Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Akan Nehir Gibi
Akan Nehir Gibi

Akan Nehir Gibi

Paulo Coelho

Dünyanın en sevilen ve en çok okunan yazarlarından Paulo Coelho’dan nefes kesici bir anlatı koleksiyonu. Paulo Coelho maneviyat, yaşam ve etik üzerine düşüncelerini paylaştığı…

Dünyanın en sevilen ve en çok okunan yazarlarından Paulo Coelho’dan nefes kesici bir anlatı koleksiyonu.

Paulo Coelho maneviyat, yaşam ve etik üzerine düşüncelerini paylaştığı bu sürükleyici kitabında, büyük ya da küçük fark etmeksizin hayatın çok özel dersler barındırdığını gösteriyor. Okçuluktan farkındalığa, yolculuktan iyi ile kötünün doğasına kadar çok çeşitli konularda kişisel düşüncelerini sunan Coelho, bir kurşunkalemin mutluluğa giden yolu gösterebileceğini, bir dağa tırmanma kılavuzu sayesinde hayallerin gerçeğe dönüşebileceğini, Cengiz Han ve şahininin hikâyesi üzerinden öfkenin yıkıcılığını, dostluğun kıymetini ve daha nicesini anlatıyor.

Akan Nehir Gibi, okurları heyecan verici bir felsefi yolculuğa davet ediyor.

*

Ey günah işlemeden hamile kalan Meryem,
dua et Sen’den yardım isteyen bizler için.

Âmin

“Akan nehir gibi ol
Gecenin ortasında usulca.
Korkma gecenin karanlığından.
Gökte yıldızlar varsa, yansıt onları.
Ve gökler bulutlarla dolarsa,
Bulutlar da su, tıpkı nehir gibi,
Onları da yansıt gocunmadan
Dingin derinliklerde.”

Manuel Bandeira

İçindekiler

Kitaplar ve Kütüphaneler Hakkında ……………………………. 21
Cenazem ………………………………………………………………… 24
Zarafet Hakkında …………………………………………………….. 27
Dağa Tırmanma Kılavuzu ………………………………………….. 30
Ok Atmanın Yolu …………………………………………………….. 33
Üçüncü Tutku …………………………………………………………. 36
Kurşunkalemin Hikâyesi ……………………………………………. 39
Seher Vakti ……………………………………………………………… 41
Hâlâ Bu Banknotu İsteyen Var mı? ……………………………… 42
Deneyip Yanılma Sanatı ……………………………………………. 43
Akıllı Uşak ……………………………………………………………… 45
Jante Yasası ……………………………………………………………… 46
Göz Göze Gelmenin Önemi Hakkında ……………………….. 49
2005 Yılının Ocak Ayında Alelade Bir Gün ………………….. 52
Batonlar ve Kurallar Hakkında …………………………………… 55
Yaklaşan Fırtına ……………………………………………………….. 58
Kendi Menkıbeni Yaşa ………………………………………………. 61
Farklı Bir Seyahat Türü ……………………………………………… 63
Tempo ve Yol Hakkında ……………………………………………. 66
Bir Masal ………………………………………………………………… 67
Cengiz Han ve Şahini ……………………………………………….. 70
Alışveriş Merkezindeki Piyanist ………………………………….. 73
Chicago Kitap Fuarı Yolunda ……………………………………… 76
Prag, 1981 ………………………………………………………………. 77
Roma: Isabella Nepal’den Dönüyor …………………………….. 78
Mavi Dağlarda …………………………………………………………. 79
Norma ve Güzel Olaylar …………………………………………… 81
Ormandaki Komutan ……………………………………………….. 82
Her Şey Nasıl Tek Bir Şeyin İçinde Olabilir ………………….. 85
Melbourne’de Bir Konuşma ……………………………………….. 86
Ağı Onarmak ………………………………………………………….. 87
Almanya’da bir şehirde ……………………………………………… 88
Tokyo’da Bir Barda …………………………………………………… 89
Kayınpederim Christiano Oiticica ………………………………. 92
Dünya Turuna Çıkan Ölü ………………………………………….. 93
Hayırseverlik Tehlikede …………………………………………….. 96
Eksik Tuğla ……………………………………………………………… 98
Düşünce Yağlı Tarafı Üstte Kalan Ekmek ……………………… 99
Baependi’li Nhá Chica ……………………………………………. 101
Bir Konuşmadan Önce ……………………………………………. 104
Copacabana, Rio de Janeiro ……………………………………… 105
Evi Yeniden İnşa Etmek …………………………………………… 106
İçeri Giremezmişim ……………………………………………….. 107
Miami Limanı’nda ………………………………………………….. 108
Sonuçta Hepsi Arkadaşım ……………………………………….. 109
Şeytan’ın Havuzu …………………………………………………… 110
Gülümseyen Çift (Londra, 1977) ……………………………… 111
Avustralyalı Adam ve Gazetedeki İlan ……………………….. 113
Zaferin Tadı …………………………………………………………… 114
Çay Töreni ……………………………………………………………. 116
Bulut ve Kum Tepesi ………………………………………………. 117
Gerçekleşmeyen Buluşma ……………………………………….. 120
California’daki San Diego Limanı’nda ……………………….. 122
Savaşın Ortasında …………………………………………………… 123
Tanrı’nın Alametleri ……………………………………………….. 124
İnsanların Gülünç Yönü …………………………………………… 126
Kendini Kandırmak ………………………………………………… 127
Yalnız Kor …………………………………………………………….. 128
Katolik ile Müslüman ……………………………………………… 130
Savaşa Hazırım Ama Şüphelerim Var ………………………… 131
Yerde Yatan Adam ………………………………………………….. 134
Fas’tan Dönen Biri ………………………………………………….. 137
Copacabana’daki İhtiyar Kadın …………………………………. 138
Pandora’nın Kutusu ………………………………………………… 139
Değirmende Bir Gün ………………………………………………. 142
Diplomanın Önemi Hakkında ………………………………….. 145
Babil Kulesi’nin Diğer Tarafı …………………………………….. 148
Brezilyalı Yazarların En Büyüğüne …………………………….. 151
Komşunun Bahçesi …………………………………………………. 154
Şapelden Gelen Müzik ……………………………………………. 155
Bütün Kadınları Temsil Eden Bir Kadın İçin ……………….. 158
Manuel Önemli ve Faydalı Bir Adam ………………………… 161
Manuel Özgür Bir Adam …………………………………………. 164
Manuel Cennet’e Gidiyor ……………………………………….. 167
Ölüm Damgası ………………………………………………………. 170
İkinci Bir Şans ……………………………………………………….. 173
Unuttuğum Dua ……………………………………………………. 176
Savaşçı ve İman ……………………………………………………… 178
Çölün Gözyaşları …………………………………………………… 181
Çekilme Sanatı ………………………………………………………. 184
11 Eylül 2001 Hakkında Düşünceler ………………………… 186
İmkânsıza İnanmak ……………………………………………….. 189
İki Mücevher …………………………………………………………. 192
Yolda Yalnız …………………………………………………………… 195
Yeni Bin Yılın Kanunları ………………………………………….. 198
Sevgiye Açık Olmak ……………………………………………….. 200
Pijamalı Ölü ………………………………………………………….. 203
Nasıl Hayatta Kalabildik? ………………………………………… 206
Raj’ın Bana Anlattığı Hikâye ……………………………………. 209
Hayallerinin Peşinden Giden Adam …………………………… 211
Meditasyonda Kedinin Önemi ………………………………….. 214
Yıkmak ve Yeniden İnşa Etmek ………………………………… 217
Dürtüye Uymak …………………………………………………….. 218
Cadılar ve Af …………………………………………………………. 219
Kılıç Sanatı Hakkında ……………………………………………… 222
Dentsu Galerisi’ndeki Buluşma ………………………………… 224
Ruhani Arayışın Tuzakları Hakkında ………………………….. 226
Teşekkürler, Başkan Bush …………………………………………. 229
Kötülük İyiliğin Galip Gelmesini İster ……………………….. 232
İhtişamın Geçiciliği Hakkında ………………………………….. 234

Önsöz

On beş yaşındayken anneme şöyle dedim: “Hayatta ne yapmak istediğimi buldum. Yazar olmak istiyorum.” “Yavrum…” diye karşılık verdi annem hüzünle, “baban mühendis. Kafası çalışan, mantıklı, dünya görüşü düzgün bir adam. Yazar ne demek, biliyor musun?” “Kitap yazan insana yazar denir.” “Amcan Haroldo bir doktor, aynı zamanda kitap da yazıyor, birkaçını da yayımladı. Sen de mühendislik oku, sonra boş zamanlarında yazarsın.” “Hayır, anneciğim. Ben sadece yazar olmak istiyorum. Kitap yazan bir mühendis olmak istemiyorum.” “Peki hayatında hiç yazarla tanıştın mı? Herhangi bir yazarla görüştün mü?” “Hayır. Sadece fotoğraflarını gördüm.” “Öyleyse yazar olmak istiyorsun, ama yazarlığın tam olarak ne olduğunu bile bilmiyorsun.” Anneme hakkıyla karşılık verebilmek için biraz araştırma yapmaya karar verdim. Böylece yazarlığın anlamını, altmışlı yılların başında şu şekilde keşfettim: Bir yazar daima gözlük kullanır, saçını düzgün taramaz. Vaktinin yarısını her şeye öfkelenerek, diğer yarısınıysa bunalıma kapılarak geçirir. Barlarda takılır, gözlüklü ve dağınık saçlı başka yazarlarla tartışır. Konuşması karmaşıktır. Sıradaki romanı için hep harika fikirleri vardır, bir önce yayımladığı romandansa nefret eder.

