Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır.
ÖNSÖZ
Nasıl öleceğimi hiç düşünmemiştim desem yeridir (aslında son birkaç ay, bunun için geçerli nedenlerim vardı!); düşünmüş olsaydım bile, böyle olacağını asla tahmin etmezdim.
Soluğumu tutarak, upuzun odanın karşı tarafına, avcının karanlık gözlerine baktım. O da memnuniyetle bana bakıyordu.
Elbette güzel bir ölüm biçimiydi bu; bir başkasının yerine ölecektim. Sevdiğim birinin yerine. Hatta soylu bir ölümdü. Bir anlam ifade diyordu.Forks’a hiç gitmeseydim, ölmeyeceğimi biliyordum. Şu anda ölümle yüzleşmek zorunda kalmayacaktım. Ama ne kadar korkarsam korkayım, kararımdan dolayı pişmanlık duyamıyordum. Hayat size beklentilerinizin çok ötesinde bir düş sunduğunda, sona geldiğinizde üzüntü duymanız mantıklı değildir.
Avcı, beni öldürmek için ilerlerken, dostça gülümsedi.
***
I. İLK GÖRÜŞ
Annem beni pencereleri açık arabayla havaalanına götürdü. Phoenix’te hava otuz sekiz dereceydi; gökyüzü masmavi ve bulutsuzdu. Ayrılırken annemi memnun etmek istediğim için, en sevdiğim bluzumu giymiştim. Kolsuz, dantelli beyaz bluzumu. Kalın ceketim elimdeydi.
Washington eyaletinin kuzeybatısında bulunan Olympic Yanmadası’nda, gökyüzü hemen her zaman bulutlu olan Forks adında küçük bir kasaba vardır. Bu sıradan kasabaya, Amerika Birleşik Devletleri’nin diğer eyaletlerinden çok daha fazla yağmur yağar. Ben henüz birkaç aylıkken, annem beni de almış ve bu karanlık, kasvetli kasabadan kaçmış. On dört yaşına gelene kadar, her yaz bir ayımı bu kasabada geçirmek zorunda kaldım. On dört yaşındayken isyan etmeyi abl ettim. Geçen üç yıl içinde, yazları babam Charlie’yle Kaliforniya’da ikişer hafta tatil yaptık.
Şimdi kendimi Forks’a sürgün ediyordum. Büyük bir korkuyla yapıyordum bunu. Forks’tan nefret ediyordum.
Phoenix’i seviyordum. Güneşi ve kavurucu sıcaklığı seviyordum. O canlı, kocaman şehri seviyordum.
“Bella,” dedi annem bana uçağa binmeden önce belki bininci kez. “Bunu yapmak zorunda değilsin.”
Annem, bana çok benzer; kısa saçlarını ve yüzündeki brı-şıkJıklan saymazsak tabii. Onun iri, çocuksu gözlerine bakın-
ca paniğe kapıldım. Sevgi dolu, dengesiz, kuş beyinli annemi nasıl yalnız bırakırdım? O, kendi başının çaresine bakamazdı ki. Gerçi şimdi yanında Phil vardı. Büyük olasılıkla faturaları ödenecek, buzdolabında yiyecek, arabasında benzin, kaybolduğunda arayabileceği biri olacaktı. Ama yine de…
“Gitmek istiyorum, diye yalan söyledim. Yalan söylemeyi hiç beceremezdim, ama son zamanlarda bu yalanı çok sık söylediğim için, sesim ikna edici çıkıyordu.
“Charlie’ye selam söyle.”
“Söylerim.”
“Yakında görüşürüz,” diye ısrar etti. “İstediğin zaman eve dönebilirsin. Bana ihtiyaç duyarsan hemen yanına gelirim.”
Ama bu sözü verirken gözlerindeki fedakâr ifadeyi görebiliyordum.
“Benim için endişelenme,” dedim. “Her şey çok güzel olacak. Seni seviyorum, anne.”
Bana sarıldı ve bir süre öyle kaldı. Sonra ben uçağa bindim, o da gitti.
Phoenix’ten Seattle’a dört saatlik bir uçuş, küçük bir uçakla Port Angeles’a bir saatlik başka bir uçuş, sonra Forks’a doğru bir saatlik araba yolculuğu. Uçak yolculuğundan şikayetim yoktu; ama Charlie’yle bir saatlik bir araba yolculuğu yapacak olmaktan hoşlanmıyordum.
