Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Ahdım Var
Ahdım Var

Ahdım Var

Hür Yumer

“Henüz bir masal olan şu zaman, sana göstermeden bir yere gizlenmiş olabilir. Ya git ya da kal. Mesafeyi dondurmuş, boğazını kurutmuş, dilini koparmış, başını…

“Henüz bir masal olan şu zaman, sana göstermeden bir yere gizlenmiş olabilir. Ya git ya da kal. Mesafeyi dondurmuş, boğazını kurutmuş, dilini koparmış, başını döndürmüş olabilir. Git ya da kal. Karşındaki karanlık, yüzüne çığlık çığlığa çarpıp duruyor olabilir. Git… Kal… Sadece parmaklarının yardımıyla konuşabilen şu dudaklardan sızan sayıklama, seni yaralıyor, yok sayıyor, yıldırıyor, başucunda bekliyor, yüzüne üflüyor, seni iyileştiriyor da olabilir. Gitme, kal. Hep zaman yok, kalmadı denecek. Hadi gitme. Kal. Ya da git! Dön geri. Bu yer, tutsak bir kimsenin ilk bedeni. Çoktan ayartıldı. Bu yer tek ayartılmanın, sevmenin sürekliliği… Ya git ya da kal… Dön geri.”

İÇİNDEKİLER
Mesed
Panter’le Pembe Alıştırmaları
Ha-Ah-Bakıh-Zukrum
Azzuro Vecchio
Bahar Sofrasından Kalkan Adam
“İlhan Ekler”
Masal
Öfke
Evlat, Evveliyat!
Zalim Bey’in Ucuz Zürriyeti
Başlangıç
Tıpkı Hayal Ettiğim Gibi
En Güzel Pazar Günü

**

“Panter’le Pembe Alıştırmaları”, s. 16-25

Vazgeçemediğimiz eşyalar vardır. Atamadığımız, bir başkasına vermeye kıyamadığımız sıradan şeyler… Kulbu kırık fincanlar, güve yeniği kazaklar, kadri bilinmemiş üvey gömlekler, elden ele gezmiş çirkin hediyeler, kırılır diye hiç kullanılmamış sırça bardaklar, cam kâseler, gizli suçlar, tuhaf renkler…

İsmail Bey’in pembe bir yastığı vardı. Böyle özel eşyaların, herkesin kendine göre kurduğu, yorumladığı hikâyeleri olur. Mesela, bazı dostları, pembe yastıkta, İsmail Bey’in öbür yüzünü, nedense göstermediği ya da gösteremediği güler yüzünü görürlerdi. Bazılarına göre bu yastık, İsmail Bey’in hayatta heves edip de yapamadıklarının bir simgesiydi. Kimi, yastığın, İsmail Bey’de gizli kalmış bir mizah duygusunu ele verdiğini ileri sürerdi. Başka şeyler düşünenler de vardı. Hepsi de haklıydı herhalde. Çünkü nefti ve gri tonlarının ağır bastığı oturma odasındaki bu pembe yastık, bütün şüpheleri üstüne çeken bir leke, İsmail Bey hariç, herkesi şaşırtan bir aşırılık, bir fazlalık ve belki de tek güzel şeydi.

İsmail Bey kendini bildi bileli süsten tiksinmişti. Bilmediği, anlamadığı şeyleri evine sokmamış, töresine uymayan şeylerden her fırsatta kaçınmıştı. Zaten, anasının ölümünden sonra, kendi payına düşen eşyaları komşularına dağıtmış, “Alın bu kurtlu lenduhaları, satın, savın, ne yaparsanız yapın, ben bıktım,” demişti. Oturma odasında, asker gibi dizilmiş bir divan, iki koltuk ve iki sehpadan başka eşya kalmamıştı. Kapağı açılınca müzik çalan sigara kutuları, dantel örtüler, öpüşen kuş bibloları, nazar boncuklu salkım saçak avizeler, goblen koltuklar, kendi üslubuna yakıştıramadığı, gerçekliklerine ne yapsa katlanamadığı, gereksiz hortlaklar, hokkabaz hayaletler, ciddiyeti olmayan rahatsız edici şeylerdi hepsi.

İsmail Bey giyimine yeterince özen göstermiş, aşırıya kaçmadan temiz olmayı bilmiş, kimsenin önüne pijamayla çıkmamış, kendi yağıyla kavrulmuş gururlu adamlardandı. Yemekten anlardı. Geleneksel mutfağın kaybolmasından yakınır, sofrasında iyi yemek yenmesinden hoşlanır, yemek tarifi isteyenleri, “Bir gün bana gelir, yanımda oturur, bakar öğrenirsiniz, tarifle yemek yapılmaz,” diye şakacıktan azarlarken, babasından devraldığı sertliğini, şirin olmasına aşırı özen görterdiği yapmacık ve öğrenilmiş bir yumuşaklıkla yoğurma çabasına girerdi.

İsmail Bey üç şeyde çok ustaydı: İşine gelmeyeni defterinden silmekte, kendinden başka her şeyi unutabilmekte ve haklı olarak sinirlenmekte…

Herkesin aklına takılan pembe yastığı görmezlikten gelir gibiydi. Belki de bu yüzden, gazetesini okurken sırtını dayadığı alışkanlıkların en rahatı, komşularına vermeye kıyamadığı tek yadigâr, değiştiremediği tek leke, suçlu varlığına katlanılan tek eşyaydı yastık.

Oturma odasındaki öteki leke, gezgin ve siyahtı. Misafirlerden hiç hoşlanmayan, nefti ve grilerin hiç değişmeyen kıvrımlarında kendine, yumuşak, sıcak köşeler bulan kapkara bir dişi kediydi Panter.

İsmail Bey oturma odasının kapısını açtı. Pencereden giren akşam güneşine baktı. Emekli olduktan beri kol saatini takmıyordu. “Beş buçuk altı suları oldu, artık gelmezler,” dedi içinden. Sigarasını dudağının kenarına kıstırdı, bir gözünü kapattı.

Panter, oturma odasıyla yemek odasını ayıran kapının buzlu camına keyifle tırnaklarını sürtüyor, insana kara tahtaları, münasebetsiz tebeşirleri hatırlatan garip gıcırtılar çıkarıyordu.

İsmail Bey, sofranın beyaz muşambasının üstünden tabakları kaldırırken, yüzünün dalgalanan aksini gördü. Bir an, tabakları nereye koyacağını bilemedi; büfeyi göremedi; halının saçaklarına takılıp düşmekten korktu. Sonra, muşambanın beyazıyla Panter’in karaltısı iki koldan iç içe geçtiler. Nesneler sınırlarını aşıp garip bir yolculuğa çıkıyormuş gibi göründüler gözüne. Dalmıştı yine. Azıcık başı döndü. İleriye geriye, sağa sola sallandı; çok geçmeden kendini toparlayıp dinç adımlarla mutfağa yürüdü. Tabakları tek tek yerlerine dizdi. Mutfak masasının üstündeki kahve fincanının içinde yüzen sineğe bakarken bir daha daldı. Anasının Karacaahmet Mezarlığı’ndaki kayıp kabrini düşündü, utandı ve külünü fincanın içine silkti. Sonra musluğu açtı; fincanı suyun altına tuttu. Telvenin, basınçlı su altında, yerini, porselenin saf beyazına bırakışını seyretti.

