Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Akşamı Çöz – Yıldızların Kanı 2. Kitap
Akşamı Çöz – Yıldızların Kanı 2. Kitap

Akşamı Çöz – Yıldızların Kanı 2. Kitap

Elizabeth Lim

Lanetlenmiş Bir Terzi Yerle Gök Arasında Son Bir Savaş Herkesi Kurtarmak İçin Tek Bir Şans Güneşin, ayın ve yıldızların elbiselerini dikmek Maia Tamarin’e akılalmaz…

Lanetlenmiş Bir Terzi
Yerle Gök Arasında Son Bir Savaş
Herkesi Kurtarmak İçin Tek Bir Şans

Güneşin, ayın ve yıldızların elbiselerini dikmek Maia Tamarin’e akılalmaz fedakârlıklara mal olmuştu. Son görevi için gittiği Unutulmuş Adalar’ın muhafızı tarafından lanetlenmiş ve hem kendini hem de sevdiği çocuğu tehlikeye atmıştı.

Savaşın eşiğindeki ülkesine geri döndüğündeyse, pamuk ipliğine bağlı barışı korumak için güneşin elbisesini kuşanmak ve Shansen’e karşı tehlikeli bir oyun kurmak zorunda kalacaktı. Her geçen gün karanlığa çekilirken kim olduğunu unutmamak zorlu bir mücadeleydi ve attığı her adımda daha fazla sırla boğuluyordu.

Maia fazla zamanı kalmadığının farkındaydı ancak Edan’ı bulmak, ailesini korumak ve nihayetinde ülkesine barış getirmek için göğü ateşe vermek zorunda kalsa bile pes etmeyecekti.

Bana cesaret verdiği için anneme,
Hayal gücümü beslediği için babama
Ve yol boyunca daima benimle birlikte güldüğü için Victoria’ya

Bir zamanlar bir annem vardı. Bana avlumuzdaki dut ağaçlarında yetişen ipekböceklerinden yapılan en ince iplikleri ve yumakları eğirmeyi öğretmişti. Binlerce kozayı sabırla kazırdı ve birlikte ahşap makaralara bürümcük ipliklerini dolardık. Küçük parmaklarımın çıkrıkta nasıl hızlı çalıştığını, ipeği ay ışığı huzmeleri gibi nasıl eğirdiğimi görünce babama beni yanına terzi çırağı olarak almasını söyledi. Babam kabul edince annem, “Babandan her şeyi öğrenmeye bak,” dedi.

“O Gangsun’un en iyi terzisidir ve eğer çok çalışırsan bir gün sen de öyle olacaksın.” “Peki, anne,” dedim itaatkârca. Belki de bana kızların terzi olamayacağını söylemiş olsa hikâyem çok farklı gelişecekti. Ama öyle olmadı.

Annem, abilerimi –cesur Finlei, düşünceli Sendo ve haşarı Kenton– yetiştirirken babam da bana kesmeyi, dikmeyi ve nakış yapmayı öğretti. Gözlerimi basit çizgilerin ve şekillerin ötesini görecek, gölgeleri manipüle edip güzelliği yapıyla dengeleyecek şekilde eğitti. Kaba saba pamuklulardan en iyi ipeklilere dek her türden kumaşla çalışmamı, kumaşlar konusunda ustalaşmamı ve tenin üzerine nasıl döküleceklerini hissetmemi sağladı. Birini atlayacak olsam bütün dikişlerimi tekrarlattı ve hatalarım sayesinde tek bir dikişin, insanın üzerine oturan ve oturmayan elbise arasındaki farkı oluşturduğunu öğrendim. Dikkatsiz bir söküğün onarılabileceğini ama geri alınamayacağını. Babamın verdiği eğitim olmasa asla İmparator’un terzisi olamazdım. Ama bana deneme cesaretini veren annemin inancıydı.