Bir yazarın görevi ve yükümlülüğü kendi nesli tarafından asla anlaşılmamaktır – aksi takdirde deha kabul edilemez, çünkü vasatlığın egemen olduğu bir dönemde dünyaya geldiğine inanır. Bir yazar yazdığı her cümleyi defalarca düzeltir ve değiştirir. Sıradan bir insanın kelime dağarcığı üç bin sözcükten oluşur; gerçek bir yazarsa bu sözcükleri asla kullanmaz, çünkü sözlükte yüz seksen dokuz bin sözcük daha vardır, üstelik kendisi sıradan bir insan değildir. Bir yazarın ne demek istediğini sadece başka yazarlar anlar. Buna rağmen yazar başka yazarlardan gizli gizli nefret eder – ne de olsa edebiyat tarihinde açılan boş yerleri kapmak için onlarla mücadele etmektedir. Dolayısıyla yazar ve rakipleri en karmaşık kitap ödülü için yarışır: En zor kitabı yazacak yazar en iyi yazar ilan edilecektir. Bir yazar ürkütücü isimlere sahip konuları anlamalıdır: semiyotik, epistemoloji, neokonkretizm… Birilerini şaşırtmak istediğinde, “Einstein aptalın tekidir,” ya da, “Tolstoy burjuvanın palyaçosudur,” gibi laflar eder. Bunları duyan herkes şaşkına dönse de sonradan başkalarına izafiyet teorisinin hatalı olduğunu, Tolstoy’un Rus aristokratları savunduğunu aktarırlar. Bir yazar kadınları etkilemek istediğinde, “Ben bir yazarım,” der ve peçetelere şiirler yazar; bu yöntem daima işe yarar. Engin bilgi birikimi dolayısıyla, bir yazar daima edebiyat eleştirmeni olarak iş bulur. Böyle anlarda cömertleşir, arkadaşlarının kitapları hakkında yazılar yazar. Eleştirilerinin yarısı yabancı yazarlardan yaptığı alıntılardan meydana gelir; diğer yarısındaysa “epistemolojik yaklaşım” ya da “benzer bir eksenle bütünleşmiş bakış açısı” gibi ifadeler içeren analizlere yer verir. Eleştirilerini okuyanlar, “Ne kültürlü biri,” derler. Kitabı da satın almazlar, çünkü epistemolojik yaklaşımlı kısımlara gelince ne yapacaklarını bilemeyeceklerdir. Bir yazar, o sırada okuduğu kitaplardan bahsetmesi istendiğinde, daima kimsenin okumadığı bir kitaptan bahseder. Bütün yazarlarda hayranlık uyandıran tek bir kitap vardır: James Joyce’un Ulysses’i. Bir yazar bu kitap hakkında asla kötü konuşmaz, ama kitabın ne hakkında olduğu sorulduğunda, yazar doğru düzgün açıklayamaz ve kitabı gerçekten okuduğuna dair soru işaretleri belirir. Bütün yazarların başyapıt ilan ettiği Ulysses’in çoksatar olmaması pek saçmadır; bu belki de herkesin okuyup beğendiği bir kitap üstünden büyük paralar kazanmayı akıl edemeyen yayıncıların aptallığıdır. Bu bilgileri kuşanıp annemin karşısına dikildim ve yazar olmanın tam olarak ne anlama geldiğini açıkladım. Söylediklerimi duyunca biraz şaşırdı. “Mühendis olmak daha kolay,” dedi. “Üstelik sen gözlük de kullanmıyorsun.” Ama saçlarım dağınıktı, cebimde bir paket Gauloises sigara, kolumun altında bir tiyatro metni vardı (bir eleştirmenin “hayatımda gördüğüm en çılgın oyun” diye tanımlayarak yüreğime su serptiği Limites da resistência [Direnişin Sınırları]), Hegel okuyordum ve ne yapıp edip Ulysses’i okumaya kararlıydım. Derken bir gün bir rock şarkıcısı karşıma çıktı, şarkılarına söz yazmamı rica etti, beni ölümsüzlük arayışından uzaklaştırdı ve yeniden sıradan insanların arasına çekti. Bu sayede birçok yer gezdim, Bertolt Brecht’in deyimiyle, ayakkabı değiştirir gibi ülke değiştirdim. Okuyacağınız sayfalarda başımdan geçen bazı olaylar, bana anlatılan hikâyeler, hayatımı meydana getiren nehrin belli bölümlerinde aklımdan geçenler var. Bu metinler dünyanın dört bir yanındaki gazetelerde yayımlandı ve okurların ricası üzerine bir araya getirildi.

Kitaplar ve Kütüphaneler Hakkında

Doğruyu söylemek gerekirse evimde çok kitap yok: Birkaç sene önce hayatıma dair bazı kararlar aldım; niteliği artırıp niceliği azaltma fikrinin cazibesine kapıldım. Keşiş hayatı süreceğimi söylüyor değilim – sonsuz sayıda nesneye sahip olmaya mecbur kalmadığımızda muazzam bir özgürlüğe ulaşacağımız kanısındayım. Bazı arkadaşlarım (hem erkekler hem kadınlar), aşırı sayıda giysiye sahip oldukları için saatlerce ne giyeceklerine karar vermeye çalıştıklarından yakınırlar. Ben dolabımı “siyah ağırlıklı” hale getirdiğim için artık bu sorunla uğraşmıyorum. Ama bugün modadan değil kitaplardan bahsedeceğim. Konuya dönersek, kütüphanemde sadece dört yüz kitap bulundurmaya karar verdim – bazıları duygusal sebeplerle, bazılarıysa tekrar tekrar okuduğum kitaplar. Böyle bir kararı almamın ardında birçok sebep var. Bunlardan biri, ömür boyu özenle biriktirilen kitaplardan oluşan kütüphanelerin insanlar öldükten sonra saygısızca yok pahasına satılması. Diğer bir sebep: Bütün bu kitapları niçin evimde tutayım? Arkadaşlarıma kültürlü olduğumu göstermek için mi? Duvarları süslemek için mi? Biriktirdiğim kitaplar evimde değil bir halk kütüphanesinde olsalar çok daha faydalı olur. Eskiden olsa kitaplara ihtiyaç duyduğumu, çünkü gerektiğinde onlara danışacağımı söyleyebilirdim. Bugünse bir bilgiye ulaşmam gerektiğinde bilgisayarı açıyorum, birkaç anahtar kelime yazıyorum ve ihtiyaç duyduğum bütün bilgiler karşımda beliriyor. Hepsi dünyanın en büyük kütüphanesi olan internet sayesinde. Elbette hâlâ kitap satın alıyorum – kitapların yerini tutabilecek elektronik bir araç yok. Ama aldığım kitapları bitirir bitirmez onlara veda ediyorum; ya birilerine veriyorum ya da bir halk kütüphanesine bağışlıyorum. Amacım ormanları kurtarmak ya da cömertlik etmek değil: Sadece her kitabın gezmeye hakkı olduğuna ve bir rafa tıkılmaya mahkûm edilemeyeceğine inanıyorum. Yazar olduğum ve gelirimi telifler sayesinde sağladığım için böyle demekle kendi kuyumu kazıyor olabilirim – neticede ne kadar çok kitabım satılırsa o kadar çok para kazanıyorum. Ancak aksini yaparsam okurlara haksızlık etmiş olurum; özellikle de kütüphanelere kitap satın almak için ayrılan devlet bütçesinin büyük bir kısmının, en temel ölçütü –yani kitabın keyifle okunması ve yazım kalitesi– sağlayan kitapları seçmek için kullanılmadığı ülkelerdeki okurlara. Öyleyse bırakalım kitaplarımız gezsinler, başka ellerde tutulsunlar, keyiflerini başka gözler çıkarsın. Bu satırları yazarken aklıma bir daha asla açılmayacak kitaplardan bahseden bir Jorge Luis Borges şiiri geliyor. Şu an neredeyim? Fransa’da, Pireneler’deki küçük bir kasabadayım, dışarıda katlanılmaz bir sıcak olmasına rağmen ben klimalı bir kafede oturuyorum. Borges’in bütün eserlerinin birkaç kilometre ötedeki evimde olduğunu hatırlıyorum – Borges tekrar tekrar okuduğum bir yazardır. Bir deneme yapmaktan ne çıkar? Kafeden çıkıp yolun karşısına geçiyorum. Beş dakika yürüyerek başka bir kafeye ulaşıyorum; burada bilgisayarlar var (“internet kafe” gibi sevimli ve tezatlarla do­u bir isme sahip bir mekân). Kafenin sahibine selam veriyorum, buz gibi bir madensuyu sipariş ediyorum, bir arama motorunun sayfasını açıyorum ve şiirden hatırladığım tek dizeden birkaç sözcüğü yazarın ismiyle beraber yazıyorum. İki dakikadan kısa bir sürede şiirin tamamı karşımda beliriyor:

Verlaine’in bir daha aklıma gelmeyecek bir dizesi var.
Yakınlarda adımlarıma kapalı bir sokak var.
Beni son kez gören bir ayna var.
Sonsuza dek kapadığım bir kapı var.
Kütüphanemdeki kitaplar arasında (şimdi karşımdalar)
bir daha açmayacağım bir kitap var.

Bağışlamak yerine evimde tutsaydım onca kitabı muhtemelen bir daha açmayacaktım, diye düşünüyorum – çünkü sürekli birbirinden ilginç yeni kitaplar çıkıyor ve ben okumayı çok seviyorum. İnsanların evlerinde kütüphane bulundurması bence harika bir şey; çocukların kitaplarla ilk teması genellikle bu kütüphanelerdeki ciltli, resim ve çizimlerle dolu kitaplara ilgi göstermeleri sayesinde gerçekleşir. Ama imza günlerinde okurlar bana yıpranmış, elden ele gezdiği belli kitaplar uzattığında da çok mutlu oluyorum, çünkü nasıl yazarın zihni kitabı yazarken başka diyarlarda gezdiyse kitabın da bir rafa tıkılmayıp gezdiğini anlıyorum.

Cenazem

The Mail on Sunday muhabiri Londra’daki otelime geldiğinde bana basit bir soru yöneltiyor: Bugün ölsem cenazem nasıl olurdu? Aslında ölüm fikri Santiago Yolu’nu tamamladığım 1986 yılından beri her gün bana eşlik ediyor. O zamana dek, her şeyin bir gün sona erebileceği fikri beni korkuturdu – ama yolculuğumun bir safhasında, canlı gömülme hissini deneyimlememi sağlayan bir egzersiz yaptım. Öyle etkileyici bir deneyim yaşadım ki korkum tamamen geçti ve ölümü yolculuğumun önemli eşlikçilerinden biri olarak görmeye başladım; daima yanımdaydı ve şöyle diyordu: “Sana dokunacağım, ama ne zaman dokunacağımı bilmeyeceksin – dolayısıyla her gününü dolu dolu yaşa.” İşte bu yüzden, bugün yaşayabileceğim hiçbir şeyi yarına bırakmam – sevinçler, işimle ilgili zorunluluklar, birini incittiğimi düşündüğümde dilediğim özürler, her ânımın son ânım olduğuna dair düşünceler buna dahil. Ölümün kokusunu aldığım nice an hatırlıyorum: 1974 yılında, Rio de Janeiro’daki Aterro da Flamengo’da, bindiğim taksinin yolunu bir araba kesmiş, arabadan inen silahlı paramiliterler başıma bohça geçirmişti; endişelenmememi, başıma bir şey gelmeyeceğini söyleseler de askerî rejimin faili meçhullerinden biri olacağıma emindim.

Ya da 1989 yılının Ağustos ayında, Pireneler’i tırmanırken yolumu kaybettiğimde: Karsız ve kel zirvelere bakmış, aşağı dönmeye gücümün yetmeyeceğini, cesedimi ancak gelecek yaza bulacaklarını düşünmüştüm. Sonunda, saatlerce gelişigüzel yürüdükten sonra, gördüğüm bir patikayı takip ederek ıssızlığın ortasındaki bir köye ulaşmıştım. The Mail on Sunday muhabiri tekrar soruyor: “Cenazeniz nasıl olurdu?” “Hazırladığım vasiyetnameye göre cenazem olmayacak: Yakılmaya karar verdim, sonra da eşim küllerimi İspanya’daki El Cebrero adı verilen yere saçacak – kılıcımı orada bulmuştum. Yayımlanmamış metinlerim yayımlanamayacak. (Sanatçıların vârislerinin utanmadan, sırf para kazanmak uğruna, “yazarın ölümünden sonra ortaya çıkan” diye yaftalayarak yayımladığı kitapları gördükçe ödüm kopar; yazarlar söz konusu metinleri hayattayken yayımlamadıysa neden bu mahreme saygı duyulmaz?) Santiago Yolu’nda bulduğum kılıç denize atılacak, böylece geldiği yere dönecek. Paramın tamamıysa, ölümümden sonraki yetmiş yıl boyunca elde edilecek teliflerle beraber, kurduğum vakfa aktarılacak.” “Peki mezar taşınızda ne yazacak?” diye soruyor gazeteci. “Yakılacağıma göre yazılarla bezeli meşhur mezar taşlarından birine sahip olamayacağım, çünkü küllerim rüzgâra karışacak. Ama bir söz seçmem gerekseydi mezartaşıma şöyle yazılmasını isterdim: ‘Yaşarken öldü.’ Tezat gibi görünebilir, ama çalışsa, yese, her zamanki sosyal aktivitelerini yerine getirse de yaşamayı bırakmış bir sürü insan tanırım. Her şeyi otomatiğe bağlamış halde yaparlar, her gün karşımıza çıkan büyülü anları kaçırırlar, asla durup yaşam denen mucizeyi düşünmezler, içinde bulundukları ânın yeryüzündeki son anları olabileceğini anlayamazlar.”

Muhabir gittikten sonra bilgisayarın başına oturuyorum ve bu metni yazmaya karar veriyorum. Ölüm konusuna kafa yormayı kimsenin sevmediğini biliyorum, ama okurlarıma karşı bir sorumluluğum var: Varoluşun önemli meselelerini düşünmelerini sağlamalıyım. Ölüm de bu meselelerin en önemlisi olabilir: Hep ona doğru yürürüz, bize ne zaman dokunacağını asla bilemeyiz, işte bu yüzden hep etrafımıza bakmalı, yaşadığımız her dakika için minnet duymalı ama yaptığımız ya da yapmaktan vazgeçtiğimiz her şeyin önemini düşünmemizi sağladığı için de teşekkür etmeliyiz. Bizi “yaşayan ölü”lere dönüştüren şeyleri yapmayı bırakmalı, varımızı yoğumuzu ortaya koyarak, her türlü riske atılarak, hep hayalini kurduklarımızı yapmalıyız. Zira istesek de istemesek de ölüm meleği bizi bekliyor.

Zarafet Hakkında

Bazen kambur durduğumu fark ederek şaşırır ve mutlaka bir şeylerin ters gittiğini düşünürüm. Beni rahatsız edenin ne olduğunu araştırmaya girişmeden önce, duruşumu düzeltmeye, zarif görünmeye çalışırım. Sırtımı dikleştirdiğim anda, bu basit hareket sayesinde kendime güvenimin arttığını fark ederim. Zarafet genellikle yüzeysellik, burnu havadalık ve sığlıkla karıştırılır. Bu büyük bir hatadır: İnsanın eylemleri de duruşu da zarif olmalıdır, çünkü bu sözcük zevk sahibi olmak, hoş, dengeli ve uyumlu davranmakla eşanlamlıdır. Hayattaki en önemli adımlarımızı atarken de dingin ve zarif davranmak gerekir. Elbette abartıp sürekli ellerimizi nasıl oynattığımızı, nasıl oturduğumuzu, gülümsediğimizi ve baktığımızı düşünmenin âlemi yok; ama bedenimizin de bir lisanı olduğunu ve karşımızdaki kişinin –bilinçsizce de olsa– duruş ve hareketlerimizden sözlerimizin ötesinde anlamlar çıkardığını unutmamalıyız. Dinginlik yürekten gelir. Sıklıkla güvensizlik dolu düşüncelerin pençesinde kıvransa da, yüreğimiz, duruşumuzu düzelttiğimizde, tekrar dengeye kavuşabilir. Bu yazıda bahsettiğim fiziksel zarafet bedenden gelir ve yüzeysel bir şey değildir, insanın iki ayağı üstünde durmasını onurlandırmanın bir yoludur. Dolayısıyla, bazen dik durmadığın için rahatsızlık duyduğunda, bunun yapay ve sahte bir şey olduğunu düşünme: Gerçektir çünkü zordur. Yolcunun dik duruşu yola onur verir. Ayrıca lütfen bunu küstahlık ya da kibirle karıştırma. Zarafet, hareketi kusursuz, adımı sağlam, bir sonraki adımıysa saygıdeğer kılmaya en uygun duruştur. Zarafete ulaşmak için her türlü abartıyı elemek gerekir, böylece insan, gösterişsizliği ve odaklanabilmeyi keşfeder: Duruş ne kadar gösterişsiz ve vakursa o kadar güzeldir. Kar güzeldir, çünkü tek bir rengi vardır; deniz güzeldir, çünkü düz bir yüzeye benzer – oysa deniz de kar da derindir ve niteliklerinin farkındadırlar. Adımlarını sağlam ve neşeyle at, sendelemekten çekinme. Dostların sana her hareketinde eşlik edecek ve gerektiğinde destek olacak. Ama düşmanın hep beklemede olduğunu, sağlam bir elle, titreyen bir el arasındaki farkı bildiğini de unutma. Dolayısıyla eğer ki gerginsen derin bir nefes al, sakin olduğuna inan – böylece, açıklayamadığımız bir mucize sayesinde, çok geçmeden için sükûnetle dolacaktır. Bir karar alıp bu kararı uygulamak için harekete geçtiğinde, seni adım atmaya götüren her aşamayı zihninde tekrar incele. Ama böyle yaparken gerilme, çünkü her kuralı akılda tutmak imkânsızdır: Aşamaları tekrar inceleyerek ruhunu hafiflettiğinde, en zor anları ve onların üstesinden nasıl geldiğini fark edeceksin. Bu durum bedenine de yansıyacak, dolayısıyla dikkatli ol! Okçulukla ilgili bir benzetme yaparsak: Nice okçu, yıllarca atış talimi yapsa da, atış ânında kalbinin küt küt attığından, ellerinin titrediğinden, nişan almakta zorlandığından yakınır. Atış sanatı, halihazırda var olan hatalarımızı belirginleştirir.

O gün hayata küstüysen atışın da zorlaşacak, iyi gitmeyecektir. Kirişi sonuna kadar gerecek gücü bulamayacak, yaya gerektiği şekilde kavis veremeyeceksindir. Sana bu zorluğu çıkaranın, hedeften şaşmana sebep olanın ne olduğunu anlamaya çalışırsan, seni rahatsız eden, ama o âna dek gözünden kaçmış bir meseleyle karşılaşacaksındır. Bedeninin yaşlanması ve zarafetini kaybetmen sayesinde bu sorunu keşfedebildin. Duruşunu değiştir, alnını kırıştırma, sırtını dikleştir, dünyayla göğsünü gererek yüzleş; bedenine kafa yordukça zihnine de kafa yoracaksın ve ikisi birbirine destek olacak.

Dağa Tırmanma Kılavuzu

Tırmanmayı arzu ettiğin dağı seç: “Şu dağ daha güzel,” ya da “Şu dağa tırmanmak daha kolay,” gibi şeyler söyleyen insanların yorumlarına aldırma. Hedefine ulaşmak için çok ter dökecek ve gayret göstereceksin, dolayısıyla seçiminin sorumluluğunu sadece sen üstlenmeli ve yaptığın şeyden emin olmalısın. Dağa nasıl ulaşacağını bul: Çoğunlukla dağı uzaktan görürüz – güzeldir, ilginçtir, aşılacak engellerle doludur. Ama dağa yaklaştıkça ne olur? Etrafı yol ve patikalarla çevrilidir, hedefinle aranda ormanlar uzanır, haritada kolay görünen şey gerçek hayatta zordur. Dolayısıyla bütün yol ve patikaları denemelisin; sonunda kendini tırmanmayı arzu ettiğin tepenin karşısında bulacaksın. Dağa daha önce tırmanmış kişilere danış: Her ne kadar eşsiz olduğunu düşünsen de aynı hayali daha önceden yaşamış birileri illa vardır ve geriye senin yolculuğunu kolaylaştıracak izler bırakmıştır: İpini bağlayabileceğin noktalar, kazma izleri, kırık dallar; bunlar sayesinde daha rahat ilerleyebilirsin. Yolculuk senin yolculuğun, sorumluluk da sana ait, ama başkalarının deneyimlerinin de sana çok faydasının dokunabileceğini unutma. Yakından görünce, tehlikelerden sakınmak mümkündür: Hayallerindeki dağa tırmanmaya başladığında etrafındaki her şeyi dikkatle gözlemle. Elbette sarp kayalıklar olacak. Kayalarda görmesi neredeyse imkânsız çatlak ve yarıklar olacak. Bazı kayalar fırtınalar tarafından öyle çok yıpranmış olacak ki buz gibi kayganlaşacak. Ama sen ayağını koyduğun her noktayı özenle seçersen tuzaklara düşmeyecek ve etraflarından dolanabileceksin. Manzara değişir, dolayısıyla tadını çıkar: Zihninde bir hedef olması elbette gerekli – zirveye ulaşmak. Ama tırmandıkça manzara genişler ve daha fazla şey görebilirsin. Arada sırada durup etrafında uzanan manzaranın tadını çıkarmaktan zarar gelmez. Üstesinden gelip tırmandığın her kayanın tepesinde daha uzakları görebilirsin. Bu sayede önceden fark etmediğin şeyleri keşfedebilirsin. Bedenine saygı duy: Dağa tırmanmayı sadece bedenine hak ettiği değeri veren kişiler başarabilir. Önünde bir ömür var, dolayısıyla bedenini aşırı zorlama. Aşırı hızlı ilerlersen çabuk yorulursun ve yolun yarısında pes edersin. Yavaş ilerlersen hava kararınca yolunu kaybedersin. Manzaranın keyfini çıkar, doğanın cömertçe sana sunduğu meyvelerin ve pınarlardan akan suların tadını çıkar ama yolundan şaşma. Ruhuna saygı duy: Sürekli “başaracağım” diye tekrarlama. Ruhun bunu zaten biliyor. Ruhunun ihtiyaç duyduğu şey uzun bir yürüyüş sayesinde büyümek, ufka yayılmak, gökyüzüne ulaşmak. Takıntıya kapılmak hem hedefine ulaşmak için fayda getirmez hem de tırmanıştan alacağın zevki yok eder. Ama dikkat et: “Sandığımdan daha zormuş,” diye tekrarlamaktan da kaçın, çünkü böyle yaparsan içindeki gücü yitirirsin. Hep bir kilometre daha yürümeye hazırlan: Dağın tepesine ulaşmak için yapacağın tırmanış daima sandığından uzun olacaktır. Yakında gibi gördüğün şeyin aslında çok uzaklarda olacağı anlar gelecektir. Ama sen

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Anı - Anlatı
  • Kitap AdıAkan Nehir Gibi
  • Sayfa Sayısı240
  • YazarPaulo Coelho
  • ISBN9789750765698
  • Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2025

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Simyacı ~ Paulo CoelhoSimyacı

    Simyacı

    Paulo Coelho

    Simyacı, Brezilyalı eski şarkı sözü yazarı Paulo Coelho‘nun üçüncü romanı. 1996 yılından bu yana Türkiye’de de çok sevildi, çok övüldü, çok yerildi bu kitap....

  2. Hippi ~ Paulo CoelhoHippi

    Hippi

    Paulo Coelho

    1970 yılının Eylül ayında, dünyanın merkezi olma şerefi için yarışan iki mekân vardı: Londra’daki Piccadilly Circus ve Amsterdam’daki Dam Meydanı… 1970 yılının Eylül ayında...

  3. Akra’da Bulunan Elyazması ~ Paulo CoelhoAkra’da Bulunan Elyazması

    Akra’da Bulunan Elyazması

    Paulo Coelho

    Düşman onlardan çok daha üstün, ertesi sabah saldırıya geçecekti. Halkın çoğunluğu, yenileceklerini bildiği halde, şehirde kalmayı seçti. O akşam, her yaştan kadınlı erkekli bir...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Bir Kayıp Denizci ~ Gabriel Garcia MarquezBir Kayıp Denizci

    Bir Kayıp Denizci

    Gabriel Garcia Marquez

    Olay, 28 Şubat 1955 günü duyuldu. Kolombiya Deniz Kuvvetleri’ne bağlı Caldas muhribi, Antiller’de azgın bir fırtınaya yakalanmış, mürettebattan sekiz kişi dalgalara kapılıp kaybolmuştu. Kaybolan...

  2. Virginia Woolf ~ Mina UrganVirginia Woolf

    Virginia Woolf

    Mina Urgan

    Çağımızın İngiliz ve dünya edebiyatının en etkin yazarlarından Virginia Woolf, evlenmesi ile 1941’deki ölümü arasındaki otuz yılda, aralarında çığır açıcı kitapları “Deniz Feneri” ve...

  3. Başarısızlığın Temel İlke ve Teknikleri ~ Polat OnatBaşarısızlığın Temel İlke ve Teknikleri

    Başarısızlığın Temel İlke ve Teknikleri

    Polat Onat

    Başarılı olmanın en önemli değer olarak sunulduğu bir çağdayız. Başarıya ulaşmak için onlarca yavan formülün art arda sıralandığı şablon kitapların peynir ekmek gibi satıldığı...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    ×
    Yukarı
    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur