaylalarında, hangi taşı kal-dırsan altından bir görklü memba fışkırır da adamın dişlerini dondurur, yüreğin ateşini dindirir. Bundan dolayı bütün dünyanın gözü Horasan üzerindedir işte karındaşım.” Gururlu bir baş hareketiyle ufukları işmarladı, “Batı’ya, Ermeni ve Rum diyarlarına doğru gideceğiz. Horasan yetmez bize. Pers yurdu dahi yetmez.
“Bak hele; şimdi bu Horasan ve Iran memleketlerinin akarcalarındaki alaca taşların arasında beş renk vardır ki, her biri ayrı bir manaya gelesidir.” Parmağıyla önünde biteviye devinen coşkun suyu işaret etti Alparslan, “Şu demir misali sert görünen, ancak katı vurunca kolaylıkla dökülen kara renkli kömürsü çakıllar şimal yönünü; üzeri kılcal erguvan damarlı, lal ışıltı olan kızıllar cenup yönünü; bahar gökleri renginde olup, yeni kulunların etenesi gibi harelenen tortullar şark yönünü; akça olup, gözyaşı misali inci inci ipildeyen katmerliler de garp yönünü gösterir.
“Gelgelelim bir de sarı renk vardır ki Çaka karındaşım, Türk sarısı derler adına; o ki saf altının, som altının sarısıdır; işte o da merkezde, gönlün payitahtı olan yürekte odaklaşan sevgi demektir. O taşlardan az bulunur, çünkü dumanı tüten yanarcadağların eteklerinde, kara granitlerin, keski büker, pulluk keser özünde saklı durur. Ama altın da aynı işi görür. Âşık, maşukuna bu renk taşlarla süslü bir beşibiryerde verirse eğer, ‘Şimalden cenuba, şarktan garba tüm yollarım sana varır,’ demektir.”
Çaka, mintanını ve yünlü kıl çakışırını, ıslak, uzun içliğinin üzerine geçirirken, “Hele şu karındaşımın dilinden dökülenlere,” dedi şaşkınca gülerek, “neler de biliyor.” Birden yüzü kararıverdi sonra, “Aklında korktuğum şeyler yoktur inşallah kardeşlik.”
“Tam da böyle şeyler var yoldaşım. Hele şu Hemedan’a bir girelim; Merv’e döner dönmez, babam Davut Çağrı Bey’le bu hususu yeniden istişare edeceğim.” Meydan okurcasına şiddetli bir ifadeyle baktı sonra arkadaşına, “Hem amcam Muhammed Tuğrul Bey, atamın gönlünü yapasıdır. Bilirsin ki Dandanakan Muharebesi’nde aldığımız katî zafer sonrası, bilhassa Gaznelilere karşı doğu sınırlarımızın güvence altına alınması ve akabinde batı fetihlerinin yolunda gitmesi, ikisinin de maneviyatlarını kavi kılmıştır.” Koca yumruklarını, bahar göğünün koygun maviliğine doğru uzattı, “Artık adıyla sanıyla bir ‘devlet’ olduk Çaka Bey, bir devlet. Büyük dedemiz Dukak oğlu Selçuk Bey’in adını taşıyan bir ulu devlet. Selçuklu Devleti. Artık biz Türkmenlerin, hak ettiğimiz geniş meralara ve bereketli yurtluklara kavuşma zamanımız çoktan gelmişti.
“Karahanlıların beklenmedik bir anda ikiye bölünmeleri elimizi kuvvetlendirmiştir ki, hem de nasıl. Dandanakan zaferi onların dahi gözlerini yıldırmıştır.” Çamur bulaşmış taze çimlerin arasından aldığı irice bir çakılın ıslak yüzeyinde, düşünceli bir tavırla gezdirdi parmaklarını Alparslan, sonra hafifçe tartarak suya fırlattı. “Semerkant merkezli Batı Karahanlı Sultanı Muhammed Aynüddevle ile sultanımız amcam Tuğrul Bey’in arası gayet iyidir; çünkü öyle olmak zorundadır Çaka, illa ki Karahanlıların başkaca yolları kalmamıştır. Göreceksin, evvel Allah’ın izniyle hiçbir sorun çıkmayacak. Zira bundan böyle herkes bizimle iyi geçinmek peşinde olacak. Muhammed Tuğrul ve Davut Çağrı Beylerin tek başlarına adları dahi düşmanları iliklerine kadar titretir. Hâsılı arzumun bu defasında, daha müspet karşılanacağından bir endişem yoktur ey can.” Göğsünde devinen koca bir soluğun peşinden kararsız bir ifadeyle baktı arkadaşına Alparslan.