Akşamları, dükkânımız kapandıktan sonra yara içindeki parmaklarıma merhem sürerdi. “Baban seni çok çalıştırıyor,” derdi. “Önemli değil, anne. Dikiş dikmeyi seviyorum.” Göz göze gelebilmek için çenemi kaldırdı. Her ne gördüyse, iç çekti. “Sen gerçekten de babanın kızısın. Pekâlâ ama şunu unutma: Terzilik bir zanaat olabilir ama aynı zamanda da bir sanattır. Pencerenin kenarına otur, ışığı hisset ve bulutlarla kuşları izle.” Duraksadı, omzumun üzerinden bütün gün kestiğim şablonlara baktı. “Ayrıca eğlenmeyi de unutma, Maia. Kendin için de bir şey yapmalısın.” “Ama ben hiçbir şey istemiyorum.” Annem başını düşünceli bir edayla yana eğdi.

Aile sunağımızdaki yanıp bitmiş tütsüleri değiştirirken Amana’nın mihrapta duran üç heykelinden birini eline aldı. Sade oymalardı, yüzler ve elbiseler güneşten solmuştu. “Neden Ana Tanrıça için üç elbise yapmıyorsun?” Gözlerim kocaman açıldı. “Anne, yapamam. Onların…” “…dünyadaki en güzel elbiseler olması gerek,” diye tamamladı annem cümlemi. Saçlarımı karıştırdı ve alnımı öptü. “Ben sana yardım ederim. Birlikte düşleriz.” Anneme sarıldım, yüzümü göğsüne gömdüm ve ona öyle sıkı sardım ki boğazından bir santurun yumuşak tınılarını andıran bir kahkaha koptu. Onun gülüşünü bir kez daha duymak için neler vermezdim. Annemi bir kez daha görmek  yüzüne dokunmak ve parmaklarımı kalın örgüsünün içinden geçirirken o simsiyah saçlarının sırtından aşağı doğru dalgalandığını hissetmek için. Ne kadar denersem deneyeyim, onun saçları kadar yumuşacık bir ipek dokuyamadığımı hatırlıyordum.

Yanaklarındaki ve kollarındaki çillerin yıldızlar olduğunu düşündüğümü de hatırlıyordum. Keton’la ben onun kucağına otururduk, ben çillerini saymaya çalışırdım, Keton da onları süpürüp atmaya. Bize anlattığı o hikâyeler! Gangsun’dan ayrılıp deniz kenarında yaşamanın hayalini kuran annemdi. Büyürken dinlediği hikâyeleri bize aktardı  korkusuz denizciler, su ejderhaları ve dilekleri gerçekleştiren altın balık. Sendo’nun büyük bir zevkle ruhuna nakşettiği hikâyeler. Annem perilere ve hayaletlere, iblislere ve tanrılara inanırdı. Bana gelip geçen yolcular için tılsımlar dikmeyi, atalarımızın ruhuna yakmak için kâğıttan kıyafetler kesmeyi, kötü ruhlardan korunmak için muskalar yazmayı öğretti. En çok da kadere inanırdı.

“Keton, babam gibi bir terzi olmanın benim kaderim olmadığını söylüyor,” demiştim bir öğleden sonra anneme hıçkırarak. Abimin sözleri canımı yaktığından ağlıyordum. “Kızların sadece dikişçi olabileceğini ve eğer çok çalışırsam hiç arkadaşım olmayacağını ve hiçbir oğlanın beni istemeyeceğini söylüyor…”

“Sen abine kulak asma,” dedi annem. “O sende nasıl bir yetenek olduğunu anlamıyor, Maia. Henüz anlamıyor.” Elbisesinin yeniyle gözyaşlarımı sildi. “Önemli olan şu, sen bir terzi olmak istiyor musun?”

“Evet,” dedim kısık sesle. “Her şeyden çok. Ama yalnız olmak da
istemiyorum.”
“Olmayacaksın,” diye söz verdi. “Senin kaderin bu değil. Terziler, kadere çoğu kişiden daha yakındır. Neden, biliyor musun?”
Bir cevap için beynimi patlattım. “Babam diyor ki, işini yaparken diktiği iplikler o şeye can veriyormuş.”
“Ondan daha fazlası,” diye yanıtladı annem. “Terzilik, tanrıların
bile saygı duyduğu bir zanaattır. Onda büyülü bir şeyler vardır. En basit ipliğin bile büyük bir gücü vardır.”
“Güç mü?”
“Ben sana hiç kader ipliğinden bahsettim mi?”
Başımı iki yana salladım.
“Herkesin, bir başkasına bağlı bir ipliği vardır – yanında olacak
ve seni mutlu edecek birine. Benimki babana bağlıydı.”
El ve ayak bileklerime baktım. “Ben bir şey göremiyorum.”

“Onu göremezsin.” Annem usulca kıkırdadı. “Yalnızca tanrılar görebilir. İplik uzun olabilir, dağları ve nehirleri aşabilir ve ucunu bulmak yıllar sürebilir. Ama doğru kişiyle karşılaştığında anlayacaksın.”

Ya biri ipi keserse?” dedim endişeyle. “Hiçbir şey onu bozamaz çünkü kader, en güçlü sözdür. Ne olursa olsun birbirinize bağlı olacaksınız.” “Benim sana, babama ve Finlei’ye bağlı olduğum gibi mi? Sendo’ya?” Keton’a kızgındım, o yüzden en küçük abimle birbirimize bağlı olup olmamamız umurumda değildi. “Benzer ama farklı.” Annem burnuma dokundu ve şefkatle sıvazladı. “Günün birinde anlayacaksın.” O gece kırmızı bir ip makarasını aldım ve ayak bileğime bağlamak için bir parça kestim. Abilerimin görüp benimle dalga geçmesini istemediğimden gevşek ucunu da pantolonumun paçasının içine sıkıştırdım.

Ama bacağımdaki o gizli gıdıklanma hissiyle yürürken, birlikte olmaya yazgılı olduğum insanı gördüğümde bir şey hisseder miyim diye merak ettim. Acaba ip hafifçe çekiştirir miydi? Uzayıp diğer yarısına bağlanır mıydı? Aylarca ayak bileğimde o iple gezdim. O yavaş yavaş yıprandı ama benim kadere inancım yıpranmadı. Ta ki kader annemi benden alıncaya kadar. Tıpkı dükkân-evimizin hemen dışındaki selvi ağacına olduğu gibi ağır ağır geldi ve aylar sürdü. Cılız dallarından her gün yapraklar döküldü – başlarda sadece birkaç taneydi ama sonbahar yaklaştıkça gitgide arttı. Sonra bir gün uyandım ve tüm dalların çıplak olduğunu gördüm. Artık selvi ağacımız yoktu. En azından ilkbahara kadar.

Anneminse bir ilkbaharı yoktu. Onun sonbaharı ara sıra vuran öksürüklerle başladı, her seferinde bir tebessümle örtüyordu onları. Finlei’nin çok sevdiği domuz etli mantılara lahana eklemeyi unuttu, uykudan önce Sendo’yla bana anlattığı hikâyelerdeki kahramanların adını unuttu. Hatta kart oyununda Keton’un kazanmasına izin verdi ve ona pazardaki ayak işleri için çok fazla para verdi.

Bu işaretler üzerinde çok düşünmedim. Annem iyi hissetmese bize söylerdi. Derken bir kış sabahı, ben tam da Amana heykellerimizi o üç elbiseyle –güneşin, ayın ve yıldızların elbiseleriyle– süslemeyi bitirmişken annem mutfakta bayıldı. Onu sarstım. Hâlâ çok küçüktüm ve kucağıma dayamak için kaldırdığım başı çok ağırdı. “Baba!” diye haykırdım. “Baba! Uyanmıyor!” O sabah her şey değişti. Atalarıma ölümden sonraki hayatlarında huzur dilemek yerine annemi korumaları için dua ettim. Amana’ya, boyadığım ve giydirdiğim üç heykele, annemin yaşamasına izin versin diye dua ettim. Abilerimin ve benim büyüdüğümü görmesine izin versin ve onu çok seven babamı yalnız bırakmasın diye. Ne zaman gözlerimi kapayıp geleceği gözümde canlandırsam, ailemi bir bütün olarak görüyordum. Annemi babamın yanında gülerken ve yemeklerinin o hoş kokuları arasında bize takılırken görüyordum.

Abilerimi çevremde görüyordum – Finlei dik oturmamı hatırlatıyor, Sendo bana fazladan mandalina veriyor ve Keton örgülerimi çekiştiriyordu. Nasıl da yanılmışım. Annem, sekizinci yaş günümden bir hafta önce öldü. Doğum günümü ailem için beyaz yas kıyafetleri dikerek geçirdim, sonraki yüz gün boyunca da o kıyafetleri giydik.

O sene kış daha soğuktu. Ayak bileğimdeki kırmızı ipi kestim. Babamın annemsiz nasıl da yıkık göründüğünü görünce, birine bağlı olmak ve aynı acıyı çekmek istemedim. Yıllar geçtikçe tanrılara olan inancım da soldu ve büyüye inanmayı bıraktım. Hayallerimin üzerine kepenk indirdim ve kendimi ailemizi bir arada tutmaya, babam, abilerim ve kendim için güçlü durmaya adadım. Ne zaman küçücük bir mutluluk kalbimin çatlaklarından sızıp da onu yeniden tamamlamaya cüret edecek olsa kader yeniden devreye girerek bana yazgımdan kaçamayacağımı hatırlattı. Kader kalbimi almış ve yavaş yavaş parçalamıştı: Finlei öldüğünde, sonra Sendo öldüğünde ve Keton bacağında kırıklar, gözlerinde hayaletlerle geri döndüğünde. Eski Maia olsa, o parçaları alır ve hepsini titizlikle dikerek bir araya getirirdi.

Ama artık o eski Maia değildim. Bugünden sonra her şey farklı olacaktı. Bugünden sonra, kader beni ele geçirdiğinde onunla yüzleşecek ve kendi kaderimi tayin edecektim. Bugünden sonra, kalbim olmayacaktı.

GÜNEŞİN
KAHKAHASI

BİRİNCİ BÖLÜM

Güz Sarayı, binlerce kırmızı fenerle aydınlatılmıştı. Fenerlerin asıldığı ipler o kadar inceydi ki ışıklar çatıdan çatıya uçuşan uçurtmalar gibi görünüyordu. Bütün gece onların rüzgârda dans edişini ve alacakaranlığı parlak bir ışıltıya boyamalarını seyredebilirdim ama aklım başka yerdeydi. Zira kırpışıp duran ışık denizinin altı, Muazzam Ahenk Meydanı imparatorluk düğünü için hazırlanmıştı. İmparator Khanujin’in Leydi Sarnai’yle evliliğini kutlamak için etrafın büründüğü tüm bu kırmızıları görmek beni memnun etmeliydi. Onların birleşmesinin A’landi’ye nihayet bahşedeceği barış için çok çalışmış, çok fazla şey feda etmiştim.

Ama ben artık o eski Maia değildim. Güz Sarayı’nın parlak kırmızı kapıları gümbürdedi ve düğün alayını görmek için bir hizmetçi kalabalığını ittirerek kendime yer açtım. Alayın en başında Leydi Sarnai’nin babası olacaktı: Shansen. Ülkemi içeriden yaralayan, savaşı uğruna iki abimi kaybettiğim ve koca koca adamların yalnızca adının geçmesiyle bile ürperdiği adamı görmek istiyordum. Altın kaplama zırhı, gösterişli zümrüt yeşili kıyafetlerinin altında ejderha pulları gibi parlayan Shansen haşmetli, beyaz bir atın üzerindeydi. Sakalının ve kaşlarının uçları kırlaşmıştı. Hayal ettiğim kadar korkutucu görünmüyordu – ta ki gözlerini görene kadar; siyah inciler gibi parıldıyorlardı. Kızınınkiler kadar ateşliydi ama daha zalimdi.