O gün İsmail Bey, şaşırtıcı, keyifli ya da üzücü hiçbir şey beklemiyordu. Yemek odasına geçti. Bordo masa örtüsünü büfenin üstünden alıp katlarını açtı; iki ucundan tutup silkti; havayla şişen örtünün kendini yavaşça muşambanın üstüne bırakışını seyretti; kaymasın diye elini örtünün üstüne üstüne bastırdı. İçinde birkaç salkım çavuş üzümü, çürümeye yüz tutmuş bir ayva, iki üç cevizle cevizleri kırmak için sivrice bir taş duran tepsiyi, herhangi bir varlığı rahatsız etmekten kaçınmak istercesine özenle masanın ortasına yerleştirdi. Çatırdayan diz eklemlerine aldırmadan eğildi. Panter’i kucağına aldı, oturma odasına geçti.

Divana oturdu. Sırtını yastığına dayayıp yerleşti. Sağ bacağını, varlığına alışılmış bir ağırlık gibi yerden kesti; sol bacağının altına aldı. Paçasıyla çorabı arasında kalan çıplak bileğini ta gençliğinden beri bir yaşlılık işareti olarak gördüğünden, çorabını biraz yukarı çekti; paçasını biraz aşağı indirdi.

Panter başını dikti. Sıkılmış olacaktı. İsmail Bey’in kollarından kurtulmaya çalıştı. Kolların gevşediğini hissedince, İsmail Bey’i nedense hep şaşırtmış olan esnekliğini bir sefer daha göstererek çalımla yere atladı. Koltuklarla sehpaların ayaklarına sürtündükten sonra, kesin kararını vermiş gibi, emin adımlarla gelip odanın ortasına uzandı. Başını pençelerinin üstüne yerleştirmeden ve iç geçirmeden önce, gözlerini kırpıştırarak İsmail Bey’e baktı.

İsmail Bey, Panter’in ortadan kaybolduğu vakitleri sevmezdi. Kedinin, görüş alanı dışında, kenarında, ya da sınırında kalmasından hoşlanmazdı. Panter, bunun böyle olduğunu bilirmiş gibi, gidip en olmadık yerlere oturur, İsmail Bey gazete okurken, koyu bir gölge gibi başucunda, azıcık geride el pençe divan dururdu. Birilerinin geleceğini sezmiş olmalıydı bugün. Evin içinde dört dönmüş, yemeğine küsmüş, İsmail Bey’in gönül alma atılımlarını kibirle geri çevirmiş, nazlanmıştı. Biraz maraziydi Panter. Kendi için fazladan bir şey yapılmasını sevmezdi. Ama o da İsmail Bey gibi misafirlerin gelmeyeceğini, kim bilir belki de İsmail Bey’den çok daha önce sezmişti. Oturma odasının tam ortasına kurulmasının, Tanrı’nın bağışladığı bu iki kişilik yalnızlığa şükretmek istercesine gözlerini yummasının, ikide bir iç geçirmesinin sebebi bu olacaktı.

İsmail Bey parmaklarını, avucunun içine doğru büktüğü başparmağının üstüne kapattı. Ufak çapta bir başkaldırıydı bu. Uykuya karşı oynadığı küçük bir oyun. Sanki, böylece, kendi parmağı bile olsa, bir şeyi tutmuş, bırakmamış, ya da hiç unutmamış oluyordu. Başparmağını böyle avucunun içine gizleyişi öğrenilmiş bir şey değildi. Kalıtımsaldı daha çok. O kadar ki, bir gün, vapurda, karşısında oturan adamcağızın başparmağını, tıpkı kendi gibi avucunun içine sakladığını görünce, bayağı şaşırmış, adamı uzak akrabalığın o dar çemberine sokabilmek için olmadık benzetmeler yapmış, fakat bilinmeyeni sorarak deşme cesaretini bir türlü bulamamıştı kendinde.

Biraz daha sıktı başparmağını. Bacaklarını çözdü. İşte, sol bacağını sağ bacağının altına alma vakti çoktan gelmişti. Kör makaslara benzetti kendini. Sessizliği bozmak ister gibi boğazını temizledi. Güven telkin etmek ya da güç göstermek isteyen memurlar gibi öksürdü yalnızlığına.

Her akşam aynı vakitte gelen bir uyuşma vardı İsmail Bey’ in hayatında. Etkisinde kaldığı karşı koyulmaz bir güç, odada hiçbir yeri olmamasına rağmen, içeriye hiçbir eşyayı devirmeden usulca girebilen bir lenduha, suçlu varlığını başkalarına yükleyemediği neredeyse doğal sayılabilecek bir sıradanlık, hafiflik, kaypak bir şey.

Gözkapakları ağır ağır kapanırken, elinin de ağır ağır çözüldüğünü hissetti. Önce yağmur sesine benzettiği bir şakırtı duydu. Sonra, uzaktan, belinde anahtarlarla soluk soluğa kendine doğru koşan bir adam gördü. Kımıldamak istedi kımıldayamadı. Şişman, kırmızı yanaklı, tombul elli bir adamdı bu. Ter içinde İsmail Bey’in yanına geldi. Divanın önüne, sokağın parke taşlarının üstüne çömeldi. Koluna yapıştı İsmail Bey’in. Güçlükle soluk alıyordu. Zarfı uzattı. “Bilet sizin,” dedi; “ne olur alın, artık gücüm kalmadı. Sizi her yerde aradım. Şehirde çalmadığım kapı, gitmediğim yer kalmadı. Oyun yalnız sizin için oynanacak. Perde yalnız sizin için açılacak. Ne kadar şanslısınız. Düşünün bir, hem seyirci hem oyuncu olacaksınız. Kaç kişiye nasip olur bu? Hadi acele edin… Çabuk. Beklemezler,” dedikten sonra uzaklaştı.

İsmail Bey divanından kalkarak yağmurun çiselediği ıslak parke taşlı yolda, elleri cebinde yürümeye başladı. Önce, yolun iki tarafında ışıkların yandığı evler vardı. Sonra ışıklar söndü, evlerin arası açıldı; iki üç servi, birkaç çınar geçti yanından. Ardından ağaçlar da silindi. Parke taşlı yol bütün ıslaklığıyla dümdüz dalıyordu karanlığa… İsmail Bey bir an yürümediğini, kendisi yerine yolun yürüdüğünü, onun kaydığını gördü. Birtakım ayak sesleri duydu; fakat bu ayak sesleri kendi adımlarından çıkmıyordu. Bir tiyatro efektiydi belki bu. Belki şu anda görünmeyen bir adam, elinde kimin olduğu belli olmayan kunduralarla, onun ayak seslerini, yürüyüş hız ve ritmini taklit ediyordu. Ne kadar boştu bu dekor! Ne kadar ışıksız bir sahneydi burası! Daha ne kadar sürecekti bu yürüyüş? Acaba kim seyrediyordu şu an kendini?

Yola baktı. Islak taşların üstünde, iki adım ötede pembe bir ışık belirmişti. İsmail Bey durmak istedi, duramadı. Artık ayakları tamamen yerden kesilmişti. Nasıl bir yoldu bu? Yoksa altı boş muydu? Pembe ışık genişledi, biraz daha, biraz daha genişledi, bir parke taşının sınırına dayandı, taşı bütünüyle pembeleştirinceye kadar… Sonra, taş yolun ansızın pespembe, ardından simsiyah kesildiğini gördü. Sanki biri ışıkları ayarlıyordu. Etrafına bakındı, kimseyi göremedi. Çok geçmeden, pembe siyah taşlardan yapılmış, sonsuza doğru hızla kayan bir zemin belirdi önünde. Önce siyah taşlardan çekindi. Ağızları düzgün oyulmuş derin boşluklar olmasından korktu bunların. Sonra pembelerden. Nihayet, bir şekilde yürümesi gerektiğini düşünerek, iki renk arasında bir karar vermek zorunda hissetti kendini. Ama zemin kaydığı için, sadece pembelere basmak, zıplamasını gerektirecekti. Düşündü: Çaprazlama bir sıçrayış seçecekti kendine.

Yolun düzgün kaymasını ummaktan başka çaresi yoktu. Korktuğu bir şey de, bu kaypak zemin üstünde, sonsuza kadar zıplayacağı olasılığıydı. Yalnız mıydı gerçekten? Başkaları yok muydu? Etrafına bakındı. Uzakta, kendi gibi zıplaya zıplaya yürüyen bir kambur gördü. Onun da kendine çaprazlama bir yol seçtiğini fark etti. Öyleyse yolları bir noktada kesişecekti… Evet, adam gitgide yaklaşıyordu. İsmail Bey, hızını artırarak yolcuya el etti. Kambur hızını bozmadan ileriyi işaret ederek bağırdı:

— Gece yarısı pembe 01’den bir tren kalkıyor. Haberiniz var mı?

Tuhaf bir soruydu bu.

— Yok, diyebildi İsmail Bey. Nereden dediniz?

— Pembe 01… Siz yeni mi geldiniz?

— Evet.

— İkide bir durup etrafınıza bakınmanızdan anlamalıydım. Beni takip edin. Yalnız arada iki taş mesafe bırakın. Çarpışmayalım. Tamam mı?

— Peki.

— Adınız ne?

— İsmail. Sizinki?…

— Unuttum.

— Anlamadım…

— Unuttum dedim. Bellek sıfır. Zıplama beyinde hasar yapar. Ta ne zamandır oradan oraya zıplayıp duruyorum. Pembe taşlarda taşıt yok denecek kadar azdır. Fıtık var mı fıtık?…

— Yok.

— Neyse… Kalp?

— Arada sırada yoklar.

— Dikkat edin. Derin nefes almayı unutmayın.

— 01’e kaç taş kaldı?

— Bir şey kalmadı.

— Peki tren nasıl gidiyor? O da mı zıplıyor burada?

— Onu 01’de göreceğiz.

— Nereye gidiyor?

— Çok soru soruyorsunuz. Ne bileyim ben!… Hele bir binelim o zaman sorarsınız!

— Tren pembe siyah farkına sizin benim gibi aldırış etmiyorsa, ne olacak?

— Valla ben zıplamaktan bıktım. Tren ister zıplasın, ister zıplamasın. Nereye götürürlerse oraya gideceğim. Siyahtan gitmiş, pembeden gitmiş… Fark etmiyor artık.

— Siz rengi nereden buldunuz?

— Anlamadım. Nasıl yani?…

— Pembe rengi nasıl seçtiniz? Nasıl buldunuz?…

— Hatırlamıyorum.

— Bir anısı olmalı.

— Yok.

— Anısız olur mu hiç?

— Oluyor işte.

İsmail Bey sustu. Ötede, gitgide küçülen ve çocukların peşlerinden sürükledikleri oyuncakları andıran beyaz bir tren görmüştü. Derin nefes aldı. Bu kaypak zeminde durmaya gelmiyordu. Hemen geriye gitmeye başlıyordu insan. Yeniyle terini silmeye çalıştı. Trenin zıplayıp zıplamadığını görmek için gözlerini kıstı:

— Eyvah zıplamıyor. Gördünüz mü zıplamıyor işte.

— Gördüm gördüm…

— Küçülüyor üstelik. Demek ters yönde.

— Merak etmeyin. Birazdan büyür.

— Hani Pembe 01’de bekleyecekti?

— Tasalanmanıza gerek yok. Bu tren herkesi bekler.

— Beni aldattınız.

— Ne yapayım? Safsınız. Tren zıplar mı hiç?

— Biz zıplıyoruz ya.

— Zıplayan sizsiniz!

— Anla… anlamadım?!…

— Ben siyah beyaz ayırt etmem. Bakın…

Adam kahkahalarla gülmeye başlamıştı. Pembe siyah ayırt etmeden zigzaglar çiziyor, perendeler, taklalar, ters perendeler atıyor, sonsuza uzanan pembe siyah zemin üstünde kayıyor, İsmail Bey’in etrafında geniş çemberler çizip uzaklaşıyor, sonra yeniden yaklaşıp ensesine ya da sırtına bir tokat indirecekmiş gibi yapıp kaçıyordu:

— İsmail Bey, buralar pembe siyah değil, ebruli.

— Efendim?

— Siz göremiyorsunuz. Burada kurduğunuz renklerden eser yok. Her yer ebruli dedim.

— Ben tren bekliyorum.

— Hâlâ tren diyorsunuz İsmail Bey… Bu gidişle çok beklersiniz.

— Ama büyüyor. Demek ters yönde değil. Bize doğru geliyor. Görmüyor musunuz?

— Daha çok beklersiniz…

— Nasıl olur? Yaklaşıyor.

— Daha çok beklersiniz, dedim. Duymadınız mı?

— Dikkat edin ezileceksiniz.

— Ezilmem. Dans ediyorum ben.

— Üstüme gelmeyin.

— Gelsem ne olur?

— Ne olacak?! Çarparsınız bana.

— Güldürmeyin beni. Kimseye, hiçbir yere çarpmam ben. Geçerim. Varlığımı duymazsınız. Deneyelim mi?

— Treni kaçıracağım.

— Hâlâ anlamadınız. Gelmiyor. Uyanın artık. Bir maket o. Bir oyuncak.

— Üstümdeki ağırlık çok büyük. Uyanamıyorum.

— Deneyelim mi? Hiçbir şey duymayacaksınız. Bu sefer aldatmayacağım sizi, söz!

— Uyanmak istiyorum. Panter acıkmıştır. Annemin mezarı var. Karacaahmet’te. Kayıp. Gidemedim…

— Artık çok geç…

— Kalbiniz yok mu sizin?

— Yok.

— Öyleyse deneyelim. Ne zaman isterseniz. Ben hazırım.

Kambur, İsmail Bey’in üstüne doğru gelip çarpacakmış gibi yaparak etrafında bir çember çizerek uzaklaştı. Uzaktan bağırdı:

— Buraları ebruli İsmail Bey. Son sahne başlıyor. Hazır mısın?

Kendine sen diye hitap edilmesi İsmail Bey’in beynine bir balyoz gibi indi. Çaresizlikten başını öne eğdi. Adama baktı. Yolcu, İsmail Bey’in iğrenç bir fazlalık, bir biçimsizlik olarak gördüğü kamburunu okşuyordu şimdi. İsmail Bey, bütün bunlar birer taklitten öteye gitmiyor diye düşünecek oldu. Kambur omuzlarını oynatmaya başlamıştı. İsmail Bey’in bir et ve kemik yığını sandığı kamburunu sırtından beli hizasına kaydırmakla meşguldü. Çok geçmeden elini siyah gömleğinin içine daldırıp zafer kazanmışçasına, bir çekişte, İsmail Bey’in pembe yastığını çıkardı. Ardından, yastığı, başıyla omuzu arasına kıstırarak uyurmuş gibi yaptı. Yüzüne hem şımarık hem de masum bir ifade veriyor, parmak uçlarında gitgide hızlanarak dönüyordu.

İsmail Bey, yolcunun kamburundan kurtuluş dansını, gözlerini kocaman açarak, kıskanarak seyretti. Sonra adam, ansızın hareketsizleşerek, İsmail Bey’in yastığını korkunç kahkahalarla havaya fırlattı. İsmail Bey, yere düşmeden yakalayabilmek için yastığı gözleriyle takip etmeye çalıştıysa da, pek bir şey göremedi. Basılmaması gereken taşları bütünüyle unutmuştu. Şimdi korku içinde dört bir yana koşuyordu. Sahte kambur, ikiye katlanmış, yeri göğü işaret ederek ağzını burnunu buruşturuyor, gülmekten katılacak hale gelerek oraya buraya koşuyor, İsmail Bey’i taklit ediyordu.

— Yastığın içinde ne vardı İsmail?

— Kuştüyü.

— Başka?

— Bilmiyorum. Yeter artık.

— Başka bir şey yok muydu?

— Bilmiyorum dedim size…

— Sadece kuştüyü vardı, öyle mi?… Al bakalım, işte bir kuştüyü fırtınası sana…

İsmail Bey, korkunç bir uğultu duydu. Uğultuyla birlikte gökten, köredici parlaklıkta sayısız kuştüyü dökülmeye başlamıştı. Yolcu sustu. Kaskatı kesildi. Kuştüylerinin bütün bedenini kaplamasını ister gibi yüzünü göğe kaldırdı; kollarını yavaşça açtı. Bekledi. Kuştüyleri bütün bedenini kaplayıncaya kadar… Beyazlığını bütünüyle kuşandıktan sonra, kollarını çırptı. Bembeyaz bir martıya dönüşerek, çığlık çığlığa İsmail Bey’in üstüne doğru uçmaya başladı. İsmail Bey’in son gördüğü, martının kedi gözü gibi büyüyüp patlayan ve içinden başka martılar çıkan pembe gözleri oldu. Çarpmayı duymadı. Fakat duyduğu çığlığın gerçek olduğunu bildi.

Panter’in yüzünü yalayan pembe diliyle uyandı İsmail Bey. Kedinin acıkmış olabileceğini düşündü. Ortalık alacaydı. Nefti divanında doğruldu. Panter’in karnını doyurmak için mutfağa yürüdü. Tabak dolabından iki kâse aldı, Panter’e seslendi.

— Panter!?… Gel. Ciğer vaktin geldi kızım… Porselen kâsede mi istersin, cam kâsede mi?… Şimdi bak; miyavlarsan cam kâsede istiyorsun; miyavlamazsan porselen kâsede. Üçe kadar sayıyorum: Biiiiir… iğ…..ki…. üç! Anlaşıldı. Porselen kâsede istiyorsun. Evet –miyav– ama çok geç. Karar verildi… Üçe kadar saydım, sorduğumda cevap verecektin; ciğer porselene konmadan… İki kâse birden kirletecek halimiz yok, değil mi?… Sürtünme bacağıma… Hayır Panter, in oradan aşağı… Yerini bil. Al bakalım. Dikkat et, sıcak.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Öykü
  • Kitap AdıAhdım Var
  • Sayfa Sayısı208
  • YazarHür Yumer
  • ISBN9789753420730
  • Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviMetis Yayınları / 2015

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Dünya Unutana Kalır ~ Deniz PoyrazDünya Unutana Kalır

    Dünya Unutana Kalır

    Deniz Poyraz

    İşçi servisi durağa yanaştı mı sokağın hareketi, evlerin beton duvarları arasına çekilir. O kedersiz curcuna, akşam haberlerinin sevimsiz iklimi altında kaybolup gider. Dip dibe...

  2. Mavi Bozkır ~ Hayati SönmezMavi Bozkır

    Mavi Bozkır

    Hayati Sönmez

    Büyüklerin arasında dolaşır, sohbetlerini can kulağıyla dinlerdim. Kuruyup kararmış bu adamlar çay, sigara ve dedikodu ile beslenirlerdi. Hikâyeleri, hele ki din büyüklerinin cenkleri, kerametleri...

  3. İpekten Örer Zırhını ~ Dilek Türkerİpekten Örer Zırhını

    İpekten Örer Zırhını

    Dilek Türker

    “Yeni beliren taze gün ışığı bu mevsimde bile kuru dallara çiçek bastırmıştı. Bakışları çiçeklerle bezeli tek tük ağaçtan öteye uzandı. Evlerinin olduğu sokak ne...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur