ALEX CAROSS’UN KARŞILAŞTIĞI CANİLER ARASINDA ONDAN DAHA PSİKOPATI YOK. O, ALEX’İN KARISININ KATİLİ!
Kimliği belirsiz bir katil, karısı Maria’yı gözlerinin önünde vurduğunda Alex Cross, Washington d.C. Polis departmanı’nın yükselen yıldızıydı. Alex, intikam ateşiyle yanıyordu ancak yalnız başına büyütmesi gereken çocukları vardı.
Yıllar sonra alex, cesur bir adım atacak, FBI’dan ayrılıp yeniden psikologluğa dönecekti. Çocuklarıyla kurduğu hayat nihayet düzene oturmuş gibiydi. Hatta yeniden aşık olmak için bir umudu bile vardı.
Bir gün Cross’un eski ortağı John Sampson, ondan bir iyilik rica etti. Sampson, Georgetown’da, kurbanlarını korkunç fotoğraflarla tehdit eden bir seri tecavüzcünün peşindeydi. Cross’la Sampson’ın bu acımasız saldırganı durdurmak için, mağdur kadınların ifadesine ihtiyacı vardı ve tecavüze uğrayan kadınlar konuşmayı reddediyordu.
Dava beklenmedik bir şekilde Maria’nın ölümünü işaret ettiğinde, Alex, bunca yıl sonra karısının katilini yakalamak için bir fırsat elde edecekti. Nihayet adalet yerini bulacak mıydı? Yoksa alex, ölümcül saplantısı yüzünden yine bir uçurumun eşiğinde miydi?
***
1. BÖLÜM
“ALEX, BEN HAMİLEYİM.”
O geceyle ilgili her şey o kadar berrak ki. Hala öyle. Geçen bunca yıldan, yaşanan bunca şeyden, tüm o korkunç canilerden, bazen çözülen ve bazen çözülemeyen cinayetlerden sonra bile.
Karanlık yatak odasında kollarımı karım Maria’nın beline dolayıp çenemi omzuna dayayarak öylece durdum. O zamanlar otuz bir yaşındaydım. Hayatımda hiç bu kadar mutlu olmamıştım.
Hiçbir şey bizim; Maria, Damon, Jannie ve benim, sahip olduklarımızın yakınından bile geçemezdi.
1993 sonbaharıydı. Şimdi üzerinden milyonlarca yıl geçmiş gibi geliyor. Saat sabahın ikısiydi. Bebeğimiz Jannie, korkunç bir boğmaca geçiriyordu. Benim zavallı tatlı kızım gecenin çoğunda -daha doğrusu son birkaç gecedir ki, bu kısacık hayatının büyük bir bölümü saydırdı- ayaktaydı. Maria, Jannie’yi kucağında sallayarak You Are So Beautiful‘u mırıldanıyordu. Ben de kollarımı Maria’ya dolamış onu sallıyordum.
Önce ben uyanmıştım ama ne yaptıysam Jannie’yi yeniden uyutmayı becerememiştim. Bir saat sonra Maria gelip bebeği almıştı, ikimizin de sabah erkenden işi vardı. Ben bir cinayet davasında görevliydim.
“Hamile misin?” dedim Maria’nın omzuna doğru.
“Kötü zamanlama ha, Alex? Bizi daha bir sürü boğmaca, emzik, kakalı bezler ve böyle geceler bekliyor.”
“Olayın bu kısmından hoşlandığımı söyleyemeyeceğim. Yani gecenin bir körü ya da sabahın bir vakti uyanmaktan. Ama ben hayatımızı seviyorum, Maria. Bir bebeğimiz daha olacağı için mutluyum.”
Maria’ya sarıldım. Janelle’in beşiğinin tepesine asılı radyoyu açtım. Someone to Watch Over Me‘yle dans ettik.
Sonra, bana o yarı utangaç yarı şapşal gülümsemelerinden biriyle baktı. Belki, daha ilk geceden beni ona aşık eden gülümsemelerinden biriyle. Maria’yla St. Anthony’s’in acil servisinde, acil bir durum sırasında tanışmıştık. Silahla vurulan bir adamı getirmişti. Bir hastasını. İşine yürekten bağlı bir sosyal hizmetler görevlisiydi. Korumacı davranıyordu. Özellikle, benim gibi korkutucu bir cinayet masası dedektifine karşı. Polise güvenmiyordu. Hoş, ben de pek güvenmezdim ya neyse.
Maria’ya daha sıkı sarıldım. “Ben mutluyum. Bunu biliyorsun. Hamile olduğuna sevindim. Hadi bunu kutlayalım. Ben şampanyaları getireyim.”
“Aile babası olmak hoşuna gidiyor, ha?”
“Öyle. Neden bilmiyorum ama öyle.”
“Gecenin bir yarısında cıyaklayan bebekleri seviyorsun?”
“Bu da geçecek. Değil mi, Janelle? Hey, sana diyorum, küçük hanım.”
Maria, gözlerini ağlayan bebeğimizden güçlükle ayırıp dudaklarıma tatlı bir öpücük kondurdu. Ağzı yumuşak, daima davetkar ve seksiydi. Onunla öpüşmeyi seviyordum. Nerede ve ne zaman olursa olsun.
Nihayet kollarımdan kurtuldu. “Sen yat, Alex. İkimizin birden uykusuz kalmasına gerek yok. Benim için de dinlen.” O sırada yatak odasındaki bir şeyi fark ettim. Elimde olmadan gülmeye başladım.
Maria gülümsedi. “Bu kadar komik olan ne?”
Parmağımla işaret ettim. Üç elma. Her birinde tek bir ısırık vardı. Üç pelüş oyuncağın, farklı renklerdeki Barney dinozorlarının ayaklarına dayanmışlardı. Bizim Damon’ın fantastik oyunlarından biri. Anlaşılan oğlumuz, kız kardeşi Jannie’nin odasında biraz vakit geçirmişti.
Kapıda durup ona baktığımda, Maria’nın yüzünde yine o çekingen gülümseme belirdi. Bana göz kırptı. Sonra fısıldadı. Ne söylediğini asla unutmayacağım: “Seni seviyorum, Alex. Hiç kimse seni benim gibi sevemez.”
2. BÖLÜM
DC’NİN ALTMIŞ DÖRT KİLOMETRE kuzeyindeki Baltimore’da, kendine fazlasıyla güvenen iki kiralık katil, ‘SADECE ÜYELER GİREBİLİR,’ yazısına aldırmadan, limana yakın South High Sokak’taki Aziz Francis Sosyal Kulübü’ne daldı. Yirmili yaşlarının sonlarında ve uzun saçlıydılar. İkisi de silahlıydı. Bir çift komedyen gibi sırıtıyorlardı.
O gece, kulüpte yirmi yedi mafya babası ve adamları vardı. Kağıt oynuyorlar, grappa ve espresso içip televizyonda Knicks’in Bullets’ı tarumar edişini izliyorlardı. Birden ortam sessizleşti. İçeri gergin bir hava çöktü.
Kimse Assisi’li Aziz Francis Sosyal Kulübü’ne elini kolunu sallaya sallaya giremezdi, özellikle, silahlı ve davetsiz olarak.
Davetsiz misafirlerden biri -Michael Sullivan adındaki adam- kapıda durup sakin bir tavırla grubu selamladı. Sullivan bunun çok komik olduğunu düşündü. Tüm bu sıkı İtalyanların böyle oturup geviş getirmesinin. Arkadaşı ya da ‘compare‘si ‘şapka’ Jimmy Galati, televizyonda yayınlanan durum komedisi Laverne & Shirley’de Squiggy nin taktığına benzeyen eski püskü siyah fötr şapkasının altından etrafına baktı. Kulüp çok tipikti. Düz sırtlı iskemleler, oyun masaları, derme çatma bar, İtalyan kökenli tipler.
