“Murat İyigün geniş bir tarih yelpazesinde din, ekonomik büyüme ve çatışmalar arasındaki bağlantılar üzerine büyüleyici ve ayrıntılarla zenginleşmiş bir kitap kaleme aldı. Allah Uğruna Savaş, Barış ve Refah, tarih, ekonomi politik, dinî çatışmalar da dâhil olmak üzere çeşitli alanlardaki araştırmacıların ilgisini çekmesinin yanı sıra bugünün kalkınma düzeylerinde görülen farklılıkların tarihsel kökenleriyle ilgilenen daha geniş bir kamuoyunun da ilgisini çekecektir.”
Jacob N. Shapiro, Princeton Üniversitesi
“İnsanlık tarihine ilişkin önde gelen teorilere meydan okuyan bu büyüleyici kitap, dünyanın monoteist dinleri arasındaki rekabetin, içlerindeki rekabetten çok daha güçlü bir gelişmişlik düzeyinin itici gücü olduğunu gösteriyor. İkna edici bir şekilde tartışan, ferasetli ve baştan sonra keyifli olan bu kitap, İslam ile Hıristiyanlık arasındaki mücadelelerin Müslümanların hâkimiyetindeki toprakların yanı sıra Avrupa’da da çok önemli dönüşümlere yol açtığını gösteriyor.”
Timur Kuran, Duke Üniversitesi
Üç büyük dinin arasındaki farklılıklar ölümcül çatışmalara sebep oldu, olmaya da devam ediyor. Fakat dinler arasındaki farklılıklar ve çatışmalar nasıl bu denli siyasetin konusu olmaya başladı? Dahası, bu çatışmalar toplumların gelişimlerini nasıl etkiledi? Yahudilik, İslam ve Hıristiyanlık’ın diğer dinlere nazaran uzun ömürlü olmasının nedenlerinin ve bu dinlerin sosyopolitik avantajlarının izlerini süren Murat İyigün, farklıların üç büyük din arasında çatışmadan ziyade bağlılık oluşturduğunu ileri sürüyor. Tüm bu konuları ele alırken Avrupa ve Ortadoğu’nun toplumsal yapılarını analiz ederek bugünkü siyasete de perspektif sunuyor.
İçindekiler
Önsöz 13
ı
Ön Hazırlıklar
1
Toplumlar, Devletler ve Din 26
1.1 İnanç ve Sosyal Düzen 27
1.2 Tek Tanrıcılıkta Rekabet Ne Kadar Önemli? 31
1.2.1 Ölçek Ekonomilerinin Toplumsal Avantajları 34
1.2.2 Kişiye Özel Manevi Mübadele 38
1.2.3 Ahiretten Kaynaklı Daha Geniş Kapsamlı Zamansal
Ufuklar
39
1.3 Tek Tanrılı Yönetimler… 40
1.4 … ve Çatışma 43
ıı
Tek Tanrıcılığın Yükselişi
2
İmparatorluklar 53
2.1 Bazı Tanımlar 54
2.2 Kaynaklar ve Veriler 56
2.3 Kısa Bir Tarih 58
2.4 Bazı Genellemeler 65
2.5 Hipotez 68
2.6 Tek Tanrıcılıkların Etkisini Saptamak 69
2.7 Tek Tanrılı Dinlerin Liderliği 76
ııı
Tek Tanrıcılık, Çatışma ve İş Birliği
3
İbrahimî Tek Tanrılı Dinlerin Küreselleşmesi 79
3.1 Yahudilik 80
3.2 Hıristiyanlık 83
3.3 İslam 86
3.4 İlk Etkileşimler 88
3.4.1 Muhammed ve Şarlman 88
3.4.2 Kutsal Haçlı Seferleri 90
3.4.3 Mağribi İspanyası (Endülüs) 93
3.4.4 Ortaçağ İslam Bilimi 95
3.5 Zaferden Çatışmaya 98
4
Kavramsal Çerçeve 100
4.1 Bir Taslak 106
4.2 Kaynaklar, Çatışma ve Bölgesel Fetihler 110
4.3 Dinin Bunlarla Ne İlgisi Var? 113
5
“Karanlık Taraf” Ortaya Çıkıyor 117
5.1 Yerel Bir Kabileden Küresel Bir İmparatorluğa 117
5.1.1 Temeller 117
5.1.2 Devlet ve Yönetim Biçimi 121
5.2 Cihat, İslam ve Osmanlı Devleti 124
5.3 Batıya Dönük Fetihler 126
5.3.1 Altın Çağ 127
Fatih Sultan Mehmet (Fatih), 1432-81 128
Yavuz Sultan Selim (Yavuz), 1465-1520 129
Kanuni Sultan Süleyman (Muhteşem Süleyman), 1494-1566 130
6
Osmanlı’nın Dini ve Protestanların Yazgısı 137
6.1 Charles, Francis ve Ferdinand 138
6.2 Alman İmparatorluk Meclisleri, AvusturyaMacaristan ve Papalık Müessesesi
142
6.3 Kâfirlerle İş Yapmak 148
6.4 Hipotez 150
6.5 Veri Kaynakları ve Tanımlamalar 151
6.6 Olgulara Dayalı Bakış Açısı 152
6.7 Başlıca Bulgular 153
6.7.1 Osmanlı Savaşları ve Avrupa İçi Şiddet 155
6.7.2 Osmanlılar ve Protestan Reformu 157
6.8 Zenginlik Ülkesinin Şafağında 159
7
Şu Harem Geceleri 163
7.1 Osmanlı Fetihlerindeki Eğilimler 168
7.2 Harem Hiyerarşisi ve Soy Kütüğü Bağları 169
7.3 Hipotez 179
7.4 Başlıca Sonuçlar 180
7.5 Tartışma 181
7.6 En İyisini Anneler mi Bilir? 184
7.7 Kültürel Kimlik, Etnisite ve Din 186
ıv
Barışçılık, Birliktelik ve Refah
189
8
Kültür, Çatışma ve Barış
8.1 Verilerin Anlattıkları 191
8.2 Temel Bulgular 197
9
Çatışma, Politik Etkinlik ve Ulusal Sınırlar 209
9.1 Çatışmalar ve Kurumsal Nitelik 209
9.2 İkazlar, Nitelikler ve Etki Kanalları 211
9.3 Sınırlar da Çatışmanın Tezahürüdür 212
10
Dine Dayalı Birlikte Yaşam, Sosyal Barış ve Maddi
Zenginlik
215
10.1 Aralarında Bir Bağlantı Var mı? 215
10.2 Bireysel Sonuçlar 217
10.3 Kurumsal Sonuçlar 223
10.4. Karşılaştırmaya Dayalı Bir Gelişim Açıklaması 228
11
O Sırada, Doğu… 230
11.1 Avrupa’nın Gözünden Hasta Adamın Bilişsel
Uyumsuzluğu
237
11.2 Dış Düşmanlar ve İslami Uyum(suzluk) 242
11.3 Muallakta Kalmış Bir İslam Reformu mu? 245
Kaynakça 253
Dizin 267
Önsöz
İnsan akılcılığı ve aydınlanma, bugüne kadar dünyanın bazı bölgelerinde eşi benzeri görülmemiş yaşam standartlarını ve modern ekonomik refahı bize miras olarak bırakmış olabilir. Fakat toplumların ve yönetim biçimlerinin tarihsel bakımdan gelişim gösterme tarzları üzerinde dinî inançların derin etkisinin olduğunu yadsımak zordur. Bu inançlar arasındaki farklılıklar, bilhassa üç büyük tek tanrılı dinin (Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam) müritleri arasında, insanlık tarihinde görülebilecek en kanlı çatışmalardan bazılarına da yol açmıştır.
21. yüzyılda acı verici biçimde gözlemlemeyi sürdürdüğümüz gibi, din ve inanç farklılıkları çoğu zaman siyasi gerilimleri ve görünüşe bakılırsa çözümsüz çatışmaları harekete geçirme noktasında yeterlidir hâlâ. Tek tanrılı dinlerin doğasında var olan Tek Tanrı/Tek Gerçek Din ikiliği, bazı grupların ve toplumların dünyagörüşüne can alıcı bir bağlam sağlamaya tekrar tekrar devam eder. Dinin sosyopolitik ve ekonomik değişimdeki rolünü keşfetme konusunda uzun ve el üstünde tutulan bir geleneğe sahip alanlarda çalışan sosyologlar, siyaset bilimciler ve felsefeciler açısından bu durum fazlasıyla açıktır. Bununla birlikte, kalkınma iktisatçıları ve iktisat tarihçileri açısından din, neredeyse dokunulması yasak bir mesele olarak kalmıştır. Adam Smith’ten başka hiçbir iktisatçı The Wealth of Nations’da ([1776] 2001) [Ulusların Zenginliği] din meselesine ağırlık vermemişti elbette. Din meselesini ciddiye alan küçük ama olgunluk kazanmamış bir iktisat bölümünün var olduğu da doğrudur. Bu istisnalara rağmen dinin çatışma, iktisat tarihi ve kalkınmada oynadığı rolü konu edinen ekonomi literatürünün bugün bile yetersiz kaldığını söylemek yanlış olmaz.
Din ve inanç, günümüzdeki siyasi, sosyal ve ekonomik anlaşmazlıklarla birlikte toplumların doğasını tam olarak ortaya koyduğuna göre din, çatışma ve iktisadi kalkınma arasındaki ilişki konusunda daha fazla yol kat etmenin iktisatçılık mesleğinin yükümlülüğünde olduğuna inanıyorum. Bu kitabı böyle bir amaçla ve dinin sosyopolitikte ve ekonomide oynadığı tarihsel rolü belirleme ve ölçme girişimi olarak kaleme almış bulunuyorum. Bu girişim bağlamında beslediğim bariz umut, başvurduğum yapıtların, kullandığım araçların ve sunduğum kanıtların kendi değerlerini korumasıdır. Gelgelelim, elinizdeki gibi toplumsal bakımdan hassas ve riskli, yorumlanması tehlikeli kabul edilen girişimlerde, izlenen yöntemin en baştan netleştirilmesinin zorunluluk olduğuna inanıyorum.
Benim izlediğim yöntem basitti: Ele aldığım her konuda, bakış açımı dinin sosyal, politik ve ekonomik işlevleri yönlendirdiği için, umuyorum ki bütünüyle işlevselci bir perspektifi benimsemişimdir. Üstelik ele alınan esas konu fazla karmaşık, tartışmalı ve çoğu zaman hassas bazı meseleleri içerse de elinizdeki kitabın aynı zamanda çok sınırlı ve basitçe kavranan bir odak noktasının olması amaçlanmıştır. Hâl böyle olunca, bu kitabın gerçekte neyi konu edinmediğini belirtmek, benim açımdan akademik bir mecburiyettir. Öncelikle bu kitap, Batı’yla mukayese edildiğinde Müslüman ülkelerin aynı zaman dilimindeki “azgelişmişlik” durumunu konu edinen bir açıklama değildir. Aşağıda, Batı ile Yakın Doğu arasındaki ekonomik ve sosyopolitik farklılıklara karşılaştırmalı bir bakış açısıyla tahsis edilmiş bazı gelişigüzel veriler bulunabilir elbette. Ben bu verileri büyük oranda bağlamsal amaçlarla sınırlandırdım; bu veriler sayıca azdır çünkü önümüzdeki süreç, Batı’nın neden Sanayi Devrimi’yle yükselişe geçtiğini ve İslam Dünyası’nın neden karşılaştırmalı bir noktadan durgunluğa girdiği problemini tatmin edici biçimde açıklayabilir. Buna karşılık, ele alınan konuların her noktasında din, çatışma ve sosyopolitik ve ekonomik değişimlerin var olması ölçüsünde benimsenen esas amaç, toplumların sosyopolitik ve ekonomik açıdan geçirdiği tarihsel evrimde dine dayalı etkilerin rolünü tespit etmektir.
Batı ile Yakın Doğu arasındaki ekonomik ve sosyopolitik farklılıkların temelinde, bu birinci dereceden etkilerin varlığını sürdürmesini olanaklı kılan çeşitli düzenekler ya da yöntemler pekâlâ mevcut olabilir. Elinizdeki kitabın daha sonraki bazı bölümleri bu düzeneklere ve yöntemlere yüzeysel bir şekilde değinmiştir. Burada ima edilen gerçek şudur: Bu kitap aynı zamanda kişi başına düşen gelir, okuryazarlık, yaşam beklentisi, bebek ölümleri ya da sağlık gibi iktisadi refahın dar anlamda tanımlanmış çağdaş kriterleriyle de ilgili değildir.
Konunun gerektirdiği gibi, kitabın tamamına yayılan analizin zamansal çerçevesi, tipik olarak 4,500 yıl öncesinden 17. yüzyılın sonlarına ve 18. yüzyılın başlarına kadar uzanan dönemi kapsıyor; bu tür verilere erişimin bile olanaksız olmasa da zor olduğu bir zaman aralığıdır bu. Bütün bunların neticesi şudur: Bu kitapta benimsediğim fikirlerin tamamı olmasa da büyük kısmının tarihçilerin, filozofların ve ilahiyatçıların yazılarında güzelce dile getirilmiş tarihsel örnekleri mevcuttur ki bunlardan bazıları inanç ve dinin işlevsel veçhelerini daha geniş anlamda siyasi, sosyal, ekonomik istikrar ve güç açısından ele almıştır. Kısmen bu temelden hareketle bu kitapta ele alınan problemler ekonomik gelişme etrafında döndüğü zaman, sosyal gruplar ve yönetim biçimleri arasında ve dâhilinde iç barışın ne oranda muhafaza edildiğine ek olarak, genellikle sözünü sakınmadan altını çizdikleri şey, eski uygarlıkların sosyopolitik istikrarı, dayanıklılığı ve coğrafi boyutudur. Bu kitabın odağında basit ve çok gelişmemiş bir bakış açısı olabilir. Yine de tek nedene dayalı açıklamalardan oluşan bir eser olması da amaçlanmamıştır. Açıkça umuyorum ki bu kitabın bir parça ışık tutabileceği bazı boş alanlar ve ilginç konular var ama ben, dinsel kimlik ile inancın tezahürlerinin ve neticelerinin, burada tartışılan sosyopolitik ve iktisadi gelişmelerin tek belirleyicisi olması şöyle kenarda dursun, en önemli belirleyicisi olduğuna ne inanıyorum ne de anlatmak istediğim şey bu.
Esasında bu kitap, dinin işlevselci veçhelerini insan toplumlarının gelişimiyle harmanlayan can alıcı üç problemi konu ediniyor: Siyasi iktidar ve örgütlü din bu kadar süratli ve başarılı biçimde neden ve nasıl iç içe geçmiştir? Din, tarihsel bakımdan çatışmalarda nasıl rol oynamıştır? Din güdümlü çatışmaların sosyopolitik, demografik ve ekonomik etkileri nelerdir? Hem din hem de inanç tarihsel bakımdan toplumlar bünyesinde çok merkezî rol oynamıştır, fakat MÖ 800 ile MS 600 arasındaki dönem, yeni dinlerin ve manevi inanç sistemlerinin ortaya çıkması noktasında bilhassa verimli bir zaman dilimi olmuştur. Tek tanrılı üç İbrahimî dinin tamamı (Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam), Alman filozof Karl Jaspers’in Eksen Çağı adını verdiği bu dönemde doğmuştu. Burada dikkat çekici olan şey, örgütlü dinin –özellikle Hıristiyanlık ve İslam’ın ve daha düşük oranda Yahudiliğin– Eski Dünya Devletleri arasında nispeten kısa süre içerisinde yaygınlık kazanma düzeyidir.
Bu yaygınlık düzeyi, büyük ihtimalle, tek tanrılı dinlerin doğasında bulunan bazı karşılaştırmalı üstünlüklerin tezahürü olabilir. Bununla birlikte tek tanrılı dinlerin tamamı olmasa da büyük kısmı Tek Gerçek Tanrı temasının etrafında döner ve bu dinler en azından örtük biçimde Tek Gerçek Din’e dayanırlar. Birbirini karşılıklı olarak dışlayan iddiaları iktidar sahibi ve dayatmacı öğretiyle ele aldığınızda er ya da geç iman sahibi kitlelerin birbiriyle mücadeleye giriştiğini görürsünüz. Mevcut gerçekler şunu ortaya koyuyor: En nihayetinde, tek tanrılı dinler ne zaman birbirleriyle karşı karşıya gelse, aralarındaki anlaşmazlıklar genellikle kendi içlerindeki ihtilafları gölgede bırakıp görmezden gelecek kadar güçlüydü. Avrupa ve Orta doğu söz konusu olduğunda, bu tür dinamiklerin, toplumların örgütlenmesi kadar yönetim biçimleri üzerinde de birtakım kalıcı ve ciddi yansımaları olduğunu ortaya koyacağım. Elinizdeki kitap dört kısımdan oluşuyor. Sosyopolitik örgütlenmede ve merkezî devlette dinin oynadığı rolü konu edinen literatürün geniş kapsamlı şekilde tartışılması sayesinde kitabın arka planını oluşturan ilk kısım tek başına kitabın Birinci Bölümünü oluşturur.
Sosyologların hususi olarak hem dinin rolü hem de inançla bağlantılı ahlaki ve etik meselelerin toplumsal istikrara uygun temel oluşturup oluşturmadığı konusunda söyleyecek çok fazla şeyi vardı. Aslında sosyoloji bünyesindeki akımlardan biri, tek tanrıcılığın söz konusu işleve hizmet etme noktasında bilhassa etkili olduğu fikrini desteklemiştir. Öte yandan siyaset bilimciler de merkezî devletin etkinliğine nüfuz etme noktasında dinin ve siyasi iktidarın birbirini ne ölçüde tamamladığı meselesine odaklanmıştı.
Ayrıca üç büyük tek tanrılı İbrahimî din bünyesindeki dinsel çekişmelerin ya da ittifakların tarih boyunca ne ölçüde şiddetli çatışmalar üretip bunları sürdürdüğünü geniş kapsamlı şekilde belgelemişlerdi. İkinci kısım, siyasi otorite ile örgütlü dinlerin toplumlara birtakım sosyopolitik avantajlar bahşederek tarihsel bakımdan nasıl etkileşime girdiğini ele alan iki bölümden oluşuyor. İkinci Bölüm, İbrahimî tek tanrılı dinlerin MS 8 ve 15. yüzyıllar arasında dünya genelinde yayılma ölçeğini ve hızını tespit ederek başlıyor. Ardından tek tanrılı toplumların özellikle de Hristiyanlığa ve İslam’a bağlı olanların– muhtemelen tek tanrıcılığın sunduğu çeşitli sosyopolitik, işlevselci avantajlar sayesinde nasıl gelişip zenginleştiğini belgeliyor. Üçüncü Bölüm, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın ortaya çıkışlarını izleyen kronolojilerini tartışıp belgelere dayandırıyor. Bu dinlerin paylaştığı birçok müşterek fikir olsa da bunlar arasında, özellikle de Ortaçağ toplumlarında nasıl geliştikleri konusunda, aynı ölçüde göz alıcı farklılıklar mevcuttu. Fakat onlara inananların Tek Gerçek Tanrı’nın öğretilerini aktif olarak destekleme noktasındaki gayretkeşliğini ve motivasyonunu kalıcı biçimde harekete geçiren bir ortak özellikleri vardır. Tek tanrıcılığın yayılım gösterme ve sosyopolitik sistemlere uygun istikrar ve dayanıklılık oluşturma noktasındaki başarısı, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’la ilişkili uygarlıkların eninde sonunda doğrudan karşı karşıya geleceklerini anlatıyordu. Üçüncü iş birliği, çatışma ve din arasındaki ilişkiyi masaya yatıran dört kısımdan meydana geliyor.
Bu dört kısım, hep birlikte, tek tanrılı dinlerin kendi inananları arasında vuku bulan dinler arası çatışmaları ne ölçüde yoğunlaştırıp muhafaza ettiklerini belgeliyorlar. Sonuç olarak, dinler arası çatışmaların, çoğu durumda din içi düşmanlıkları bastırıp gözlerden uzaklaştırdığını da ortaya koyuyorlar. Dördüncü Bölüm, aşağıda girişilecek tartışmaya analitik temel sağlamak amacıyla hem iş birliği hem de çatışmada kültürel yakınlığın –hususi olarak dinsel yakınlığın– oynadığı rolü vurgulayan basit bir kavramsal çerçeve sunuyor. Bu çerçeve, dış tehditlerin mevcut iç çatışmaları yoğunlaştırmak yerine grup içindeki iş birliğini hangi koşullarda teşvik ettiğini ortaya koymayı amaçlamıştır.
Osmanlı Türklerinin 15 ve 16. yüzyıllar boyunca, Avrupalı laik ve dinsel otoritelerle girdiği çekişmeler, bu tür çatışmaların somut örneğidir. Bilhassa 15 ve 16. yüzyıllar arasında gücünün zirvesinde olduğu dönemde, Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da derin ve kalıcı etkisinin olması, dinsel ve jeopolitik rekabetin azımsanmayacak kısmını oluşturuyordu. Beşinci Bölüm, Osmanlı İmparatorluğu’nun 14. yüzyıldaki yükselişine şöyle bir göz atıyor ve Avrupa karşısında ne oranda ciddi bir tehdit hâline geldiğini belgeliyor. Göreceğimiz gibi dinsel farklılıklar ile Osmanlıların birbirlerini nasıl gördükleri arasında büyük bir ilişki vardı. Bu farklılıklar ilk Osmanlı hükümdarlarının başlıca emperyal hedeflerinde tezahür etmişti ve Avrupalıların 11 ve 13. yüzyıllar arasında Müslümanlara karşı örgütlediği Kutsal Haçlı Seferleri’nde bunun ilk örnekleri görülüyordu.
Osmanlılar, en parlak dönemlerinde Avrupa’yı kültürel ve iktisadi açıdan geri kalmış bir bölge olarak görmezden gelmişti ama kendi imparatorlukları ile Avrupa toplumları arasındaki sosyal, ekonomik ve politik uçurumun inkâr edilemez bir hâl almaya başladığı 18. yüzyıldan itibaren istemeye istemeye ama ağırkanlı şekilde onu taklit etmeye koyuldular. Buraya kadar anlatılanlar zaten bilinen şeylerdir. Bu kadar bilinmeyen şey ise Osmanlıların Avrupa’da meydana gelen birtakım kayda değer gelişmeleri ne ölçüde etkilediğidir. Sosyal bilimciler çoğu durumda dinin çatışmayı ve iş birliğini ne ölçüde etkilediği meselesiyle ilgilenmiştir.
Oysa iktisatçılar açısından daha geniş kapsamlı ve konuyla eşit ölçüde alakalı bir mesele daha vardır: Eğer dinsel yakınlık varoluşsal tehditler karşısında iş birliğinin sürdürülmesine yardımcı oluyorsa, şu durumda dinsel açıdan farklı tehditlerin ülke içinde bir arada yaşamayı teşvik ettiği ve hem sosyopolitik hem de ekonomik değişime arka çıktığı tarihsel örnekler mevcut muydu? Bu maksatla, 14 ve 15. yüzyıllarda, Roma Katolik Kilisesi’nin tekelci dinî gücüne karşı çeşitli meydan okumaların gerçekleştiğini kabul etmek önemli olsa da bu hareketlerin hiçbiri başarıya ulaşamamıştır. Buna karşılık, 16. yüzyılda Protestanlığın ve ardından onun Zwinglianizm, Kalvinizm ve Anabaptizm gibi çeşitli mezheplerinin doğuşu, hayatta kalması ve gelişmesi, Osmanlı tarihinde dönüm noktasını temsil edegelmiştir. Peki, daha önceki reform girişimleri başarısızlığa uğramışken, Luthercilik ve onun yan kolları nasıl tomurcuk vermişti?
Geleneksel tarih yazımı, Lutherciliğin yükselişini ve yayılmasını, Martin Luther’in 1517’de Wittenberg’deki kale kilisesinin kapılarının önünde arz-ı endam etmesinden yaklaşık 60 sene önceki olaya, matbaanın icadına bağlar. Buna göre matbaa olmadan bir reform en azından Martin Luther’in ateşlediği reform hareketi– söz konusu olmayabilirdi. Gelgelelim, bazı tarihçiler, tek nedene dayalı bu bakış açısına itiraz ederler. Müslüman Osmanlıların askerî gücünün ve Avrupa’daki fetihlerinin aynı zamanda Proteston Reformu’nun Avrupa’da hayatta kalmasına ve yayılmasına yardım ve yataklık ettiğini ileri sürerler. Altıncı Bölüm’de Osmanlıların Protestanlara hangi yollarda yardım etmiş olabileceği ele alınıyor. Mesela bazı yazarlar, Osmanlı’nın Avrupa’ya yönelik girişimlerinin bir yanda Alman Protestan liderler, diğer yanda Kutsal Roma İmparatoru, Habsburg Kralı ve Katolik papalık arasında gerçekleşen pazarlıkları etkilediğini vurgulamıştır. Diğer yazarlar ise Osmanlıların 16. yüzyılın başlarında Habsburglara karşı kazandığı orantısız zaferlerin, Habsburgları sömürüp sermayeye çevirmeye fazlasıyla hevesli olan gelişim aşamasındaki Protestanlar için pazarlık kozuna dönüştüğünü kaydetmiştir.
Tüm bunlar, Avrupa’nın doğu sınırlarına acımasızca saldıran merhametsiz Osmanlı Türklerinin, gerçek dinden ve ilahi istikametten saptıkları için Hıristiyanlara kesilmiş ilahi cezadan başka bir şey olmadığını Martin Luther’in bizzat ilan etmesiyle vuku buluyordu. Altıncı Bölüm, Osmanlıların Avrupa’da gerçekleştirdiği fetihlerin Avrupa içindeki şiddetli çatışmaları, hususi olarak da Protestan reformcular ile Katolik karşı reformcular arasındaki çatışmaları ne ölçüde etkilediğiyle ilgili analizle devam ediyor. Göreceğimiz gibi Protestan reformcularla Karşı Reformcu güçler arasındaki askerî çatışmaların yoğunluğu, olumsuz biçimde Osmanlı’nın Avrupa’daki askerî faaliyetlerine bağlıydı.
Osmanlı’nın askerî fetihlerinin ayrıca Avrupa içindeki düşmanlıkların uzunluğunu etkilediğine ilişkin birtakım sağlam kanıtlar mevcuttur. Üstelik Osmanlıların Avrupa’da giriştiği seferlerin etkisi, Osmanlı sınırından uzaklaştıkça zayıflamadan varlığını sürdürmüş gibi görünüyor. Ama Osmanlıların Avrupa içi çatışmalardaki etkisi zamanla azalıyordu ve 16. yüzyılın sonlarında veya 17. yüzyılın başlarında büsbütün yok olmuştu. Dinsel ve etnik kimlikler, Osmanlı-Avrupa siyasi söylemine ve etkileşimlerine daha incelikli başka biçimlerde de renk katmıştı. Yedinci Bölüm, çatışmaların ve savaşın yönlendirilmesi ve devam ettirilmesinde etno-dinsel bağların etkisine karşı devlet ideolojilerinin etkisini incelemek amacıyla Osmanlı’nın eşi benzeri olmayan emperyal tarihini araştırıyor. Osmanlı tarihinin bu arayışla ilişkisi vardır çünkü İslam uğruna Batı’ya karşı sürdürülen kutsal savaş ideolojisi, sıklıkla Osmanlı’nın Batı’da daha fazla çatışmaya girişmesinin nedeni olarak öne sürülmüştür. Karşılıklı olarak bu iddiayı dışlamayan diğer hipotez ise imparatorluk hareminin Osmanlı devlet meselelerinde hatırı sayılır bir siyasi güce sahip olduğunu ileri sürer.
Üstelik kuruluşunu takiben Balkanlar, Akdeniz ve Karadeniz bölgesinden İslam’a geçenlerin alışılagelmiş biçimde askerî, idari ve saray hiyerarşileri içinde birçok önemli görev üstlendiği imparatorluk, oldukça kısa süre içinde çok ırklı ve çok dinli bir uygarlık hâline gelmişti. Sonuç olarak, dördüncü kısım, dinsel olarak güdümlenmiş çatışmaların ve demografik, sosyopolitik ve ekonomik örgütlerdeki iş birliğinin uzun vadeli sonuçlarını açıklar. Örneğin dinsel ve etnik fraksiyonlara ayrılma, empirik büyüme ve kalkınma literatüründe dikkat çeken bir rol oynar ki onun çok çeşitli sonuçlara neden olduğu defalarca gösterilmiştir. Muhtelif araştırmalarda, etno-dinsel ihtilafların sosyopolitik ahenk, siyasi kurumların niteliği ve uzun vadeli iktisadi büyüme üzerinde zararlı etkileri olduğu tespitinde bulunulmuştur. Toplumsal fraksiyonlara ayrışmanın çeşitli iktisadi ve politik sonuçlar üzerinde önemli etkileri olmasına rağmen, toplumların ilk etapta neden ve nasıl fraksiyonlara ayrıştığına dair çok az şey biliyoruz.
Sekizinci Bölüm, en azından kısmen, dinsel fraksiyonlara ayrışmanın çatışmalar tarihinin bir ürünü olduğunu belgeliyor; tarihsel bakımdan MS 1400 ile MS 1900 yılları arasında daha fazla sayıda Hıristiyan-Müslüman savaşlarının yaşandığı ülkeler, bugün daha yoğun bir dinsel homojenliği yansıtıyor. Takip eden Dokuzuncu Bölüm ise uzun vadeli tarihin ve çatışma örüntülerinin modern dünyada iş başında olan siyasi sınırlar üzerinde de etkili olageldiğini kanıtlıyor. Bu açıdan, MS 1400 ile MS 1909 yılları arasında, imparatorluğu yöneten 31 padişahın altısı dışında hepsinin anne tarafından Türk olmayan ya da İslami olmayan soy kütüklerine sahip olması anlamlıdır.
Öncelikli amaçları arasında kutsal savaşın yer alabileceği güçlü bir imparatorluk açısından, bu etnik çeşitlilik, dinsel kimlik ile çatışmanın sürekliliği arasındaki ilişkiyi araştırmak amacıyla değerlendirilebilir. Bu değerlendirme, Gaza ideolojisinin örneklendirdiği gibi, Osmanlı’nın emperyal hedeflerinin savaşlar ve fetihler açısından önemli ama yeterli olmadığını ortaya koyar. İmparatorluğun emperyal genişlemesi özelinde Batı’ya yöneliminin büyük kısmını dengeleyen, anne tarafından Avrupalı ve Hıristiyan geçmişi olan saltanat sahibi padişahların etno-dinsel kimlikleri de neredeyse aynı ölçüde önem arz ediyordu. Bundan sonra gelen on ve on birinci bölümler, dinî kimlik ve çekişmenin Avrupa ve Ortadoğu’daki gelişmeleri hangi yoldan etkilediğini karşılaştırmalı bakış açısından ele alıyor. Aslına bakarsak Avrupa, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki İslami ve Hıristiyan güçler arasındaki çatışma ve şiddetli mücadeleler sürse de Avrupa’da yayılan şey dinlerin bir arada var olması ve kabulüydü.
Dolayısıyla Avrupa’daki siyasi fraksiyonlara ayrışma tutumuna Hıristiyanlık içindeki dinsel çoğulculuk eşlik etmişti ve bu durum kıtanın ekonomik yükselişinden önce meydana gelmişti. Oysa elinizdeki kitabın son bölümünde ele alındığı gibi, dinler arasındaki fikir ayrılıkları, İslam dünyasının Avrupa’nın ekonomik yükselişine gösterdiği muhtelif tepkilerde rol oynayan önemli bir faktördü. Elinizdeki kitabın iki dört ve altı ile dokuz arasındaki bazı bölümleri temelde niceliksel ve istatistiksel analizlere dayanacak şekilde bir araya getirilmiştir. Fakat kitabı daha geniş bir okuyucu kitlesine ulaştırabilmek amacıyla, bu tür teknik malzemelerin tamamını çevrim içi eklere aldım ve okuyucuları bu kaynaklara ve hakemli profesyonel yayınlarda ve çalışma raporlarında yayımlanan makalelere yönlendirdim. Keza okurlar, kitap ilerledikçe, ilk bölümlerde Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’la ilgili daha geniş kapsamlı yaklaşımın yerini ağırlıklı olarak Hıristiyanlık ve İslam arasındaki ilişkinin belgelenmesi ve analiz edilmesinin almasıyla, vurgunun büyük oranda değiştiğini fark edeceklerdir. Bu gelişim kâh tarihsel kayıtları kâh 15 ve 18. yüzyıllar arasında din ve dinle ilgili temel çatışmaların çoğu durumda İslam’ı ve Hıristiyanlığı benimsemiş toplumlar arasında gerçekleştiği gerçeğini yansıtır.
Bu proje pek çok kişinin desteği, teşviki ve rehberliğiyle hayata geçti, olgunlaştı ve şu anki hâline ulaştı. Bu bağlamda University of Chicago Press’e ve kıdemli editörlerim David Pervin ve Joe Jackson’a gerçekten minnettarım. Gösterdikleri sabır ve iyimserlik kadar gerçekliği yansıtmam ve tutarlı kalmam yönündeki çabaları, bu girişimin başarıya ulaşmasında etkili oldu. Ekonomiyle gerçekten tanışmam, 1990’ların ortalarında Brown Üniversitesi’nde yüksek lisans öğrencisi olduğum sırada gerçekleşmişti. Merhum Herschel Grossman Brown’daki danışmanımdı ve kitaptaki bazı kavramsal malzemelerde onun ekonomi politik alanına yaptığı katkılardan yararlanılmıştır. Herschel’den olağanüstü iç görünün değerini ve ekonomiyle siyasete ilişkin her şeye duyulan tutku ve bağlılığı öğrendim. Northwestern Üniversitesi’nden Joel Mokyr ve Stanford’dan Avner Greif, ekonomi tarihindeki “altın standardını” tayin ettiler ve Duke’tan Timur Kuran, İslam ve ekonomi anlayışımızı başka hiçbir bilim insanının yapamadığı ölçüde genişletti.
Destekleri ve yol göstericiliklerinin yanı sıra daha önceki taslak hâlindeki yazmalarıma dönük ayrıntılı ama yapıcı eleştiriler getirdikleri için çok şanslıyım ve kendilerine son derece minnettarım. Aynı zamanda iki isimsiz eleştirmene de ayrıntılı geri bildirimleri ve yorumları için entelektüel anlamda büyük şükran borçluyum; Brown Üniversitesi Sosyoloji ve Eğitim Fahri Profesörü John Modell ve Colorado Üniversitesi’ndeki meslektaşlarım Lee Alston, Ann Carlos, Wolfgang Keller ve Carol Shiue. Onların desteği ve eleştirel katkıları olmasaydı, bu iddialı girişimin bitme noktasına geldiğini göremezdim.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.