Hemen arkasında gözde savaşçısı Lord Xina, onun ardında da Shansen’in hepsi babalarının koyu renk, huzursuz edici gözlerini almış olan üç oğlu ve kol yenlerinde, Shansen’in amblemi olan kaplan işli yamalar bulunan bir askeri alay vardı. “Shansen, Ahenk Salonu’nun basamaklarını inecek,” diye duyurdu Başbakan Yun yüksek sesle. “Orada kızı Sarnai Opai’a Makang, İmparator’umuzun eşi olarak hazır bekleyecek.” “Yarın,” diye devam etti Başbakan Yun, “Hediye Alayı, İmparator’un sarayında gerçekleşecek. Üçüncü gün, Leydi Sarnai resmî olarak Göklerin Oğlu İmparator Khanujin’in yanında İmparatoriçe olarak yer alacak. Tanrıların gözünde evliliklerini kutlamak için son bir ziyafet tertip edilecek.” Düğün müziği yükselerek Shansen ve adamlarının basamakları çıkarken oluşturdukları gürültüyle birleşti. Fişekler gök gürültüsü kadar yüksek sesle gümbürderken düğün davullarının her darbesi öyle bir gümlüyordu ki ayağımın altında yer sarsılıyordu.

Sekiz adam, işlemeli ipeklerle örtülmüş ve üzerine turkuaz ve altın rengi ejderhalar çizili sırlı çinilerle zırhlandırılmış altın bir vagon taşıyarak salon boyunca ilerledi. Shansen salonun girişindeki yerini alınca İmparator Khanujin tahtırevanından dışarı çıktı. Müzik kesildi ve hepimiz yerlere kadar eğildik. “Yüz Diyarın Hükümdarı,” diye şakıdık, “Kralların Kağanı, Göklerin Oğlu, Amana’nın gözdesi, A’landi’mizin Görkemli Hükümdarı. On bin yıl yaşayasınız.” “Hoş geldiniz, Lord Makangis,” diye selamladı İmparator Khanujin adamı.

“Sizi Güz Sarayı’nda ağırlamak bir şeref.” Sarayın arkasından havai fişekler patladı ve yıldızların da ötesine uzandı. Herkes görüntüye hayranlıkla bakarak, “Ah!” diye soludu. Kısacık bir an ben de hayret ettim. Daha önce hiç havai fişek görmemiştim. Sendo bir keresinde bana anlatmaya çalışmıştı ama o da hiç görmemişti.

“Gökyüzünde açan nilüferler gibi, ateşten ve ışıktan yapılmışlar,” demişti. “O kadar yükseğe nasıl çıkıyorlar?” “Birileri onları ateşliyor.” Kuşkuyla bakarak kaşlarımı çattığımda omuzlarını silkmişti. “Bana surat yapma, Maia. Her şeyi de bilemem ya. Belki de büyüdür.” “Nasıl açıklayacağını bilmediğin her şey için bunu söylüyorsun.” “Ne olmuş öyle yapıyorsam?” Gülmüştüm. “Ben büyüye inanmıyorum.” Ama şimdi havai fişekler gökyüzünde parlarken, simsiyah geceye sarı ve kırmızı renklerini sıçratırken büyünün hiç de böyle görünmediğini biliyordum. Büyü gökyüzünden dökülen yıldızların kanıydı, iplikten ve umuttan mucizeler dokumaya hevesli büyülü makasımın söylediği şarkıydı. Gökyüzüne uçuşan renkli tozlar değil. Etrafımdakiler sevinçle haykırırken sekiz genç adam başka bir altın tahtırevanı İmparator’un yanına doğru taşıdı.

Her yanına asılı fenerler titizlikle resmedilmiş bir zümrüdüankayı aydınlatıyordu. İmparator’un ejderhasıyla uyumlu bir zümrüdüanka. Ülkeye yeni bir yaşam üfleyecek, onun savaşın küllerinden yeniden doğmasına yardım edecekti. Görevliler tahtırevanı indirdi ama Leydi Sarnai dışarı çıkmadı. Öyle yüksek sesle ağlıyordu ki meydanın en arkasından bile onu duyabiliyordum. Bazı köylerde gelinin düğünden önce ağlaması bir gelenekti, onu yetiştiren anne babasına onlardan ayrıldığı için üzüldüğünü gösteren bir saygı işaretiydi.

Ama hiç de Shansen’in kızına göre değildi. Bir asker tahtırevanın perdelerini araladı ve Leydi Sarnai, İmparator’un ve babasının yanına gitmek üzere ileri doğru yalpaladı. Nakışlı, yakut rengi ipekten bir örtü yüzünü gizliyordu ve narin ay ışığında kızıl elbisesinin kuyruğu peşinden geliyordu. Onun için yaptığım elbiselerden biri gibi parlamıyordu: güneşin kahkahasından dokunmuş, ayın gözyaşlarıyla işlenmiş ve yıldızların kanıyla boyanmış elbiseler. Khanujin’in Shansen’e gösteriş yapmak için gelinin Amana’nın elbiselerinden birini giymesinde ısrarcı olmaması tuhaftı. Genç kadın gergin sessizliği delip geçen tiz bir sesle ağlamaya devam ederken kaşlarımı çattım. Önce babasının karşısında başını eğdi, ardından İmparator’un karşısında dizlerinin üzerine çöktü. İmparator Khanujin ağır ağır, törensel bir edayla örtüsünü kaldırmaya başladı. Davullar tekrar çalmaya başladı, sesleri gitgide yükseldi ve hızlandılar.

En sonunda öyle sağır edici bir hâl aldı ki kulaklarım uğuldadı ve dünya dönmeye başladı. Sonra –tam da davullar en şiddetli noktaya ulaştığında– biri bir çığlık attı. Gözlerim birden açıldı. Shansen, Khanujin’i kenara iterek kızının boğazına atıldı. Ahenk Salonu’nun seksen sekiz basamağının en tepesinde çığlıklar atıp tekmeler savuran kadını tuttu ve örtüsünü yırtıp attı. Gelin, Leydi Sarnai değildi.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Fantastik Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıAkşamı Çöz – Yıldızların Kanı 2. Kitap
  • Sayfa Sayısı328
  • YazarElizabeth Lim
  • ISBN9786258387117
  • Boyutlar, Kapak13,5*21, Karton Kapak
  • YayıneviYabancı Yayınevi / 2022

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Şafağı Ör – Yıldızların Kanı 1. Kitap ~ Elizabeth LimŞafağı Ör – Yıldızların Kanı 1. Kitap

    Şafağı Ör – Yıldızların Kanı 1. Kitap

    Elizabeth Lim

    Kılık Değiştirmiş Yetenekli Bir Terzi  Kazanılması İmkânsız Bir Yarışma  Efsanelerle Örülmüş Ölümcül Sırlar Maia Tamarin, bir zamanlar oldukça ünlü bir terzi olan babasının dükkânında...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Tefeci Gobseck ~ Honore de BalzacTefeci Gobseck

    Tefeci Gobseck

    Honore de Balzac

    Balzac İnsanlık Komedyası’nda 19. yüzyılın ilk yarısını ve Fransa’yı kapsayan, yaşanmış gerçeklikten çok onun bir tür aynası niteliğini taşıyan, kendi tarihi, coğrafyası, soyluları ve...

  2. 17. Roman ~ Dag Solstad17. Roman

    17. Roman

    Dag Solstad

    7. Roman Dag Solstad’nın ‘On Birinci Roman, On Sekizinci Kitap’ı, kahramanı Bjørn Hansen’in Büyük Ret adını verdiği planını uygulamaya koymasıyla ve çevresindeki herkese oynadığı...

  3. Yusufçuk Gece Gelir ~ Melissa PanarelloYusufçuk Gece Gelir

    Yusufçuk Gece Gelir

    Melissa Panarello

    Saplantılı bir aşk. Şiddetli bir tutku. Çarpıcı bir yetenek. Ve geceleri yusufçuk kılığında gezen bu gizemli kız... Yusufçuk Gece Gelir, edebiyat dünyasında son 10 yılın en yankı uyandıran yazarının sıradışı ikinci romanı.

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur