AÇLIK OYUNLARI’NIN NEFESİNİZİ KESECEK 3. KİTABI
Bütün engellere rağmen, Katniss Everdeen Açlık Oyunları’ndan iki kez sağ çıkmıştır. Ama şimdi kanlı arenadan sağ çıkmayı başardığı halde hâlâ güvende değildir. Capitol kızgındır. Capitol rövanş istemektedir. Uğradıkları bozgunun bedelini ödetmek istedikleri kişi kimdir? Katniss. Daha da beteri, Başkan Snow başka hiç kimsenin de güvende olmadığını açıkça belirtmiştir. Ne Katniss’in ailesi, ne arkadaşları, ne de 12. Mıntıka halkı. Suzanne Collins’in gerilim romanı Açlık Oyunları üçlemesinin bu güçlü ve heyecan verici finali yılın en çok sözü edilen kitabı olmayı vaat ediyor.
“En heyecanlı yerinde kesilen mükemmel kitap okurları üçüncü cilt için feryat ederken bırakacak.”
– Kirkus reviews
“Edward’ı ya da Jacob’u unutun… okurlar taraf tutacak: Peeta mı, yoksa Gale mi?”
– Publishers Weekly
“Katniss ustalıkla öldürürken, Collins vurucu yeteneğiyle yazıyor.”
– Time dergisi
“Kusursuz ilerleme hızı ve heyecan verici bir dünyanın inşa edilmesi.”
– Booklist
“Ardında yeterince yanıtlanmamış soru bırakarak okurları kıvrandırıp ümitsizce bir sonraki bölümü beklemelerini sağlıyor.”
– School Library Journal
***
Başımı eğdim ve ayakkabılarımın yıpranmış deri yüzeyini kaplayan ince kül tabakasına baktım. İşte tam burası, bir zamanlar kız kardeşim Prim’le paylaştığımız yatağın durduğu yerdi. Şu tarafta mutfak masası vardı. Tamamen yerle bir olup bir kömür yığınına dönüşen şöminenin tuğlaları, evin kalan kısmı için bir nirengi noktası olmuştu. Başka türlü bu gri denizde yolumu nasıl bulabilirdim? 12. Mınbka’dan geriye neredeyse hiçbir şey kalmamıştı. Bir ay kadar önce, Capitol’ün bomba yağmuru zavallı maden işçilerinin Dikiş’teki evlerini, şehirdeki dükkânları, hatta Adalet Binası’nı yerle bir etmişti. Kendini bu yangından kurtarmayı başaran tek yer Galipler Köyü olmuştu. Nedenini tam olarak ben de bilmiyordum. Belki de Capitol’den iş için buraya geleceklerin kalacak bir yerleri olsun istenmişti. Raportörler. Madenlerin durumunu değerlendirmek üzere gönderilmiş bir komite. Geri dönüş yapan sığınmacıları kontrol etmeye gelmiş bir manga Barış Muhafızı.
Ancak benden başka geri dönen yoktu. Zaten ben de kısa bir ziyaret için gelmiştim. 13. Mıntıka’daki yetkililer geri dönmeme şiddetle karşı çıkmışlardı. Beni korumak için en az bir düzine görünmez hava aracının başımın üstünde dönüp durması gerekeceğini ve ortada ele geçirilecek yeni bir istihbarat olmadığını bahane ederek, bunu maliyeti yüksek ve gereksiz bir macera olarak gördüklerini söylemişlerdi. Yine de olanlan kendi gözümle görmem gerekiyordu. Bu öyle büyük bir ihtiyaçtı ki, işi, planlarını gerçekleştirmelerinde işbirliği yapmam için Ön koşul olarak Öne sürmeye kadar götürmüştüm. Nihayet, Capitol’deki isyancıları organize eden Baş Oyunkurucu Plutarch Heavensbee ellerini havaya kaldırıp, “Bırakın gitsin,” demişti. “Koca bir ay yerine bir gün kaybetmeye razıyım. Belki de On İki’de küçük bir tur atmak, onu aynı tarafta olduğumuza ikna edebilir.”
Aynı tarat. Sol şakağıma, Johanna Mason’ın tel bobini başıma indirdiği noktaya bir ağrı saplanmıştı; elimi üzerine bastırdım. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu ayırt etmek için debelenirken anılar çevremde fır dönüyorlardı. Beni şehrimin harabeleri arasında öylece durmaya hangi olaylar dizisi itmişti? Gerçekten zorlanıyordum; çünkü Johanna’nın neden olduğu beyin sarsıntısı tamamen geçmiş değildi ve düşüncelerimin allak bullak hali devam ediyordu. Ayrıca ağrılarımı ve ruh halimi kontrol etmek için kullandıkları ilaçlar bazen gerçekte olmayan bir şeyler görmeme neden olabiliyorlardı. Ya da ben öyle sanıyordum. Hastane odamın zemininin kıvrılan yılanlardan oluşmuş bir halıya dönüşüverdigi o gece, halüsinasyon görmüş olduğumdan emin değildim.