Heyecanlı halinin bir zaaf olarak görülebileceğini seziyor ama yine de hislerine mani olamıyordu.
Çaka, yaz kış, sabah akşam her fırsatta ve bulduğu her su birikintisinde yüzmekten enikonu şişmiş gibi duran iri kıyım bedenini iyice esneterek, ilkyaz çiçeklerinin usarelerinden fışkıran o baş döndürücü ıtırı derin derin doldurdu ciğerlerine. Sonra az önce uzandığı ıslak çimenlerin yapıştığı çıplak omuzlarını ve dirseklerini üstünkörü temizlerken tedirgin bir tavırla mırıldandı, “Bu eksik etek meselesi seni tedirgin ediyor karındaşım. Korkarım ki daha bu yaşında canını yakacak bu iş Muhammed Alparslan Bey, bilmiş ol! Dolayısıyla benim de tabii…” Arkadaşını kızdırmaması gerektiğini, zira Alparslan’ın o yıldırım ve duman kokulu bahar fırtınalarını andıran öfkesinin pek yakıcı olduğunu bildiği için mahcup bir tebessüm belirdi Çaka’nın yüzünde. “Kısaca, biraz daha erteleyebilirsin demek istiyorum kardeşim. Devletimiz yeni kurulmuştur ve büyüklerimizin işleri ziyadesiyle başlarından aşkındır.”
Alparslan, Çaka’nın endişe ettiği kadar olmasa da sertleşmişti, “Haklısın dost!.. Ama gel gör ki babamın benim yaşımdayken bin iki yüz süvarisi vardı ki, her biri Gazneli müdafilere kök söktüren on adam hükmündeydiler. Şimdi ben on üç yaşındayım, sen de on beş Çaka Bey; ama bak şu halimize; eğitimlerimiz haricinde sen akşama kadar suyla oynuyorsun, ben de at binip güreş tutuyor ve bir güzelin sevdasıyla eriyorum. Bu yaşımıza geldik, hâlâ küçük çocuklardan farkımız yok. Elle tutulur, gözle görülür hiçbir işe yaramadık. Eyvah bize, veyl bize.”
“Etmen Alparslan Beyim! Dandanakan Harbi’nde beş yüzer kişilik birliklerle düşmanın Baverd istikametinde kaçışını kolaylaştıracak dar geçitleri tutmadık mı? Harbin sonuna doğru dağılan düşmanın peşine düşüp kılıç artıklarını esir almadık, kıyasıya vuruşup pek çoğunu ayaklarımızın altına yere sermedik mi?.. ”
“Kılıç artıklarını!” diyerek alaycı bir ifadeyle yüzünü buruşturup güldü delikanlı.
Çaka, kollarını hayretle iki yana açarak sesini yükseltti, “Allah aşkına, bu meseleyi defalarca konuştuk Alparslan. Ben o zaman daha on iki yaşındaydım, sen de on; Selçuklu Ordusunun Umum Kumandanı Çağrı Bey, o yaştaki çocukları ön safa mı sürerdi sanıyordun Beyim? Sen olsan yapar mıydın, de bana? Sultan Tuğrul Bey ve baban Çağrı Beylerin iltifatlarına mazhar olduğumuzda, senin de benim kadar mutlu olduğunu sanıyordum oysaki…”
Tuğrul Bey’in dağ aslanı, vaşak ve boz ayı postlarıyla döşenmiş ak renkli otağı canlandı ikisinin de gözlerinin önünde. Tevazuu sayesinde alelusul yerleştirilmiş kerevetten bozma tahtı üzerinde ordusunun gençlerine el öptürmüş, her birini ayrı ayrı tebrik etmişti.
“Ettiklerimizi küçümseme karındaş!” diye ekledi Çaka bu defa çetin bir ifadeyle.
