20. yüzyılın en özgün seslerinden biri olan Fransız yazar ve düşünür Jean-Paul Sartre’ın yaşamöyküsü, art arda sıralanmış bir reddedişler bütünü olarak tanımlanabilir. Sartre Tanrı’yı, kurulu düzenlerin tümünü, bu arada aileyi, klasik anlamıyla edebiyatçıyı, filozofu, eylem adamını, sayısız dostlukları, partileri, kalıplaşmış düşünceleri reddettiği gibi, 1964’te verilen Nobel Edebiyat Ödülü’nü de reddetmiştir. Sartre’ın edebî yapıtları arasında çok önemli bir yeri olan Özgürlük Yolları adlı roman dizisi üç kitaptan oluşur. 1945-1949 yılları arasında yayımlanan bu üç romanın ilk ikisi, anlamlı farklılıklarıyla İkinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı altüst oluşu sergiler. Dizinin ilk kitabı olan ve yazarın 1941’de tamamladığı Akıl Çağı’nda, “1937-1938 yıllarının aldatıcı iyimserliği” içinde hem kendilerini arayan hem de kendilerinden kaçan birkaç kişinin sınırlı ve içedönük hayatı etrafında süregiden anlamlandırma kaygıları dile getirilir.
I
Vercingetorix Sokağı’nın ortasında, irikıyım bir adam Mathieu’yü kolundan yakaladı; karşı kaldırımda bir polis geziniyordu.
“Bana biraz para ver patron, karnım aç.”
Birbirine yakın gözleri, kalın dudakları vardı; şarap kokuyordu. Mathieu, “Acıktın mı, yoksa susadın mı?” dedi.
Adam güçlükle homurdandı:
“Yemin ederim doğru söylüyorum, yemin ederim…”
Mathieu cebinde bir on santim bulmuştu.
“Sen bilirsin,” dedi, “laf olsun diye söyledim.”
Parayı verdi. Adam duvara yaslanarak, “Bu yaptığın,”
dedi, “iyi bir şey senin… Ben de sana Tanrı’dan çok büyük bir şey isteyeceğim. Bil bakalım, ne isteyeceğim?”
İkisi de düşündüler; Mathieu, “Ne istersen,” dedi.
“Eh, öyleyse ben de senin mutluluğuna dua ederim.
İşte bu kadar…”
Bir iş başarmışçasına güldü. Polisin yanlarına geldiğini gören Mathieu, adam için ürktü.
“Haydi bakalım,” dedi, “eyvallah!”
Uzaklaşmaya davrandı ama adam tekrar yakaladı.
Peltek peltek, “Mutluluk dilemekle olmaz yani,” dedi.
“Bu kadarı yetmez…”
“Ya daha ne olacak?”
“Sana bir şey vermek isterdim…”
Polis, “Dilencilik yaptığın için seni deliğe tıkacağım,”
dedi.
Pembe yanaklı, gepegenç bir adamdı; sert görünmeye çalışıyordu. Gene de güvensiz bir sesle devam etti:
“Yarım saattir gelip geçeni rahatsız ediyorsun.”
Mathieu telaşla, “Dilenmiyor,” dedi. “konuşuyorduk.”
Polis omuz silkti, yürüdü. Sarhoş kaygı verecek şekilde sallanıyordu; polisi bile pek fark etmemişti.
“Sana ne vereceğimi buldum. Bir İspanyol pulu vereceğim.”
Cebinden üç köşe yeşil bir karton parçası çıkardı ve
Mathieu’ye uzattı. Mathieu okudu:
“CNT, Diario Confederal Ejemplares 2. France.
Anarşist Sendikalistler Komitesi, 41 Belleville Sokağı, Paris.” Adresin alt tarafına bir pul yapıştırılmıştı. Pul da yeşildi, Madrid damgasını taşıyordu. Mathieu elini uzattı:
“Teşekkür ederim.”
“Ama dikkat et,” dedi adam. Öfkelenmiş gibiydi…
“Bu… Bu Madrid… Ya!”
Mathieu baktı, adamın heyecanlı bir hali vardı. Düşündüklerini söyleyebilmek için kendini zorladığı belliydi. Vazgeçti, yeniden, “Madrid,” dedi.
“Evet.”
“Oraya gitmek istiyordum, yemin ederim. Ama olmadı işte… Ayarlayamadım.”
Birden kapanmıştı. “Dur!” dedi. Parmağını ağır ağır
pulun üzerinde gezdirdi:
“Oldu. Artık alabilirsin.”
Mathieu iki üç adım yürümüşken adam gene seslendi:
“Hey!”
“Ne var?” dedi Mathieu. Adam uzaktan on santimi
gösteriyordu:
“İneğin biri bana bir onluk tosladı. Gel sana bir rom
ısmarlayayım.”
“Yok! Başka bir akşam.”
Mathieu, içinde belirsiz bir buruklukla uzaklaştı. Yaşamında, herkesle birlikte sokaklarda, barlarda sürttüğü, önüne gelenle kadeh tokuşturduğu bir dönem olmuştu. Ama o fasıl çoktan kapanmıştı; bu çeşit numaralar artık ona hiçbir şey ifade etmiyordu. Gülünçtü bu… İspanya’ya gidip dövüşmeye can attığı da olmuştu. Mathieu adımlarını sıklaştırdı; canı sıkılarak, “Aslında birbirimize diyeceğimiz bir şey yoktu,” diye düşündü. Cebinden yeşil kartonu çıkardı: “Madrid’den geliyor ama ona gönderilmemiş, herhalde biri vermiştir. Bana vermeden önce Madrid’den geliyor, diye pulu kaç kez okşadı.” Adamın yüzünü ve pula bakarken gözlerinde beliren anlamı hatırlıyordu: Bir tutku ifadesiydi bu… Yürümeye devam ederken Mathieu de pula baktı, sonra karton parçasını cebine koydu. Bir tren düdüğünü öttürdü ve Mathieu içinden, “İhtiyarladım ben,” diye geçirdi.
Saat onu yirmi beş geçiyordu, vakti vardı. Küçük mavi evin önünden durmadan, başını çevirmeden geçti, ama gözünün ucuyla bakmıştı. Madam Duffet’ninkinden başka bütün pencereler karanlıktı. Marcelle, sokak kapısını açacak zaman bulamamıştı: Asma cibinlikli karyolaya doğru eğilmiş, erkeksi hareketlerle annesinin yorganını düzeltiyordu. Mathieu düşünceliydi: “29’una kadar beş yüz frank, günde aşağı yukarı otuz frank eder. Altından nasıl kalkacağım?” Geri döndü ve yürüdü.
Madam Duffet’nin odasında ışık sönmüştü. Birkaç saniye sonra Marcelle’in penceresi aydınlandı; Mathieu karşıya geçti ve yeni ayakkabılarının ses çıkarmasından korkarak dikkatle bakkalın önünden yürüdü. Kapı aralık tı; usulca itti, kanat gıcırdayarak açıldı: “Çarşambaya biraz yağ getirip şu menteşeleri yağlayayım.” İçeri girdi, kapıyı kapadı, karanlıkta ayakkabılarını çıkardı. Merdiven de gıcırdıyordu; Mathieu, ayakkabıları elinde, usul usul çıkıyor, her basamakta adımını atmadan ayağının ucuyla önünü yokluyordu: “Ne komedi,” diye düşündü.
O daha sahanlığa varmadan Marcelle kapıyı açmıştı. Odasından pembe, süsen kokulu bir buhar süzüldü, merdivene doğru yayıldı. Yeşil gömleğini giymişti. Arkasından vuran ışıkta Mathieu, onun yumuşak ve etli kalçalarının yuvarlaklığını gördü. İçeri girdi, kapıyı kapadı; bu odaya her girişinde ona, dev bir deniz böceğinin kabuğuna giriyormuş gibi gelirdi. Marcelle kapıyı kilitledi. Mathieu duvardaki gömme dolabı açtı, ayakkabılarını içine koydu. Sonra Marcelle’e baktı ve işlerin yolunda gitmediğini anladı.
Alçak sesle, “Ne var?” diye sordu. “Kötü bir şey mi
oldu?”
Marcelle alçak sesle, “Yo, hayır,” dedi. “Sende ne var,
ne yok?”
“Hiç, parasızım! Üst tarafı iyi işte…”
Kızı boynundan, dudaklarından öptü. Teni amber
kokuyordu, ağzı tütün. Mathieu soyunurken Marcelle
yatağın kenarına oturdu, dikkatle bacaklarına bakıyordu.
Mathieu, “Bu da ne?” diye sordu.
Ocağın üzerinde o güne kadar görmediği bir fotoğraf duruyordu. Yaklaşıp baktı ve utangaç ama dik bakışlı, erkek halli, zayıf bir genç kız gördü. Üzerinde uzun bir erkek ceketi, ayağında düz, kapalı ayakkabılar vardı. Marcelle başını kaldırmadan, “Benim,” dedi. Mathieu döndü; Marcelle’in gömleği kalçalarına kadar sıyrılmıştı; öne eğilmişti; Mathieu, onun iri göğüslerinin gömleğinin altında titrediğini fark etti. “Nereden buldun bunu?”
“Eski albümlerden birinde. 1928 yazında çektirmişim.” Mathieu ceketini dikkatle katladı ve ayakkabılarının yanına koydu. Sordu: “Aile resimlerine bakarak zaman geçiriyorsun, desene…” “Hayır ama nedense bugün canım eski günlere ait bir şeyler görmek istedi. Henüz seninle tanışmadığımız, daha sağlam, sağlıklı olduğum günlerde nasılmışım, görmek istedim. Versene şunu.” Mathieu resmi uzattı, kız sert bir hareketle, koparırcasına aldı. Mathieu yatağın üzerine, kızın yanına oturdu. Marcelle irkildi, usulca uzaklaştı. Anlamsız bir gülüşle resme bakıyordu. “Ne tatsızmışım,” dedi. Resimdeki genç kız bir bahçe duvarının demir parmaklığına yaslanmıştı. Dimdik duruyordu, dudakları aralıktı. Herhalde o da aynı batıcı açık sözlülük, aynı dengesiz cüretle, “Ne tatsızım,” diyordu. Yalnızca o daha genç ve çok daha zayıftı. Marcelle başını salladı. “Tatsız ya,” dedi. “Tatsız! Bu resmi, Lüksemburg’da eczacı okulundan bir oğlan çekmişti. Üzerimdeki ceketi görüyor musun? O gün satın almıştım. Bir sonraki pazar Fontainebleau’da şenlik vardı. Hey Tanrım!” Mutlaka bir şey vardı: Hareketleri hiçbir zaman bu kadar sert, sesi bu kadar kırıcı, bu kadar erkeksi olmamıştı. Yatağın kenarında, çırılçıplakken olduğundan çok daha iç gıcıklayıcı, savunmasız, oturuyordu; bu her şeyi pembe olan odanın ortasında iri hatlı bir Çin vazosu gibiydi. Bedeninden o kışkırtıcı koku yükselirken sert, erkek sesiyle konuştuğunu duymak insanı şaşırtıyor, üzüyordu. Mathieu onu omuzlarından yakalayarak kendine doğru çekti:
“Geçmiş günleri mi özlüyorsun?” Marcelle kuru bir sesle, “Hayır,” dedi. “O günleri değil. Yalnızca o günlerde hayalini kurduğum yaşamı özlüyorum.” Genç kız üniversitede kimya öğrencisiydi. Sonra hastalanmıştı. Mathieu, “Beni mi suçluyor yoksa?” diye düşündü. Bir soru sormak için ağzını açtı ama kızın gözlerini görerek sustu. Marcelle, yüzünde gergin, kederli anlamlarla hâlâ resme bakıyordu. “Şişmanlamışım, değil mi?” “Evet.” Omuz silkti, fotoğrafı yatağın üzerine fırlattı. Mathieu, “Gerçekten, ne şanssızlık,” diye düşündü. Yanağını öpmek istedi, Marcelle yumuşak bir hareketle onu itti. Sinirli bir gülüşle, “On yıl geçti,” dedi. Mathieu düşünüyordu: Ona hiçbir şey veremiyorum. Haftada dört gece geliyordu; günlerini en ince ayrıntılarına kadar ona anlatır, Marcelle de ciddi, hatta biraz emreden bir tavırla akıllar, öğütler verirdi ona… Mathieu sordu: “Dün ne yaptın? Sokağa çıktın mı?” Marcelle gelişigüzel bir hareket yaptı. “Hayır, yorgundum. Biraz bir şeyler okudum; ama annem ikide bir dükkâna çağırdı, rahat bırakmadı.” “Bugün?” “Bugün çıktım,” dedi. “Canım biraz hava almak, iki insan yüzü görmek istedi. Gaitè Sokağı’na kadar yürüdüm, iyi geldi; sonra Andrée’ye gittim.” “Görebildin mi?” “Evet, beş dakika. Ondan ayrıldığımda yağmur başlamıştı, ne biçim haziran; insanlar öyle keyifsiz görünüyorlardı ki… Bir taksiye atlayıp eve döndüm.” Zoraki bir ilgiyle, “Ya sen?” diye sordu. Mathieu’nün canı anlatmak istemiyordu. Ama, “Dün son derslerde bulunmak için liseye gittim,” dedi. “Öğlen Jacques’ta yemek yedim, her zamanki gibi korkunçtu. Bu sabah muhasebeye uğradım. Belki biraz avans koparabilirim, diyordum; ama olmazmış. Halbuki Beauvais’deyken idaredeki herifle işimi uydurmuştum…
Sonra İviç’i gördüm.” Marcelle kaşlarını kaldırarak baktı. Mathieu ona İviç’ten bahsetmeyi sevmiyordu. Sözünü tamamladı: “Pek bozuktu.” “Neden?” Marcelle’in sesi yeniden dikleşmiş, yüzüne düşünceli ve ciddi bir anlam gelmişti. Şu anda tombul bir Doğuluya ne kadar benziyordu. Mathieu yarım ağızla, “Çakacak galiba,” dedi. “Hani çalışıyor, demiştin?” “Eh, sözümona… Kendince çalışıyor. Yani saatlerce, kitap önünde, kımıldamadan oturuyor. Ama bilirsin onu, tıpkı deliler gibi, o da bazen, bir an gerçeği görüverir. Eylülde biyolojiyi çalışmıştı, biliyordu. Sınav iyi gidiyordu, profesörün ağzı kulaklarındaydı; sonra nasıl olduysa birden, çıplak kafalı, çirkin bir adamın karşısında oturmuş, selentereleri anlattığını fark ediverdi. Bu ona aşağılık, gülünç bir şey gibi geldi. ‘Selenterelerden bana ne? Topunun Allah belasını versin!’ diye düşündü ve dazlak kafalı herif bir daha ağzından tek kelime alamadı.” Marcelle, dalgın, “Ne tuhaf kız,” dedi. “Neyse,” dedi Mathieu, “bu numarayı ikide bir tekrarlamaya kalkışmasın da! Ama bu olmasa da başka bir delilik bulur gene.”
Bu ses tonu, bu koruyucu ama umursamaz ton düpedüz yalan değil miydi? Sözcüklerle anlatılabilecek her şeyi söylemiyor muydu? “Zaten sözcüklerden gayrı ne var ki…” Bir an tereddüt etti, cesareti kırılmış gibi başını öne eğdi; Marcelle’in, onun İviç’le ilgili duyguları konusunda bilmediği bir şey yoktu; onu sevmesine bile göz yumabilirdi. Tek istediği, Mathieu’nün İviç’ten işte bu tonla söz etmesiydi. Mathieu kızın sırtını okşuyordu, Marcelle’in gözkapakları ağırlaşmaya başlamıştı; onun böyle sırtını, iki kürekkemiğinin arasından ta kuyruksokumuna kadar usul usul okşamasına dayanamazdı. Ama birden dikildi, yüz hatları sertleşmişti. Mathieu, “Bak Marcelle,” dedi. “İviç çakmış, çakmamış umurumda değil. Zaten doktorluğa benden daha yatkın olduğunu kimse söyleyemez. Hem bu yıl PCN’yi1 geçse bile, gelecek yılı atlatamaz. Daha ilk kadavrada aklı başından gidecek, bir daha fakülteye adımını atmayacak. Ama bu kez tökezlerse bir çılgınlık yapar, diye korkuyorum. Çünkü bu yıl geçemezse ailesi onu bir daha üniversiteye yollamaz.”
Marcelle sordu: “Yani, nasıl bir çılgınlık, demek istiyorsun?”
Mathieu bocaladı: “Ne bileyim…”
“Ama ben biliyorum, canım. Söylemeye dilin varmıyor ama kalbine bir kurşun sıkıp canına kıyar diye korkuyorsun. Her ne kadar bu sence pek modası geçmiş, çok romantik bir hareket sayılırsa da… Seni duyan da kıza alıcı gözle bakmamış sanır. Cildini yakından görmedin mi hiç? Ben olsam, elimi sürmeye korkarım, yırtılıverir diye, öyle ince ki. Hiç böyle teni olan güzel bebekler bir kurşunla o canım deriyi parçalamayı göze alabilirler mi? Ben kendimi, saçım başım birbirine karışmış, elimde küçük bir tabancayla bir koltuğa yığılmış kalmış tasarlayabiliyorum. Ama bu dekor, bu poz içinde o… Olmaz, olamaz! Anladın mı? Tabancalar bizim gibi katır derililer için yapılmıştır.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAkıl Çağı - Özgürlük Yolları 1
- Sayfa Sayısı440
- YazarJean-Paul Sartre
- ISBN9789750761768
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Harmattan ~ Gavin Weston
Harmattan
Gavin Weston
Gençlik yıllarında Batı Afrika’da öğretmenlik yapan Gavin Weston’un Nijer’de geçirdiği günlerden esinlenerek kaleme aldığı Harmattan’da küçük bir kız çocuğunun büyüme sancılarını anlatılıyor. Ve tabii...
- Ekşilina’nın Hayret Verici Maceraları – 1Yıkık Dökük Krallığım ~ Finn-Ole Heinrich
Ekşilina’nın Hayret Verici Maceraları – 1Yıkık Dökük Krallığım
Finn-Ole Heinrich
Evvel zaman içinde, “Yaşam bir tavakekidir,” demiş bir Peynir Generali. Bazen tuzlu bazense tatlı… Oysa asıl önemli olan, tadı nasıl olursa olsun bu tavakekinin...
- Ölüm Tüneli ~ Susan Sontag
Ölüm Tüneli
Susan Sontag
“Gerçekten yaşamayan insanlar genelde yoğun bir sıvının içinde hareket ederler. Yaşamlarını ancak bu şekilde sürdürebilirler. Hayatları görmemelerine bağlıdır.” Yakışıklı, iyi eğitimli ve bir süre...