Charlie son zamanlarda olanlar konusunda oldukça anlayışlı davranmıştı. Onunla temelli kalmaya karar verdiğim için çok mutluydu. Liseye kaydımı yaptırmıştı; araba almama da yardım edecekti.
Ancak Charlie ile yaşamak garip olacaktı. İkimiz de geveze insanlar değildik; onunla ne konuşacağımı ise hiç bilmiyordum. Kararımın onu çok şaşırttığının farkındaydım. Tıpkı annem gibi, ben de Forks’tan hoşlanmadığımı hiç saklamamıştım.
Port Angeles’a indiğimde yağmur yağıyordu. Bunu bir kehanet olarak görmedim; yağmur kaçınılmazdı. Güneşle çoktan vedalaşmıştım.
Charlie beni polis arabasıyla bekliyordu. Bunu da tahmin etmiştim. Charlie, Forks’un iyi insanlarının polis şefiydi. Maddi olanaklarımın kısıtlılığına karşın araba almak istememin birincil nedeni, şehirde üzerinde kırmızı ve mavi ışıkları olan bir arabayla dolaşmak istemememdi. Hiçbir şey trafiği bir polis kadar yavaşlatamaz.
Uçaktan inerken yalpalayınca, Charlie bana tek koluyla beceriksizce sarıldı.
“Seni gördüğüme sevindim. Bells,” dedi, beni yakalayıp düşmemi engellediği için gülümseyerek. “Pek değişmemişsin. Renee nasıl?”
“Annem iyi. Ben de seni gördüğüme sevindim, baba!” Yüzüne karşı Charlie dememe izin vermiyordu.
Yalnızca birkaç çantam vardı. Arizona’daki kyafetlerimin çoğu Washington’da giyemeyeceğim kadar inceydi. Annemle ben, kışlık gardırobumun eksiklerini tamamlamak için varımızı yoğumuzu ortaya dökmüştük ama yetmemişti. Eşyalarım arabanın bagajına sığdı.
“Senin için iyi ve ucuz bir araba buldum,” dedi babam, emniyet kemerlerimizi bağlarken.
“Nasıl bir araba?” İyi bir araba’ demek yerine ‘senin için iyi bir araba’ demesinden şüphelenmiştim.
“Aslında kamyonet demek daha doğru. Bir Chevy.”
“Nereden buldun?”
“La Push’taki Billy Black’i hatırlıyor musun?” La Push sahilde, Kızılderililer için ayrılmış küçük bir bölgedir.
“Hayır.”
“Yazları bizimle balık tutmaya gelirdi.”
Bu onu neden hatırlamadığımı açıklıyordu. Bana acı veren, gereksiz şeyleri hafızamdan çıkarmak konusunda ustayımdır.
“Kendisi şu anda tekerlekli sandalyede.” Ben cevap vermeyince, Charlie devam etti. “Bu yüzden artık araba kullanamıyor. Kamyonetini bana ucuza satmayı teklif etti.”
“Kaç model?” Yüzündeki ifadenin değişmesinden, bunu sormayacağımı umduğunu anlamıştım.
“Billy motoruyla çok uğraştı. Yanılmıyorsam sadece birkaç yaşında.”Beni bu kadar çabuk vazgeçeceğimi düşünecek kadar az tanımadığını umuyordum. “Arabayı ne zaman almış?”
“1984 yılında aldı sanırım.”
“Aldığında yeni miydi?”
“Hayır. Altmışların başlarında ya da en kötü olasılıkla ellilerin sonlarında yeniydi herhalde,” diye saf saf itiraf etti.
“Ch… baba, ben arabalardan anlamam. Bir terslik olursa tamir edemem, tamirciye verecek param da…”
“Bella, o şey gayet iyi gidiyor. Artık böyle arabalar üretmiyorlar.”
O şey, diye düşündüm kendi kendime… seçeneklere sahipti. . .en azından takma isimler açısından.
“Peki ne kadar ucuz?” Bu konuda uzlaşamayabilirdik.