‘‘Bizim için karşılama komitesi yok mu? Bando filan?” diye sordu Sullivan. Onun hayatı sözlü ya da fiziksel meydan okuma üzerine kuruluydu. On beş yaşındayken, Brooklyn’deki evlerinden kaçtıklarından beri o ve Şapka Jimmy herkese ve her şeye karşı birlik olmuştu.
“Sen de kimsin be?” diye sordu kumar masalarının birinden kalkan dev gibi bir adam. Boyu bir doksan vardı. Saçları simsiyahtı. İki yüz kilo falandı ve zamanının büyük kısmını ağırlık çalışarak geçirdiği belliydi.
“Sligo Kasabı’nı duymadınız mı? İşte Kasap o,” dedi Şapka Jimmy. “New York’tan geldik. Herhalde New York’u duymuşsunuzdur, değil mi?”
3. BÖLÜM
İRİ YARI ÇETE ÜYESİ TEPKİ vermedi. Ama siyah takım elbiseli, beyaz gömleği yakasına kadar ilikli, daha yaşlı bir adam tıpkı papa gibi elini kaldırdı. Ve aksanlı bir İngilizceyle ağır ağır konuştu. “Bu onuru neye borçluyuz?” diye sordu. “Kasap’tan söz edildiğini duyduk tabii. Neden Baltimore’dasınız? Sizin için ne yapabiliriz?”
“Geçerken uğradık,” dedi Michael Sullivan yaşlı adama. “DC’de Bay Maggione için ufak bir işimiz var. Bay Maggione’yi tanıyorsunuz, değil mi?”
Odadakilerin çoğu başını salladı. Konuşmanın gidişatından işin ciddiyetini anlamışlardı. New York’un Doğu Sahili’ni ta Atlanta’ya kadar kontrol eden ailenin başında Dominic Maggione vardı.
Herkes, Dominic Maggione’yi tanıyor ve Kasap’ın onun en acımasız katili olduğunu biliyordu. Söylenenlere bakılırsa kurbanları üzerinde kasap bıçakları, neşter ve çekiç kullanıyordu. Newsday‘in muhabirlerinden biri Kasap’ın bir cinayeti hakkında “Bunu bir insan yapmış olamaz,” demişti. Ondan herkes korkuyordu. Çeteler de, polis de. Dolayısıyla, böyle namlı bir caninin bu kadar genç olması odadakileri şaşırtmıştı. Üstelik uzun sarı saçları ve çarpıcı mavi gözleriyle tıpkı bir film artistine benziyordu.
“Eee, sizde hiç saygı yok mu? Herkes saygıdan bahsediyor ama bu kulüpte böyle bir şeye rastlayamadım,” dedi Şapka Jimmy. O da tıpkı Kasap gibi, kurbanlarının ellerini ve ayaklarını kesmekle ün yapmıştı.
Ayaktaki iriyarı adam aniden hamlesini yaptı. Kasap’ın kolu hızla ileri atıldı. Adamın, burnunun ucunu ve kulak memesini doğradı. İrikıyım çete üyesi kesilen yerlerini tutarak gerilerken dengesini yitirip parke zemine devrildi.
Kasap hızlıydı. Belli ki, bıçaklar konusunda denildiği kadar vardı. Tarzı Sicilyalı eski katilleri andırıyordu. Zaten bıçak oyunlarını onlardan birinden, Güney Brooklyn’li yaşlı bir mafya üyesinden öğrenmişti. Uzuvları kesme ve kemik kırma doğal olarak edindiği bir yetenekti. Bunları markası ve zalimliğinin sembolleri olarak kabul ediyordu.
Şapka Jimmy, silahını çekmişti. 45 kalibrelik bir yarı otomatik. Şapka ayrıca ‘Fedai Jimmy’ olarak bilinirdi. Kasap’ın arkasını kollardı. Daima.
Şimdi, Michael Sullivan yavaşça odanın ortasına doğru yürüyordu. Birkaç oyun masasını tekmeledi. Televizyonu kapatıp espresso makinesinin fişini çekti. Herkes birinin öleceğini düşünmeye başlamıştı. Ama neden? Dominic Maggione, bu delibozuğu neden üzerlerine salmıştı?
“Bazılarınızın küçük bir gösteri beklentisinde olduğunu görüyorum,” dedi. “Bunu gözlerinizden okuyabiliyorum. Kokusunu alabiliyorum. Ve kimseyi hayalkırıklığına uğratmak istemiyorum.”
Birden Sullivan, tek dizinin üzerine çöküp yerdeki yaralı çete üyesini bıçakladı. Adam hareketsiz kalana dek bıçağını boğazına, yüzüne ve göğsüne sapladı. Kaç kez vurduğunu saymak imkansızdı. Belki bir düzineydi. Ya da daha fazla.
Sonra tuhaf bir şey oldu. Sullivan, ayağa kalkıp cesedin üzerine doğru eğilerek selam verdi. Sanki bu onun için sadece bir gösteriymiş gibi.
Sonunda Kasap odaya arkasını dönüp istifini bozmadan kapıya doğru yürüdü. Kimseden ya da hiçbir şeyden korkusu yoktu. Omzunun üzerinden seslendi. “Sizinle tanıştığımıza sevindim, beyler. Gelecek sefere biraz saygı gösterin. Bana ve Bay Şapka Jimmy’ye olmasa da Bay Maggione’ye.”
Şapka Jimmy, odadakilere sırıttı. Şapkasının kenarına dokunarak selam verdi. “Çok yetenekli değil mi?” dedi. “Siz bir de onu elektrikli testereyle görün.”
4. BÖLÜM
KASAP’LA ŞAPKA JİMMY 1-95’TEN Washington’a doğru ilerlerken Aziz Francis Sosyal Kulübü’ne yaptıkları ziyareti konuşup kahkahalarla gülüyordu. Ertesi gün -belki öbür güne sarkabilirdi- Washington’da bir işleri vardı. Bay Maggione, yolda Baltimore’a uğrayıp oradakilere gözdağı vermelerini emretmişti. Büyük patron, birkaç yerel mafya bozuntusunun onun arkasından iş çevirdiğinden şüpheleniyordu. Kasap, görevini layığıyla yerine getirdiğinden emindi.
Giderek yayılan şöhretini işini buna borçluydu: Sadece adam öldürmede iyi değildi, aynı zamanda güvenilirdi. Nasıl her gün yağda yumurta ve kızarmış domuz pastırması yiyen bir adamın kalp krizi geçirmesine kesin gözüyle bakılırsa, Kasap’ın da işinin hakkını vereceği bilinirdi.
DC’ye giriyorlardı. Washington Anıtı’nın ve şehrin diğer belli başlı binalarının yanından geçerlerken Şapka Jimmy, ayarsız bir sesle My Country ’tis of V‘yi söylüyordu.
Sullivan, domuz hırıltısına benzeyen boğuk bir kahkaha attı. “Ne manyak herifsin. Bunu da nereden öğrendin?”
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Polisiye Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAlex Cross
- Sayfa Sayısı365
- YazarJames Patterson
- ÇevirmenBeril T. Uğur
- ISBN9786051422282
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviArtemis Yayınları / 2013
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sis ve Gece 25 Yaşında ~ Ahmet Ümit
Sis ve Gece 25 Yaşında
Ahmet Ümit
Türkiye’de yazılmış “edebi nitelikteki ilk polisiye roman Sis ve Gece 25 Yaşında Ahmet Ümit’ten sözünü sakınmayan, cesur, hâlâ güncelliğini koruyan, usta işi bir ilk...
- Natürmort ~ Josef Winkler
Natürmort
Josef Winkler
2008 yılında Almanca’nın en önemli edebiyat ödülü sayılan Georg Büchner Ödülü’nü kazanan Josef Winkler, Roma’da hayatın nabzının attığı yerlere götürüyor bizi. Bir yanda Vittorio...
- Dottie ~ Abdulrazak Gurnah
Dottie
Abdulrazak Gurnah
Dottie, İngiltere’de yaşayan siyah bir kadının engelleri bir bir aşarak kendi yolunu çizmesinin romanı. Annesinin ölümünün ardından, daha on yedi yaşında olan Dottie, kardeşleri...