Doktorlardan birinin önerdiği tekniği uyguladım: Doğru olduklarından emin olduğum en basit şeylerle başlayıp daha karmaşık konulara geçerek bildiklerimi sıralamak. Adım Katniss Everdeen. On yedi yaşındayım. Evim 12. Mıntıka’da. Açlık Oyunları’na katıldım. Kaçtım. Capitol benden nefret ediyor. Peeta esir alındı, öldüğü sanılıyor. Büyük olasılıkla da öldü. Büyük olasılıkla ölmüş olması en iyi ihtimal… “Katniss? Aşağı gelmeli miyim?” En yakın arkadaşım Gale’in sesi isyancıların takmamda ısrar ettikleri kulaklıklardan bana ulaştı. Gale yukarıda, bir hava aracındaydı ve herhangi bir aksilik halinde saldırıya geçmeye hazır halde, büyük bir dikkatle beni izliyordu Dirseklerim bacaklarımın üsl kısmına dayalı, başım ellerimin arasında yere çömelmiş olduğumu fark ettim. Bir nevi sinir krizinin eşiğinde gibi görünüyor olmalıydım. Yok, olamazdı. Hele en sonunda ilacı kesmeye hazırlanırlarken… Doğruldum ve teklifini geçiştirmek için elimi salladım. “Hayır, iyiyim.” Sözümü desteklemek için eski evimden kasabanın iç kısmına doğru yürüdüm. Gale benimle 12’ye indirilmek için izin istemişti ama ben eşlik etmesini reddettiğimde fazla üstelemedi. Bugün kimseyi -onu bile- yanımda istemememi anlıyordu. Bazı yürüyüşleri tek başınıza yapmanız gerekirdi. Yaz, insanın iliğini kemiğini kurutan kavurucu bir sıcakla geçip gidiyordu. Neredeyse hiç yağmur yağmadığı için, saldırıdan arta kalan kül yığınları Öylece duruyorlardı. Adımlarıma tepki gösterir gibi, olduktan yerde usulca pırdanıyorlardı. Ortalığa saçılmalarına neden olacak en ufak bir esinti yoktu. Gözlerimi yol olarak hatırladığım şeyden ayırmıyordum; çünkü Çayır’a ilk İndiğim anda yeterince dikkatli davranmayıp bir taşa basmıştım. Oysa bastığım bir taş değil, kafa tasıydı. Yerde yuvarlanmış, yuvarlanmış ve nihayet yüz kısmı yukarı bakacak şekilde durmuştu. Uzunca bir süre kime ait olduklamu merak ederek dişlerine bakmıştım. Benzer şartlar altında benimkiler de böyle mi görünürlerdi acaba? Alışkanlık gereği, yola bağlı kalmıştım. Oysa yol kaçmaya çalışanların kalıntılarıyla dolu olduğu için, bu kötü bir seçim olmuştu. Cesetlerin bazıları tamamen yanıp kül olmuştu. Büyük olasılıkla dumana yenilen diğerleri, alevlerin en beterlerinden kaçmayı başarmışlardı ama şimdi leş yiyicilerin tepelerine üşüştüğü, üzerleri sineklerden örülü battaniyelerle örtülü, çürümenin farklı aşamalarında pis kokular saçan yığınlar halinde yatıyorlardı. Yığınlardan birinin yanından geçerken, Seni ben öldürdüm, diye düşündüm. Ve seni. Ve seni. Çünkü ben öldürmüştüm. Bu intikam saldırısını tetikleyen, arenayı çevreleyen güç alanındaki kusurlu bölgeye yönelttiğim okum olmuştu. Koca Panem ülkesini kaosa sürükleyen de buydu. Kafamın içinde Başkan Snow’un Zafer Turu’na başlamak üzere olduğum sabah sarf ettiği sözcükler yankılanıyordu.
“Katniss Everdeen, Alevler İçindeki Kız, sahipsiz kalması halinde Panem’i yakıp yıkacak bir yangına neden olabilecek bir kıvılcım ortaya attın.” Durumu abartmadığı ya da sırf beni korkutmak için böyle konuşmadığı ortadaydı. Büyük olasılıkla, samimiyetle benden yardım görmeye çalışmıştı. Ancak ben üzerinde en ufak bir kontrol gücümün olmadığı bir şeyi çoktan harekete geçirmiştim. Yanıyor. Hâlâ yanıyor, diye düşündüm sersem sersem. Uzaklarda, kömür madenlerinden yükselen siyah dumanlar görünüyordu. Gerçi önemsemem, kaygılanmam gereken kimse de kalmamıştı. Mıntıka nüfusunun yüzde doksanından fazlası Ölmüştü. Geri kalan sekiz yüz kadar sığınmacı 13. Mıntıka’ya sığınmışlardı. Bana sorarsanız, bunun sonsuza dek evsiz kalmaktan hiçbir farkı yoktu. Bunu düşünmemem gerektiğini biliyordum. Karşılanma şeklimiz için minnettar olmam gerektiğini de. Hasta, yaralı, açlık içinde ve eli boş. Yine de 13. Mıntıka’nın 12’nin yok edilişine alet olması gerçeğini bir türlü adamıyordum. Bu beni suçluluk duygumdan arındırmıyordu elbette; ortalıkta bol miktarda suç vardı zaten. Ancak 13. Mıntıka’dakiler olmasa, Capitol’ü alt edecek daha büyük bir planın parçası olamaz ya da bunu yapacak ekipmana asla sahip olamazdım.
12. Mıntıka’nın vatandaşlarının kendilerine ait organize bir direniş hareketlen ve bütün bunlarda en ufak bir söz hakları yoktu. Onlar yalnızca bana sahip olmanın talihsizliğini yaşıyorlardı. Yine de, hayatta kalanlardan bazıları bunu -sonunda 12. Mıntıka’dan kurtulmayı- bir şans olarak görüyorlardı. Sonsuz açlık ve baskıdan, tehlikeli madenlerden ve Baş Barış Muhafızlarımızın sonuncusu Romulus Thread’in tasmasından kaçabilmek. 13. Mıntıka’nın varlığını sürdürdüğünden kısa süre öncesine kadar haberdar olmadığımız için, yeni bir eve sahip olmak mucize gibi bir şeydi.
Her ne kadar bu fikirden nefret etse de, hayatta kalanların kaçış başansı Gale’in hesabına yazılmıştı. Çeyrek Asır Oyunları sona erer ermez -ve ben arenadan alınır alınmaz12. Mıntıka’nın elektriği kesilmiş, ekranlar kararmış ve Dikiş insanların birbirlerinin kalp atışlarını duyabilecekleri kadar derin bir sessizliğe gömülmüştü. Hiç kimse arenada olanları protesto edecek ya da kutlayacak bir harekette bulunmamıştı. Yine de on beş dakika içinde gökyüzü hava araçlanyla dolmuş ve bombalar yağmaya başlamıştı.
Gale’in aklına kömür tozuyla kaplı ahşap evlerden arınmış tek yer olan Çayır gelmişti. Annem ve Prim de aralannda olmak üzere, olabildiğince çok insanı oraya çekmişti. Şimdi artık elektrik de kesik olduğu için zararsız bir zincir yığınından başka bir şey olmayan Çit’i yerle bir edecek ekibi kurmuş ve insani an ormanın içine yönlendirmişti. Onları aklına gelen tek yere, babamın bana çocukluğumda gösterdiği göle götürmüştü. 12. Mıntıka’nın insanları, dünyada bildikleri ne var ne yok kül eden uzak alevleri oradan seyretmişlerdi. Şafak sökerken bombacılar gideli uzun zaman olmuştu. Alevler ölmeye yüz tutmuş, hayatta kalanlar bir araya toplanmışlardı. Annem ve Prim yaralılar için tıbbi yardım verecek bir alan yaratmış, ormandan toparlayabildikleri malzemelerle onları iyileştirmek için ellerinden geleni yapmışlardı. Gale’in elinde iki takım yay ve ok bir av bıçağı, bir balık ağı ve doyurulması gereken sekiz yüz kadar İnsan vardı. Gücü kuvveti yerinde olanların yardımıyla üç gün boyunca idare edebilmişlerdi. Onlan bol miktarda temiz, beyaz kompartımanın, kıyafetin ve günde üç öğün yemeğin beklediği 13. Mıntıka’ya kaçıracak hava aracının beklenmedik bir anda çıkagelişi de o zamana denk gelmişti. Ne yazık ki kompartımanlar yeraltındaydı. Kıyafetler tek tip, yiyecekler ise göreceli olarak lezzetliydi ama 12. Mıntıka sığınmacıları için bunlar önemsiz noktalardı. Güvendeydiler, Birileri onlarla ilgileniyordu. Hayattaydılar ve hevesle karşılanmışlardı.
Bu isteklilik kibarlık olarak yorumlanmıştı. Ancak, birkaç yıl önce 13. Mıntıka’ya yaya olarak ulaşan Dalton adlı bir 10. Mıntıka sakini gerçek amacı kulağıma fısıldamıştı. “Size ihtiyaçları var. Bana. Hepimize ihtiyaçlan var. Bir süre önce içlerinden bazılarının Ölümüne, çoğunun kısırlaşmasına neden olan bir çiçek salgını yaşadılar. Yeni üreme sürüsü. Bizi böyle görüyorlar.” 10. Mıntıka’da yaşadığı dönemde biftek çiftliklerinden birinde, uzun süre önce dondurulmuş inek embriyolanyla genetik çeşitliliği koruma konusunda çalışmıştı. 13. Mıntıka konusunda haklı olması kuvvetle muhtemeldi; Çünkü ortalıkta hemen hiç çocuk yok gibiydi. İyi de ne olmuştu yani? Kümeslere tıkılmamıştık, iş için eğitiliyorduk, çocuklarımız da eğitim alıyorlardı. On dört yaşını doldurmuş olanlara orduda giriş seviyesinde rütbeler verilmişti ve hepsine “Asker” hitabıyla Beslenilmesine özen gösteriliyordu. 13. Mıntıka yetkilileri, bütün sığınmacılara tek tek vatandaşlık hakkı vermişti. yine de onlardan nefret ediyordum. Ama tabii ki artık hemen herkesten nefret etmekle meşguldüm. En çok da kendimden nefret ediyordum. Ayaklarımın altındaki yüzey sertleşmişti: külden halının altında meydanın parke taşlarını hissedebiliyordum. Meydanın çevresinde, bir zamanlar dükkânların olduğu yerde, bir dizi alçak harabe sıralanmıştı. Adalet Binası’nın yerindeyse siyah bir kauçuk yığını yükseliyordu. Peeta’nın ailesinin fırınının bulunduğu tarafa doğru yürüdüm. Geriye erimiş fırın kütlesinden başka bir şey kalmamıştı. Peeta’nın ne annebabası, ne de iki ağabeyi 13. Mıntıka’ya ulaşamamışlardı. 12. Mıntıka’nın hali vakti yerinde olan sakinlerinden ancak bir düzinesi yangından kaçabilmişti. Dönebilecek dahi olsa, Peeta’nın eve dönmesi için bir neden kalmamıştı zaten. Benim dışımda…
Fırından geri geri giderek uzaklaşırken bir şeye çarptım, dengemi kaybettim ve kendimi güneşin altında ısınmış bir metal yığınının üstünde otururken buldum. Ne olduğunu anlamak için dikkatle bakınca, Thread’in yakın zamanda meydanda yaptığı düzenlemeleri hatırladım. Darağacı, kırbaç kabinleri ve bu, hepsi bir korku fırtınasının izleriydiler. Kötü. Çok kötü. Bana hem uykumda hem uyanıkken işkence eden görüntüler sel gibi çağlamaya başlamışlardı. Capitol’ün Peeta’ya varlığından haberdar dahi olmadığı bir isyan hakkında bilgi almak için çektirdiği işkenceye dair görüntüler -zavallının boğuluşu, yakılışı, lime lime edilişi, sakat bırakılışı, dövülüşü, bedenine elektrik verilmesi- gözümün önünden bir türlü gitmiyordu. Gözlerimi sımsıkı yumdum ve aradaki yüzlerce milin üstünden ona ulaşmaya, düşüncelerimi zihnine göndermeye, yalnız olmadığını hissettirmeye çalıştım. Ama 0 yalnızdı. Ve ben ona yardım edemezdim.
Koşmaya başladım. Meydandan u2ağa, yangının harap etmediği tek yere doğru. Bir zamanlar arkadaşım Madge’in de yaşadığı, Belediye Başkanı’nın evinin enkazının önünden geçtim. Ondan ya da ailesinden hiçbir haber almamıştım. Babasının konumu sayesinde Capitol’e kaçmayı başarmışlar mıydı yoksa alevlere teslim mi olmuşlardı bilmiyordum. Çevremde küller uçuşuyordu; ağzımı kapatmak için tişörtümün yakasını yukarı çektim. Soluğumu kesen, içime çektiğim şeyin ne olduğunu değil, kim olduğunu merak etmekti aslında. Çimler burada da yanıp kavrulmuş, gri kar buraya da düşmüştü ama Galipler Köyü’nün on iki güzel evi, oldukları gibi duruyorlardı. Son bir yıldır yaşadığım eve daldım, çarparak kapadığım kapıya sırtımı yasladım. İçerisi el değmemiş gibiydi. Tertemiz. Ürkütücü derecede sessiz… 12’ye neden geri dönmüştüm? Bu ziyaret kaçamayacağım soruyu yanıtlamama nasıl yardım edebilirdi ki? Duvarlara, “Ne yapacağım ben?” diye fısıldadım. Çünkü yanıtını gerçekten bilmiyordum. İnsanlar benimle hiç durmadan konuşuyor, konuşuyor, konuşuyorlardı. Plutarch Heavensbee. Hesapçı asistanı Fulvia Cardew. Mıntıka liderlerinden oluşmuş bir kuru kalabalık. Askeri memurlar. Ancak 13, Mıntıka’nın olup bitenleri izlemekle meşgul başkanı Alma Coin orada yoktu. Alma Coin ellili yaşlarda, gri saçları omuzlarına dümdüz inen bir kadındı. Dümdüz, pürüzsüz ve en ufak bir kırık ya da gereksiz fazlalıktan arınmış oldukları için olsa gerek, saçları beni bir şekilde büyütüyordu. Gözleri griydi ama Dikiş halkınınkilere benzemiyordu. Renkleri emilmiş gibi, çok ama çok solgundular. Bir an önce eriyip gitmesini dileyeceğiniz kirlenmiş kar kalıntılarını hatırlatıyorlardı.
Benden, benim için tasarladıkları rolü üstlenmemi istiyorlardı. Devrimin sembolü. Alaya Kuş olmamı. Geçmişte yaptıklarım, Oyunlar’da Capitol’e meydan okumam, bir toplanma noktası yaratmış olmam yetmiyordu. Şimdi gerçek liderleri, devrimin yüzü, sesi, kısacası vücut bulmuş hali olmam gerekiyordu. Çoğu Capitol’e açıkça savaş ilan etmiş mıntıkaların, zafere giden yolu aydınlatacağına güvenebilecekleri insan olmalıydım. Bunu tek başıma yapmam gerekmeyecekti. Beni baştan yaratacak, giydirip kuşatacak, konuşmalarımı yazacak, halkın önüne çıkışlarımı yönetecek koca bir ekip vardı -kulağa ürkütücü derecede tanıdık geliyordu- ve tek yapmam gereken rolümü oynamaktı. Bazen onları dinliyor, bazen de Coin’in saçlarının kusursuz çizgisini seyre dalıp peruk olup olmadığına karar vermeye çalışıyordum. Bir süre sonra da ya başım ağrıdığı ya da yemek zamanı geldiği veya yeryüzüne çıkmazsam durduk yerde çığlık atmaya başlayacağım için, odadan çıkıyordum. Herhangi bir şey söyleme zahmetine bile girmiyordum. Yalnızca ayağa kalkıyor ve yürüyordum. Dün kapı arkamdan kapanırken, Coin’in, “Size önce çocuğu kurtarmamız gerektiğini söylemiştim,” dediğimi…
“Alaycı Kuş” için 3 yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAlaycı Kuş
- Sayfa Sayısı416
- YazarSuzanne Collins
- ÇevirmenSevinç Tezcan Yanar
- ISBN6054263868
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviPegasus / 2010
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Meleklerin Kanı ~ Nalini Singh
Meleklerin Kanı
Nalini Singh
New York Times çoksatarı yazar Nalini Singh, meleklerin vampirlere hükmettiği, kana susamış yaratıklarla dolu ama bir o kadar da baş döndürücü bir dünyanın kapılarını...
- Sirena ~ Tricia Rayburn
Sirena
Tricia Rayburn
İlk bölümünde okuru ele geçiren benzersiz ve ilginç bir hikaye.. Ruby’s Slippers ve Maggie Bean üçlemesinin yazarından… Sirena.. Maine, Winter Harbor kasabasının dalgalarının derinliklerinde...
- Av Mevsimi ~ Linda Howard
Av Mevsimi
Linda Howard
Hep Senin Yanındayım ve O Gecenin Ardından adlı eserleriyle beğeni kazanan New York Times çok satanlar yazarı Linda Howard’ın nefes kesici, kışkırtıcı, eğlenceli ve...
3 kitabı okuma zamanım sanki tek yaprak bir notu okumuş hiissi garip ötesi bir akıcılık ile
benim gibi açlık oyunları serisini sevdiysenizbu kitabı okumalısınız
Ya ben 2. Elini almak istiyorum eğer 2.el bi site biliyorsanız lütfen yorum atar mısınız ?