“Küçümsemiyorum karındaşım!” Alparslan başını şiddetle iki yana salladı. Ense köküne kadar uzun kara saçları, külahının iki yanından pırıl pırıl sarktı o zaman. “Ben yalnızca. Yalnızca bunalıyorum Çaka Bey.” Kederli ve öfkeli bir ifadeyle önüne baktı sonra.
“Bunalıyorsun evet,” dedi, üzeri örtülü bir hiddetle Çaka. “Çünkü bir an önce Selcen Kız’a kavuşmak telaşındasın… Aksi hâlde hiçbir ciddi işe yönelemeyeceğinden endişe ediyorsun. Oysa o mağrur bir sultan kızı Alparslan karındaşım. Hem bu Gaznelilerin havas takımı, biz Selçuklu Etrak’ına (Türk) hor bakarlar. Tıpkı Çinliler ve uzaktaki Moğolların tüm Türk kısmına tepeden baktıkları gibi.”
Acı bir sesle güldü Alparslan, “Bilirim, hepsi birden ‘sığır çobanları’ diye akıllarınca aşağılarlar bizi. Ama pek yakında yine bizi metbu tanıdıklarında da bu kadar kibirli olabilecekler mi bakalım!”
“Ve şimdi sen Garbi Karahanlı Sultanı Muhammed Aynüddevle’nin kardeşi ve başkumandanı, tahtın varisi Melik İbrahim Böritigin’in kızına talipsin Alparslan. Hem de daha bu yaşında!..”
Alparslan, daha şimdiden keskin hatları belirgin yüzünde açık bir sitemle sordu, “Beni bunun için suçluyor musun kardeşim? Sen benim yüreğimdeki zelzeleleri nereden bileceksin? Hem de hele ne varmış yaşımda?.. ”
Çaka, ilk anda anlaşılmaz bir tavırla güldü, “Yiğit yarsız olmaz ey can, haklısın; lakin kusura bakma, benim hedeflerim daha büyük.
Ben Karadeniz’e ulaşacak ve Cenevizlilere karşı Türklerin ilk büyük donanmasını kuracağım. Babam Çavuldur Boyu reisi İbrahim Bey dahi Sultan Muhammed Tuğrul Bey’in pek yakın dostudur ve ikisi de bana hak verirler. ‘Bu kız işleri, erkeğin savaşçılığını köreltir’ diyor babam. Sense malum mevzuda biraz fazla ataksın ey dost! Oysaki muktedir olabileceklerine insanları inandırabilirsen, tüm dünya yollarına serilir.”
Alparslan, en yakın arkadaşının kendisini hakir görmeyeceğine kesinlikle kaniydi, ancak serinde kıpkızıl bir alev halinde gezen bu gençlik ve tutku. Ah bu zifiri tutku. “Çaka dost, en iyi dostlarımdan birisin ve seni pek severim bilirsin; ama sakın beni küçümsemeye kalkma! Büyük bir bey olacaksın, ille velâkin unutma ki, her zaman Selçuklu Devleti’ne bağlı kalacaksın! Zira bu dünyada Allah’tan sonra tutunacağın tek dal, Selçuklunun sağlam gövdesinden uzanır.”
Çaka, her şeyin farkında olan akıllı insanlara özgün bir sezgiyle geri adım attı, “Seni küçümsemek bana mı kaldı Alparslan? Ben yalnızca düşündüğümü, bu hususta hissettiğimi söylüyorum. Seni canımdan çok severim ve ikaz etmeyi de görevim bilirim. Mertliğimden sebep kınamayasın beni.”
Alparslan, fıtratında sevdiklerine karşı taşıdığı o mülâyemetle derhal öfkesinin dindiğini hissetti. Çok geçmeden arkadaşının gönlünü almak için, “Başaracaksın,” dedi sıcacık bir sesle, “Düşlediğin gibi uçlarda Türklerin ilk büyük donanmasını kuracak, gaza eyleyeceksin ve ben de seni sonuna kadar destekleyeceğim karındaşım. Öz karındaşın Yalvaç Bey dahi yanında olacak. Zira o hainlik bilmez, dünya hırsı taşımayan munis ve sadık bir âdemdir. Ben de evvel Allah’ın izniyle, ağalarım, Alp Sungur Yakuti ve Kavurd Beylere, hatta küçük kardeşim Süleyman Bey’e dahi baskın çıkacak, Selçuklu Devleti’nin idaresini tümden elime alacağım. İrademe ortak tanımayacak, eninde sonunda Konstantiniyye’yi. Evet, Çaka; Konstantinopolis’i fethedecek ve ol Rasul’un müjdelediği büyük ve kutlu kumandan olacağım.”
Çaka, heyecanla el çırparak yaklaştı ve arkadaşının kalın omuzlarını güçlü pençeleriyle kavrayarak, “Başaracağız!” diye bağırdı. “Ben de donanmamla boğazları tutacak ve surları deniz tarafından çevireceğim karındaşım.”
Alparslan’ın gözleri, içleri kaynar su dolu birer cam bilye gibi kımıldadı günün son ışıklarında. Genç Çaka, o kehribarî pırıltıdan ürkerek ellerini arkadaşının omuzlarından indirdi ve geriledi. “Dünya denizlerinin tek hâkimi sen olacaksın Çaka Bey. ” diyordu Alparslan aynı heyecanla, “Sen ve kardeşin Yalvaç Bey, dünyanın bilinmeyen köşelerine dek ulaşacak, arzı deniz yoluyla bir baştan bir başa fethedeceksiniz. Ben de karadan yürüyeceğim karındaşım.”
“He ya dost.” diye onayladı Çaka, “He ya. Dünyayı fethedecek parçalanmaz bir irademiz, cehennem gibi yüreklerimiz ve gençliğimiz var bizim. Tabii evvel şu eğitimlerden salimen çıkabilirsek.” “Çıkacağız,” dedi, kendi kendine fısıldar gibi Alparslan. “Bunlar artık bir son bulacak.”
Çaka, arkadaşının karanlık ışıklar ağan gözlerindeki çelik kadar katı ve soğuk manadan ürkerek durakladı. Çözümleyemeyeceği, ancak pek yakınlarda olduğunu sezdiği ürpertici bir gölgenin yabanıl varlığı çöreklenmişti delikanlının üzerine.
“Bu da ne demek?” diye mırıldandı Çaka. Henüz korkudan olduğunu anlayamayacağı tuhaf, madenî bir tat belirmişti damağında. Gür kaşları çatılmış, sonsuz kulaçların genişlettiği omuzları dikleşmişti. “Her şey son bulacak demekle ne söylemek istiyorsun?”
Ama Alparslan, Çaka’nın derin bir soluk almasını sağlayacak başka bir konuya geçmişti bile: “Selcen Kız benim manevi gücüm ve evlatlarımın asil anası olacak inşallah karındaşım. Soyum böyle yürüyecek ve benden sonra İslam’ın sancağını Roma’nın kalbine, Vatikan’a kadar taşıyacaklar.”
Çaka Bey, genç yüzünün yılmaz manasını güçlendiren pırıl pırıl bir tebessümle, “Galiba haklısın, karındaşım,” dedi. “Sen bu kızı almadan aklını asla büyük fikirlere veremeyeceksin; bu artık anlaşıldı.” “Haydi,” diyerek başını huzursuzca salladı Alparslan. “Davran bakalım. Bizi eğitimi alanında göremezse canımıza okur Temirlan Usta.”
Bir şeyler söylemek ister gibi titreyen dudaklarının tuzlu kıvrımları gölgelendi Çaka’nın, ama sonra başını iki yana sallayarak arkadaşını takip etti.
II
“Hemedan’a yarın gireceğiz ey bey oğulları,” diye hırıldadı, güreş eğitmeni Kültigin Hasan Pehlivan. “Amma duyarım ki sizin gibi süt çocukları, ulu babalarınızı memnun etmez ya da edemez. Babalarınız sizleri sever amma ne yazık ki hoşnut kalmazlar. Şu işe bak!.. Oğuz boyunun ulu Selçuk Devleti, sizin gibi işe yaramazlara kalacak demek, öyle mi? Babalarınız sizleri bize emanet ederken, ‘eti sizin, kemiği bizim,’ demişlerdi; şimdi aklınızı başınıza devşirin ve etlerinizi çiğ çiğ yedirmeyin bize!” Hasan Pehlivan, bir lahit kapısı kadar yekpare görünen ağır gövdesi üzerindeki kalın, terli boynunu şöyle bir kasıp, oklava kalınlığındaki damarlarını kabartarak esnedi. Ardından bir kaya misali iri ve şekilsiz kafasını, az ötesinde ondan çok daha korkutucu bir ifadeyle, yarı üryan dikilmekte olan Temir-lan Usta’ya çevirdi. İki adam sert hareketlerle karşılıklı selamlaştık-tan sonra Hasan Pehlivan, akşamın kızıl kubbesi altında tüten ovadaki ordugâha doğru ağır ağır uzaklaştı.
Temirlan Usta olarak bilinen ve Müslüman olmamakta inat eden bu yaşı belirsiz, iri yarı, dazlak şaman Türk, en aşağı üç kuşaktır, sert yumrukları ayrıca acımasız disipliniyle Türk beylerinin evlâtlarını harp meydanlarına hazırlıyordu. Kılıç başta olmak üzere her türlü silah, dahası boğuşma tekniklerinin esrarlı inceliklerine hâkimiyette benzersizdi. Ganimet için savaşır; seferde çadırında, hazarda geniş bir koruluğun içindeki gösterişsiz kâgir konağında, mahremiyetini titizlikle muhafaza ettiği meçhul bir hayat sürerdi. Ordugâhtayken, hırgüre bulaşmak dışında, geceleri tek başına kaldığı çadırından pek çıkmazdı. Sair zamanlardaki halinden daha da ürkütürdü bu sessizliği. Tek bir çerağın loş ışıkları altında uzun süre geceyi ve tabiatı izleyerek oturur, sonra da sessiz sedasız uyur kalırdı. Fethedilen kentlerin izbe köşelerinde, hatta idrar ve müskirat rayihalı çamurlu arka çıkmazlarında, bir av köpeği gibi belanın kokusunu takip eder, emrindeki muhafızlarla birlikte o güne kadar zulümleri felekleri tutmuş şakilerin kâbusu olurdu.
Alparslan ve Çaka Bey’in tahminlerine göre yaşı altmışı aşalı çok olmuştu; ancak yaz kış vahşi mahlûkların kaba postlarına gömülü, sayısız çarpışmanın ürkütücü yara izleriyle kaplı, tıknaz ancak son yıllarda az da olsa güçten düşen bedeniyle, eski şaman büyülerinin su katılmamış bir tatbikçisi olduğuna inanılıyordu. Alparslan sevmezdi bu adamı, fakat Tuğrul ve Çağrı Beylerin, hatta onlardan önceki ataları Mikail Bey ve kardeşlerinin dahi, diğer birçokları gibi harp teknikleri hususunda bu zebaninin tezgâhından geçmelerindeki hikmeti iyi biliyordu.
Ustalığının ötesinde, Temirlan’ın en temel ve hâkim niteliği, gözünü hiçbir şeyin yıldıramamasıydı. Asla vazgeçmez, kolay ya da zor ayırt etmez, maddi manevi acıyı ve sert hava şartlarını umursamaz, yaralı dahi olsa insanı dehşete düşüren bir kararlılıkla savaşırdı. En sağlıksız vakitlerinde bile bezgin ve bıkkın hallerine şahit olan yoktu, ancak yaşı gereği birebir boğuşmalardan uzak durmaya başlamıştı. Buna karşın sık sık kırk derece ateşle kavrulan sıtmaya mukavemetsiz bünyesini sindirebilmek adına buzlu sulara dalar, o fazlasıyla ürkütücü, dinmek bilmez öfkesini tüm hallerinin bir adım ötesinde tutabilirdi. Bu yüzden uyandırdığı saygıya, huşua yakın deruni bir haz da karışırdı.
Ne var ki şiş göbeği, yanıltıcı bir kofluk ve sevimlilik katıyordu haline. Bedeninin ortasındaki o boğum boğum koca kabartının, güneşte kızmış bir kaya kadar sert ve can yakıcı olduğu, koca Turan’ın tüm ülkelerinde pek meşhurdu oysaki. Talebelerden biri, cesaretini kavi kılıp da, mutlaka çok mühim gördüğü bir hususu danışmak istediğinde, Temirlan, ifadesiz yüzünün o dar ve çıkık alnını öne doğru hafifçe eğerek, ağır ağır muhatabına yaklaşırdı. Orantısızca gelişmiş çene kemiğinin üstündeki adaleler dalgalanarak kasılırdı o esnada. Yeni oluşmakta olan bir dağın engebeli kütlesi gibi kabaran göbeği yavaş yavaş inip kalkar, daha en başından muhatabını yıldırır, pişman ederdi.
Genç melikler ya da bey namzetleri, Temirlan Usta’dan ‘icazet-i külli’ almadan, beyliğe ya da tahta layık görülmeyeceklerinin farkındaydılar. İşte esas olarak bu sebepten, ihtiyar muharibin gözüne girmek için var güçleriyle hudutlarını zorlarlar, kimi zaman eğitim alanından çıkan cenazeleri, kan ve ter içindeki pamuklu idman kıyafetleriyle birlikte şehitliğe defnedilirdi.
Icazet imtihanlarında yalnızca iki kez, o da ancak zekâya dayalı sarih hilelerle mağlup edilebilmişti Temirlan Usta. Bereket versin icazetname için, Usta’yla birebir mücadelede mutlak galibiyet şartı yoktu. İhtiyar savaşçı, öğrencileri arasında çakırpençe gördüklerini üst seviye kumandanlıklar için tavsiye eder, diğerlerini geri hizmetler için ikinci bir elemeye yollardı.
Mezuniyet merasiminin gül suyu ve tütsü kokulu nihayetinde, asil talebelerinin ellerinden öperek, onları şaşırtıcı mertebede saygı yüklü bir tavırla yeni hayatlarına uğurlarken, pek nadir de olsa şefkat ve sevgiyle gülümsediğine şahit olanlar vardı Usta’nın. Zaten bu merasimlerde gözler umumiyetle onun üzerinde olur, her hareketi dikkatle takip edilir, bu gizemli adamın destanını güçlendirecek hayli söylenceye yeni malzemeler eklenirdi.
Temirlan Usta’nın icazete hak kazanmış talebelerine sunduğu bu bambaşka ahval, bundan böyle öğretmenleri değil, ölünceye dek sabık talebelerinin, sadık bendesi olduğu anlamına gelirdi ki, işte o an, artık mazide kalmış tüm ferdi sıkıntıların zihinlerden silindiği mucizevî bir andı. Yetiştirdiği mahir savaşçılar için, hususî birer muvaffakiyet payesi olan bu ‘icazet-i külli’, dalga dalga büyüyen efsanelere karışır; genç ömürlerini ta mezara kadar taçlandırırdı. Hâsılı Selçuk’ta ilk büyük zafer, Temirlan Usta’dan icazeti kapabilecek yeterliliğe sahip olmaktı.
Fakat genç Alparslan’ın gayretine dokunan nokta, böyle bir putperestin, Müslüman gençleri harp şartlarına göre eğitirken, onları arzu ettiği gibi aşağılayabilmesi hatta dövebilmesine, beylerin ya da sultanın en ufak bir itiraz sesi dahi çıkarmamalarıydı. Talebeler, biraz da bu yüzden talimlerde canlarını dişlerine takarlar, ustalarının gözüne girmek kadar, ruhu çürütücü hakaretlerinden ve gaddar dayağından kurtulabilmek için de, oluk gibi ter ve kan dökerler, ancak gerekli…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıAlparslan
- Sayfa Sayısı288
- YazarOkay Tiryakioğlu
- ISBN9786050804362
- Boyutlar, Kapak13,5 X 21,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviTimaş / 2012-8
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Seni Sevmek İstemedim ~ Fatih Murat Arsal
Seni Sevmek İstemedim
Fatih Murat Arsal
Yeşil gözlü gizemli adam, o yaşına kadar pek çok güzel kadın görmüştü. Ama Pınar kadar güzelini, mücadelecisini, vahşisini görmemişti. Ve onu istediğine karar vermesi...
- Arafta Yedi Gece ~ Cihan Çetinkaya
Arafta Yedi Gece
Cihan Çetinkaya
Kaygı yarın ve esaret de dün demek; her ikisi de ölerek kavuştular hürriyete nihayet. Lakin yarım kaldı sevda, yarım kaldı aşk; dünyada her ne...
- Kendime Leyla ~ Yaprak Öz
Kendime Leyla
Yaprak Öz
Çöreklenmiş kalbime karafatma Çilemden yuva kurmuş derme çatma Cin çarpmış rüzgâr, bir hoyrat kasırga Dolandım kendime çare bulmam mı sonbahar kitap kulübü Mevsim: Çiçek...