“Tatlım, aslında ben o arabayı senin için aldım sayılır. Hoş geldin armağanı olarak.” Charlie yüzünde umut dolu bir ifadeyle, göz ucuyla bana baktı.
Vay be! Bedava araba!
“Bunu yapmana gerek yoktu, baba. Ben kendime araba
alacaktım zaten.”
“Sorun değil. Senin burada mutlu olmanı istiyorum.” Bunu söylerken yola bakıyordu. Charlie duygularını yüksek sesle ifade ederken rahatsızlık duyuyordu. Bu konuda ben de ona çekmişim. Bu yüzden ben de ona cevap verirken yola
baktım.
“Gerçekten çok naziksin baba. Teşekkür ederim. Beni çok mutlu ettin.” Benim Forks’ta mutlu olmamın imkânsız
olduğunu eklememe gerek yoktu. Charlie’nin de benimle birlikte acı çekmesi gerekmezdi. Bedava bir kamyonete sahip olacağım da hiç aklıma gelmezdi doğrusu.
“Bir şey değil,” diye mırıldandı; teşekkürlerim onu mahcup etmişti.
Yağmurlu hava konusunda karşılıklı yorumlarda bulunduk. Bu kadar sohbet bize yeterdi. Sonra sessizlik içinde camlardan dışarısını seyrettik.
Burası kesinlikle çok güzel bir yerdi; bunu inkâr edemezdim. Her yer yemyeşildi: gövdeleri yosunla kaplı, dallan yerlere kadar eğilen ağaçlar, çimenle kaplı yerler. Hava bile yaprakların arasından yemyeşil süzülüyordu.
Fazla yeşildi burası. Yabancı bir gezegendi adeta.
Sonunda Charlie’nin evine vardık. Hâlâ, evliliklerinin ilk günlerinde annemle birlikte aldığı küçük, iki odalı evde yaşıyordu. Evlilikleri bu günlerden ibaretti zaten… ilik günler… Orada, Hiç değişmeyen evin önündeki caddede yeni -yani benim için yeni- kamyonetim duruyordu. Rengi soluk kırmızıydı; büyük yuvarlak çamurlukları ve şişkin bir sürücü koltuğu vardı. Birden ona ısınıverdim ve buna kendim de çok şaşırdım.
Çalışıp çalışmayacağını bilmiyordum ama kendimi onun içinde hayal edebiliyordum. Hiç hasar görmeyen sağlam demirden yapılmıştı; genelde kaza yerlerinde görülen, boyası hiç çizilmeyen ve yerle bir ettiği yabancı arabanın parçalarıyla kuşatılan kamyonetlerdendi.
“Vay be! Çok beğendim baba! Teşekkürler!” Bir sonraki korkutucu günüm düşündüğüm kadar kötü olmayacaktı. Okula gitmek için, yağmur altında iki mil yol yürümekle polis arabasıyla götürülmek arasında bir seçim yapmak zorunda kalmayacaktım.
“Beğendiğine sevindim,” diye homurdandı Charlie, yine mahcup olmuştu.
Bütün eşyalarımı bir kerede yukarı taşıdım. Ön bahçeye bakan, batı tarafındaki odaya yerleştim. Bu odaya aşinaydım; doğduğumdan beri bu oda bana aitti. Ahşap zemin, açık mavi duvarlar, eğimli tavan, camın çevresindeki sarı dantelli perdeler … hepsi çocukluğumun bir parçasıydı. Charlie’nin yaptığı değişiklikler, ben büyüdüğümde çocuk karyolası yerine bir yatak koymak ve bir çalışma masası eklemekten ibaretti. Şimdi çalışma masasının üzerinde, modem için en yakın telefon prizine takılı bir telefon hattı bulunan ikinci el bir bilgisayar duruyordu. Annem bunu şart koşmuştu; böylece kolayca iletişim kurabilecektik. Bebeklik günlerimden kalma sallanan koltuk da hâlâ köşede duruyordu.
Evde sadece bir tane banyo vardı; merdivenlerin başındaki bu küçük banyoyu Charlie ile ortak kullanmak zorundaydım. Bu gerçeğin üzerinde fazla durmamaya çalışıyordum.
Charlie’nin en iyi taraflarından biri ortalıkta fazla dolaş-mamasıydı. Bavullarımı açıp yerleşmem için beni yalnız bıraktı, annem bunu asla yapmazdı. Yalnız olmak güzeldi, gülümsemek ya da memnun görünmeye çalışmak zorunda kalmıyordum. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmuru pencereden dalıp giderek izlemek ve birkaç gözyaşının usulca akmasına izin vermek de büyük rahatlıktı. Tam bir ağlama krizine girecek havada değildim. Bunu, yatağa girip beni bekleyen günü düşünmek zorunda kalacağım zamana saklıyordum.
Forks Lisesi’nin sadece üç yüz elli yedi -artık elli sekiz-öğrencisi vardı; eski okulumda sadece benimle aynı sınıfa giden öğrencilerin sayısı yedi yüzdü. Buradaki bütün çocuklar birlikte büyümüştü; hatta onların büyükanneleri ve büyükbabaları da beraber büyümüştü. Ben büyük şehirden gelen yeni kız olacaktım; garip bir yaratıkmışım gibi merakla bakacaklardı bana.
Eğer Phoenix’ten gelen bir kızın görünmesi gerektiği gibi görünseydim, bunu bir avantaja çevirebilirdim. Ama fiziksel olarak hiçbir yere uymuyordum. Yanık tenli, sportif, sarışın bir voleybol oyuncusu ya da belki ponpon kız- olmalıydım; güneşin vadisinde yaşamanın gerektirdiğim bütün özellikleri kendime toplamalıydım.
Ancak ben, sürekli güneş ışığına maruz kalmama karşın, fildişi tene sahiptim; kızıl saçlarım ve mavi gözlerim bile yoktu. Her zaman ince ve uzun olmuştum ama nedense atletik değildim. Kendini rezil etmeden spor yapmak için gerekli olan el-göz koordinasyonu bende yoktu. Spor yapayım derken hem kendime hem de bana fazla yakın duran herkese zarar veriyordum.
Giysilerimi eski çam dolaba yerleştirme işini bitirdiğimde, içinde banyo malzemelerimin bulunduğu çantamı aldım ve yolculuk ederek geçirdiğim günün ardından temizlenmek için ortaklaşa kullandığımız banyoya gittim. Dolaşık nemli saçlarımı fırçalarken aynada yüzüme baktım. Belki de ışık yüzündendi, bilmiyorum, ama şimdiden solgun ve sağlıksız görünüyordum. Cildim güzel olabiliyordu, pürüzsüz ve neredeyse yansaydamdı; ama her şey renge bağlıydı. Burada yüzümde hiç renk yoktu.
Aynadaki solgun aksime baktığımda kendi kendime yalan söylediğimi itiraf etmeye mecbur kaldım. Buraya uyum sağlayamayacak olmamın nedeni sadece fiziğimle ilgili değildi. Üç bin kişilik bir okulda kendime yer bulamadıysam burada nasıl bir şansım olabilirdi?
Yaşıtlarımla iyi geçinemiyordum. Belki de aslında insanlarla iyi geçinemiyordum. Bu gezegende herkesten daha yakın olduğum annem bile hiçbir zaman benimle uyum içinde olmamış,tamamen aynı görüşleri paylaşmamıştı. Zaman zaman dünyadaki diğer insanların gördüğü şeyleri görüp görmediğimi merak ediyordum. Belki de beynimde bir sorun vardı.
Ama neden önemli değildi. Önemli olan sonuçtu. Ve yarın yalnızca bir başlangıç olacaktı.
O gece doya doya ağladığım halde iyi uyuyamadım. Yağmurun şakırtısı ve çatıdaki rüzgârın uğultusu bütün gece dinmedi. Soluk renkli eski battaniyeyi başıma çektim, sonra yastığımı da ekledim. Vakit gece yansını geçip, yağmur hızını keserek daha sessiz bir çisentiye dönüşene kadar uykuya
dalamadım.
Sabah pencereden görebildiğim tek şey kalın bir sis ta-bakasıydı; üzerime tırmanan klostrofobiyi hissedebiliyordum. Burada gökyüzünü asla göremezdiniz; tıpkı bir kafes
gibiydi.
Charlıe’yle kahvaltı sessiz bir olaydı. Okulda bana şans diledi. Bu dileğinin boş olduğunu bile bile ona teşekkür ettim. İyi şans benden uzak durmaya çalışıyordu. Evden önce Charlie çıktı; karısı ve ailesi olan polis merkezine gitti. O gidince, birbiriyle uyumsuz üç iskemlenin ortasındaki meşe masanın üzerine oturdum ve koyu renk duvarları, parlak san dolapları ve beyaz muşambayla kaplı zemini olan küçük mutfağı incelemeye başladım. Hiçbir şey değişmemişti. Annem on sekiz yıl önce eve biraz ışık girmesini sağlamak için dolapları boyamıştı. El kadar oturma odasındaki küçük şöminenin üzerinde bir sıra resim vardı. Önce Charlie ve annemin Las Vegas’taki düğünde çekilmiş bir fotoğrafı; ardından üçümüzün benim doğumumda hastanede yardımsever bir hemşire tarafından çekilmiş fotoğrafı; ve sırayla benim geçen yıla kadar çekilen okul fotoğraflarım. Bu resimlere bakarken utanıyordum; Charli’nin en azından burada yaşadığım süre içinde bu resimleri başka bir yere koyması için bir şeyler yapmalıydım.
Bu evde, Charlie’nin annemi asla unutamadığını görmemek imkânsızdı. Bu beni rahatsız ediyordu.
Okula çok erken gitmek istemiyordum ama evde de daha fazla kalamazdım. Koruyucu kıyafeti andıran ceketimi giydim ve yağmura çıktım.
Hâlâ çiseliyordu ama her zaman kapının saçağının altına gizlenen anahtarı alıp kapıyı kilitlediğim süre içinde beni ıslatacak kadar şiddetli yağmıyordu. Yeni su geçirmez botlarımın etrafa su sıçratışı sinir bozucuydu. Ayağımın altında çakıl taşlarının sesini duymayı özledim. Durup kamyonetimi doya doya seyredemezdim; başımdan aşağı süzülen ve şapkamın altına, saçlarıma sızan ıslaklıktan kurtulmak için can atıyordum.
Kamyonetin içi güzel ve kuruydu. Billy ya da Charlie temizlemişti herhalde; ama taba rengi döşemeler hala tütün, benzin ve nane şekeri kokuyordu. Motor çabuk çalışınca içim rahatladı ama sesi çok yüksekti; önce kükredi, sonra da gürültülü bir şekilde boşta çalıştı. Eh, bu kadar eski bir kamyonetin kusurları olacaktı elbette. Antika radyo çalışıyordu, bu da hiç beklemediğim bir artıydı.
Daha önce hiç gitmediğim halde, okulu bulmam zor olmadı. Diğer birçok şey gibi o da otoyolun kenarındaydı. Buranın okul olduğu anlaşılmıyordu, sadece üzerinde Forks Lisesi yazan tabela durmamı sağladı. Kızıl tuğlalardan yapılmış, birbiriyle uyumlu bir evler grubuna benziyordu. Öyle çok ağaç ve çalılık vardı ki, önce büyüklüğünü kavrayamadım. Buranın bir kurum olduğu nereden anlaşılacak, diye düşündüm geçmişi hatırlayarak. Tel örgüler ve metal detektörler neredeydi?
Kapısındaki küçük tabelanın üzerinde ÖN BÜRO yazan ilk binanın önünde durdum. Görünürde benim kamyonetimden başka park edilmiş taşıt yoktu; buraya park etmenin yasak olduğunu anladım; ama yağmurda salak gibi dolaşıp durmak yerine birilerine yön sormaya karar verdim. Sıcak kamyonetimden gönülsüzce indim ve koyu renk çitlerle çevrilmiş taş yolda biraz yürüdüm. Kapıyı açmadan önce derin bir soluk aldım.
İçerisi aydınlıktı ve tahminimden daha sıcaktı. Ofis küçüktü, portatif iskemlelerin bulunduğu minik bir bekleme alanı, turuncu desenli ucuz bir halı, duvarlarda asılı duyuru ve ödüller, gürültüyle çalışan bir saat… Dışarıdaki yeşillik yetmezmiş gibi, her tarafta büyük plastik saksılar içinde bitkiler vardı.
Oda, üzerinde içi kağıtlar ve renkli el ilanlarıyla dolu tel sepetlerin durduğu uzun bir bankoyla ikiye bölünmüştü. Bankonun arkasında üç tane masa vardı, Birinde bzıl saçlı, gözlüklü, iri yarı bir kadın oturuyordu. Mor bir tişört giymişti; kendimi onun yanında çok şık hissettim.
Kızıl saçlı kadın başını kaldırdı. “Size nasıl yardımcı olabilirim?”
“Ben Isabella Swan,” dedim ve kadının gözlerinin beni tanıdığını gösterircesine hemen parladığını gördüm. Beni bekliyorlardı; onlar için dedikodu malzemesi olmuştum mutlaka. Şefin uçarı karısınm kızı nihayet yuvasına dönmüştü.
“Elbette,” dedi. Masasının üzerinde yığın halinde duran belgeleri karıştırdı ve sonunda aradığı şeyi buldu. “Bu, ders programınız, bu da okulun haritası.”
Gitmem gereken sınıfları saptamış, her birine en kısa yoldan nasıl ulaşabileceğimi haritanın üzerinde
fosforlu kalemle işaretlemişti. Bana, her öğretmene imzalatmam ve günün sonunda geri getirmem gereken bir fiş verdi. Gülümsedi; tıpkı Charlie gibi o da Forks’u seveceğimi umduğunu söyledi. Ben de onun gülümsemesine olabildiğince ikna edici bir şekilde karşılık verdim.
Kamyonetime döndüğümde diğer öğrenciler gelmeye başlamıştı. Araç yolunu takip ederek okulun içinde dolaştım. Arabaların birçoğunun benimki gibi eski olduğunu görünce sevindim; hiç gıcır gıcır araba yoktu. Eski evim, Cennet Vadisi Bölgesi sınırları içinde, düşük gelirli insanların yaşadığı ender mahallelerden bırindeydi. Öğrenci muhitlerinde yeni bir Mercedes ya da Porsche görmek olağandı. Buradaki en güzel araba ise parlak bir Volvo’ydu ve hemen fark ediliyordu.Yine de park yeri bulur bulmaz motoru durdurdum, böylece gökgürültüsünü andıran sesi dikkatlerin benim üzerimde toplanmasına neden olmayacaktı.
Kamyonette oturup haritayı inceledim ve ezberlemeye çalıştım; bütün gün haritaya bakarak dolaşmak zorunda kalmayacağımı umuyordum. Her şeyi çantama doldurdum; çantayı omzuma astım ve derin bir nefes aldım. Cesaretimi toplamak için, “Bunu yapabilirim,” diye kendime yalan söyledim. Kimsenin beni ısıracak hali yoktu ya. Sonunda nefesimi bıraktım ve kamyonetten indim.
Gençlerle dolu kaldırıma doğru yürürken yüzümü kapüşonumla gizlemeye çalıştım. Sade siyah montumun dikkat çekmediğini görünce içim rahatladı.
Kafeteryaya vardığımda, üç numaralı binayı fark etmem kolay oldu. Binanın sağ köşesinde, beyaz bir karenin üzerine kocaman yazılmış 3 sayısı vardı. Kapıya yaklaştıkça soluklarım hızlandı. Önümdeki iki üniseks yağmurluğu takip ederek nefesimi tutmaya çalıştım.
Sınıf küçüktü. Önümdekiler, yağmurluklarını uzun as-blara asmak için kapının dibinde durdular. Ben de onların yaptığını yaptım. İki kızdılar; biri porselen ciltli bir sarışındı; diğeri ise soluk tenli, açık kahverengi saçlı bir kızdı. En azından cildim burada göze batmayacaktı.
Kâğıdı uzun boylu, saçları dökülmeye başlamış, masasının üzerindeki isim tabelasından adının Bay Mason olduğunu öğrendiğim öğretmene götürdüm. Adımı okuyunca bana tuhaf tuhaf baktı; hiç cesaret verici bir tavır değildi bu. Domates gibi kızardım elbette.
Ama en azından, beni sınıftakilere tanıtmadan arka taraftaki boş sıralaradan birine gönderdi. Yeni sınıf arkadaşlarımın arkaya dönüp bana bakmaları zordu ama bunu bir şekilde başardılar. Gözlerimi öğretmenin bana verdiği okuma listesinden ayırmadım. Temel isimlerden oluşuyordu: Bronte, Shakespeare, Chaucer, Faulkner. Hepsini çoktan okumuştum.Bu hem rahatlatıcıydı hem de sıkıcı.Annem eski ödevlerimden oluşan dosyayı bana gönderir miydi acaba? Yoksa kopya çektiğimi mi düşünürdü? Öğretmen tekdüze bir sesle konuşurken ben kafamda annemle bunları tartışıyordum.
Boğuk bir vızıltıyı andıran zil çaldığında, cilt sorunları olan, kömür gibi siyah saçlı, sırık gibi oğlan benimle konuşmak için eğildi.
“Sen Isabella Swan’sin, değil mi?” Satranç oynamaya meraklı, aşırı yardımsever tiplere benziyordu.
“Bella,” diye düzelttim. Etrafımızdaki herkes dönüp bana baktı.
“Bir sonraki dersin nerede?” diye sordu.
Çantama bakmam gerekiyordu. “Şey, Devlet Yönetimi, Jefferson, altı numaralı bina.”
Meraklı gözlerle karşılaşmadan bakabileceğim bir yer yoktu.
“Ben de dört numaralı binaya gidiyorum. İstersen sana yolu gösterebilirim.” Kesinlikle fazla yardımseverdi. “Ben Eric,” diye ekledi.
Çekingenlikle gülümsedim. “Teşekkürler.”
Ceketlerimizi aldık ve iyice şiddetlenen yağmurun altında yürümeye başladık. Arkamızda konuşmalarımıza kulak misafiri olacak kadar yakın yürüyen insanlar olduğuna yemin edebilirdim. Paranoyaklaşmaya başlamadığımı umdum.
“Burası Phoenix’ten çok farklı değil, mi?” diye sordu.
“Çok.”
“Orada fazla yağmur yağmaz, değil mi?”
“Yılda üç dört kez.”
“Vay be Bu nasıl bir şeydir acaba?” diye merak etti.
“Güneşli,” dedim.
“Sen pek yanmamışsın.”
“Annem albino sayılır da.”
Dikkatle yüzümü inceledi. İçimi çektim. Anlaşılan bulutlar ve espri anlayışı bir arada bulunamıyordu. Birkaç ay içinde kinayeli konuşmayı unuturdum herhalde.
Kafeteryanın çevresini dolaşıp güneye, spor salonunun yanındaki binalara doğru yürüdük. Giriş net bir şekilde belirtilmişti; ama Eric beni kapıya kadar geçirdi.
“İyi şanslar,” dedi ben kapının koluna dokunurken. “Belki başka ortak dersimiz vardır.” Sesinde umut vardı.
Belli belirsiz gülümsedim ve içeri girdim.
Sabah saatleri aşağı yukarı aynı geçti.
Benden sınıfın önüne geçip kendimi tanıtmamı isteyen tek kişi, trigonometri dersi verdiği için kendisinden her koşulda nefret edeceğim öğretmen Bay Varner’dı, Kekeledim, kızardım ve yerime dönerken kendi botlarıma takıldım.
İki ders sonra her sınıftaki yüzlerin bazılarını tanımaya başladım. Her defasında diğerlerinden daha atik davranıp kendini tanıtan ve bana Forks’u sevip sevmediğim konusunda sorular soran birileri çıbyordu. Diplomatik davranmaya çalışıyordum ama genellikle bir sürü yalan söylüyordum. En azından haritaya hiç ihtiyaç duymadım.
Bir kız hem trigonometri hem de İspanyolca dersinde yanıma oturdu ve öğle yemeğinde benimle birlikte kafeteryaya kadar yürüdü. Ufak tefek bir kızdı; ben 1.64 boyundaydım, benden birkaç santim kısaydı ama koyu renk, kıvırcık, kabarık saçları aramızdaki boy farkını kapatıyordu. Adını hatırlayamıyordum, bu yüzden gülümsedim ve o öğretmenler ve dersler hakkında bir sürü gereksiz şey anlatırken başımı sallamakla yetindim. Ona karşılık vermeye çalışmıyordum.
Beni tanıştırdığı birkaç arkadaşının bulunduğu masanın sonunda oturuyorduk. Kız onlarla konuşmaya başlar başlamaz hepsinin adını unuttum. Arkadaşlarının benimle konuşmaya cesaret etmesinden etkilenmiş gibilerdi. İngilizce sınıfından Eric, salonun diğer ucundan bana el salladı.
Onları ilk orada, kafeteryada oturmuş yedi tane meraklı yabancıyla konuşmaya çalışırken gördüm.
Kafeteryannın bana en uzak köşesindeydiler.Beş kişilerdi. Konuşmuyorlardı, önlerinde bulunan tepsilerdeki yiyeceklere dokunmuyorlardı. Diğer çocuklar gibi bana bön bön bakmıyorlardı, bu yüzden meraklı gözlerle karşılaşmaktan çekinmeden onlara rahatça bakabilirdim. Ama asıl dikkatimi çeken şey bunlardan hiçbiri değildi.
Birbirlerine hiç benzemiyorlardı. Üç oğlandan biri iri yarıydı; halterci gibi kasları, koyu renk kıvırcık saçları vardı. Biri sarışın, uzun boylu, zayıf ama kaslıydı. Üçüncüsü de uzun boylu, daha az yapılıydı;.bronz rengi saçları dağınıktı, saçları; yüksekokul öğrencisine ya da öğrenciden çok öğretmene benzeyen diğer arkadaşlarından daha çocuksuydu.
Kızlar tam tersiydi. Uzun boylu olan kız heykel gibiydi. Güzel bir vücudu vardı. Sports Ulustrated’in mayolu kapak kızlarına benziyordu; başka kızlar onunla aynı odada bulunmaları halinde özgüvenlerini kaybedebilirlerdi. Dalgalı altın sarısı saçları beline kadar uzanıyordu. Kısa boylu bir peri gibiydi; çok zayıftı; yüz hatları zarifti. Kısa kesilmiş ve her yöne dağılmış saçları simsiyahtı.
Yine de hepsi birbirlerine benziyorlardı. Yüzleri kağıt gibi beyazdı; güneş görmeyen bu kasabanın en soluk benizli öğrencileri onlardı. Hatta albino benden bile daha soluk benizliydiler. Saç renkleri farklıydı ama göz renkleri aynıydı. Bunun yanı sıra gözlerinin altında çürük gibi duran morluklar vardı. Uykusuz bir gecenin ertesindeydiler sanki, ya da kırılan burunları yeni iyileşmiş gibiydi. Oysa burunları da diğer yüz hatları gibi düzgün ve kusursuzdu.
Ama gözümü onlardan alamamamın nedeni bunlardan hiçbiri değildi.
Onlara bakıyordum, çünkü çok farklı ve benzer olan yüzleri, dehşet verici, insan ötesi bir güzelliğe sahipti. Yalnızca moda dergilerinde ya da bir ressamın resmettiği melek yüzlerinde görülebilecek yüzlerdi bunlar… Hangisinin en güzel olduğuna karar vermek çok zordu; o kusursuz sarışın kızdı belki ya da bronz saçlı çocuk.
Hepsi gözlerini uzaklara çevirmişlerdi; birbirlerine, diğer öğrencilere ya da başka şeylere bakmıyorlardı. Ben onları seyrederken, ufak tefek üzerinde açılmamış bir soda ve ısırılmamış bir elma bulunan tepsisiyle ayağa kalktı. Hızlı adımlarla yürüdü. O kıvrak dansçı adımlarıyla elindeki tepsiyi boşaltıp ummadığım bir hızla arka kapıya yönelene kadar arkasından baktım. Bakışlarım hala Masada oturmakta olan diğerlerine yöneldi.
“Onlar kim?” diye sordum, İspanyolca sınıfındaki adını unuttuğum bza.
Kimden söz ettiğimi anlamak için başını kaldırdığında -büyük olasılıkla ses tonumdan bunu anlamıştı- zayıf, çocuksu ve belki de yaşı en küçük olan oğlan birden ona baktı. Yanımdaki kıza bir saniyeden daha kısa bir süre baktı ve sonra koyu renk gözleri benimkilere kaydı. Utancımdan kıpkırmızı olup gözlerimi yere indirdim; o ise benden daha hızlı davranıp başını çevirdi. Sanki kız ona seslenmişti o da cevap vermek istemediği halde istem dışı bir şekilde kafasını çevirip ona bakmıştı.