İnsan hayatı aslına bakarsanız aldığı cesaretli kararların bir toplamı değil midir? Sonunda hayat da verilen kararlar doğrultusunda akıp gider ve insan verdiği kararların sonucuna göre yaşar.”
Balkan kenti Struga’da kendi halinde, gündelik olanın sıradanlığında geçen hayatlar, İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle bozulur. Havası, suyu ve doğası mutluluk saçan bu kentte artık düşman postallarının sesleri duyulmaktadır. Yunus ve ailesinin hayatı da yaşananlara paralel olarak bozulmaya başlar. En sonunda Yunus, yaşanan tüm bu zorbalığa dayanamayacağını hisseder ve özgürlük mücadelesi veren Partizanlara katılır. Böylece bu zamana kadar sadece aşk ve huzurla dolu olan hayatı birdenbire bir mücadeleye, var olma savaşına dönüşür.
Sırrı Özbek, Ah Struga!’da, zorbalığa karşı kendi olmanın, savaşa karşı barışın, güce karşı dayanışmanın önemini gösteren bir hikâye anlatırken, acıyla yoğrulmuş bir coğrafyanın da sesi oluyor.
…Göç yolları
Göründü bize
Görünür elbet
Göç yolları
Bir gün gelir
Döner tersine
Dönülür elbet…
– MURATHAN MUNGAN
…Göç başladı bir acıdan bin acıya
Geride akşamın küllenen ateşi
Ve susturulmuş çocuk sevinçleri kaldı.
– AHMET TELLİ
1
Yatağa girdiğinden beri uyku tutmamıştı Yunus’u. Ne bir yeri ağrıyordu ne de yüreğinden söküp atamadığı bir sıkıntısı vardı. Huzurluydu. Sağ eli başının altında, gözleri odanın tavanına dikili öylece yatıyor, sabırla uykuyu bekliyordu, ama ne gezer. İnat etmiş gibiydi, gelmeyecekti. Karısı Makbule, bebeği Münevver’i emzirirken uyuyakalmıştı. Ak göğsünün pembe ucu bebeğin dudakları arasındaydı. Münevver’in ağız kenarından sızmış anne sütünün odayı doldurmuş, bahar rüzgârlarının getirdiği kır çiçeklerinkini andıran o muhteşem kokusunu içine çekti Yunus. Münevver bebek, masum yüzüne yerleşmiş mutlu bir gülümsemeyle uyuyordu. Günün yorgunluğu Makbule’nin her derin soluk alışında odanın içine perde perde yayılıyordu. Yunus, usulca, karısını ve bebeğini uyandırmadan yataktan çıktı, parmaklarının ucuna basa basa yan odaya geçti. Odadaki gaz lambası sönüktü. Karanlığın içinde bir sigara yaktı ve patiska perdesini aralayıp açtığı pencereden en sevdiği şeyi, saatlerce, hatta günlerce bıkıp usanmadan seyretmekten zevk aldığı, suyunu, ışıltısını, içinde yüzen balıklarını, sazlıklarını, sazlıkta barınan her çeşit kuşunu sevdiği Ohri Gölü’nün görülebilen en uzak ufkuna dikti gözünü. Bir süre karanlığı dinledi. Gölün kıyıya vuran yumuşak dalgalarının şıpırtısından ve göl içindeki sazlık alanda barınan gece kuşlarının arada bir çığlığa benzer bağırtısından ve iniltilerinden başka bir ses duymadı. Yunus, Münevver bebeğin uyurken arada bir gülümsediğini, çığlık atarak sıçrayıp uyandığını ve tuhaf sesler çıkararak huzursuzlandığını görüp telaşlandığında, Makbule onu sakinleştirir, “Merak etme rüya görüyor,” derdi. Yunus, kuşların çığlık ve inlemelerini duyunca, “Acaba kuşlar da rüya görüyorlar mı?” diye kendi kendine konuştu gülümseyerek. Ay yoktu ama hem lacivert gökyüzü hem de Ohri Gölü’nün durgun, pürüzsüz yüzeyi ışıl ışıldı. Gökyüzünde titreşen parlak yıldızların izdüşümleri miydi gölün laciverte kesmiş berrak durgun yüzeyindeki pırıltılar, yoksa lacivert gökte ışıldayan yıldızlar mıydı Ohri Gölü incilerinin pırıltılarını yansıtan? Ayırt edilemiyordu. Yunus, adeta bir ışıkla yıkanmış gibi şeffaf, berrak ve durgun gölde titreşen yıldızların şavkına, bir lacivert göğü dolduran Ohri Gölü incilerinin pırıltısına bakıyordu sigarasından derin nefesler çekerken. O anda gecenin sessizliği içinde iki yıldız aktı gölün güneydoğu tarafına, Hıristiyanların Aziz Naum’un (Sveti Naum), Müslüman Türklerin Sarı Saltuk’un kutsal mekânı kabul ettikleri göl kaynağına doğru. Sadece Makedonya’nın değil, bütün Rumeli’nin en büyük ve en derin tatlı su göllerinden biridir Ohri Gölü. Berrak sularının fazlası, bu gölün ayağı olan Drim Irmağı’yla (Karadrim Irmağı) önce kuzeye ardından batıya doğru akarak Adriyatik Denizi’ne dökülür. Bu göl Rumeli’nin incisidir. Kendisi inci olmakla kalmaz, dünyanın başka hiçbir yerinde olmayan ve bildiğimiz istiridye kabukları içinde oluşan incilere benzemeyen bir incinin de kaynağıdır. Kadınların boyunlarını süsleyen gerdanlıkların, kulaklarındaki küpelerin, parmaklarındaki yüzüklerin incileri sadece Ohri Gölü’nün berrak, temiz ve serin sularını mekân tutmuş Plaştiza balığının pullarından yapılır. Kutsal kitaplarda anlatılan cennetin yeryüzündeki bir izdüşümü gibi olan Ohri Gölü üzerinde “Çun” kayığıyla hem taşımacılık hem de balıkçılık yapan Yunus, rüzgârın serinliğini severdi. Pencerenin diğer kanadını da açtı, hem sigara dumanı çıksın hem de odaya az da olsa serin bir esinti girsin diye, ama ne gezer? Göl kıyısındaki sazlıklarda tek bir dal dahi kıpırdamıyordu. Pencerenin pervazına tutundu, gözlerini yumup başını gecenin içine doğru uzattı. Alkol ve tütün kokan nefesini dışarı saldığında gecenin serinliğiyle birlikte yıldızların, incilerin ışıltısı yüzüne yansıdı. Mutlu oldu… Öylece kaldı… Derken, gölün ortalarında bir karartı çarptı gözüne. Dikkatle bakınca Struga sahiline doğru, ardında ışıltılı bir iz bırakarak gelen küçük kayığı gördü. Kayıktaki iki kişiden biri kürek çekiyor, diğeri büzülmüş halde oturuyordu. Kayık önce gölün Drim Irmağı’na bakan tarafında, sanki gölün suyu tamamen akıp gitmesin diye nehrin girişine doğru armut şeklinde bir ada oluşturan sazlıklara yanaştı, durdu. Kürekleri çeken adam ayağa kalktı, etrafı kolaçan etti. Kayığını, Strugalı balıkçı ve taşımacıların Ohri Gölü’nün Drim Irmağı’na aktığı yerin sağ tarafında, kayıklarını bağladıkları ahşap iskeleye çekti. Çevik bir atlayışla iskeleye çıktı ve palamarını boş bir kazığa bağladı. Elini sandaldan inmek için ayağa kalkan diğer kişiye uzattı. Yunus o anda diğer kişinin bir kadın olduğunu fark etti. Adam ve elinden tuttuğu kadın birlikte, korktukları birilerinden kaçıyormuşçasına, görünmemek için hacimlerini küçülterek hızla ilerlediler. Çok geçmeden kapılarının çalındığını duydu Yunus. Koridordaki fitili kısık gemici fenerinin fitilini kaldırdığında koridor ve alt kata inen merdivenler aydınlandı. Hızlı adımlarla alt kata indi, kapıyı açtı. Feneri kapıyı çalanları tanımak istercesine yukarı kaldırdı, yabancıydılar. Erkek dikkat çekecek kadar yakışıklıydı. Çok uzun boylu olmamakla birlikte yapılı, güçlü kuvvetli bir bedene sahip olduğu ilk bakışta anlaşılıyordu. Arnavutlar gibi üst üste iki yelek giymiş, sarıya çalan kumral saçlı adamın yanındaki kadın, bir kuş gibi ürkek ve utanılacak bir şey yapmışçasına mahcuptu. Titriyordu. Bunlar sandalda gördüğü kadın ve erkekti. Karşısında duran kavisli kaşların gölgelediği ela gözlere, çıkık elmacık kemikli yüze ilgiyle baktı Yunus. Geniş göğüslü, sardığı kuşakla belinin inceliği iyice ortaya çıkan, dik duruşlu yakışıklı erkek, sakin bir dil, şiveli ama anlaşılır bir Türkçeyle, “Karamurat’ların evini ararım. Ev buradır diye tarif ettiler. Umarım doğru yerdeyim. Değilse lazım ki bize gösteresin,” dedi. Osmanlılar, Rumeli’ne de fethettikleri her yerde yaptıkları gibi Anadolu’dan getirdikleri Müslüman Türk aileleri yerleştirmişti. Çandarlı Halil Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu, Makedonya’nın Ohri Livası’nın (Kasaba) Struga Köyü’nü 1385 yılında zapt ettiğinde buraya da Müslüman Türk aileler yerleştirilmişti. Geliri yüksek bir yer olan Struga, Osmanlı Sultanı’na bağlı bir hassaydı. Karamurat Ailesi’nin ataları da Anadolu’dan getirilip Struga’ya yerleştirilenlerdendi. Bölgeye yerleştirilen Müslüman aile erkeklerinin görevleri, Eminlere, devlet malına yardımcı olmak önemlidir ve gereklidir, fermanındaki hükme göre; Struga dalyanları ve köprüsü tamire muhtaç olduğunda görevli Hıristiyanların başlarında durmak, devlete ait mandaları ve ormanları gözetmek, en önemlisi de köprülerin gece gündüz korunmasını sağlamaktı. Osmanlı, Rumeli gibi hâkimiyetine aldığı topraklardaki nehirler üzerine bir çoğu birer sanat eseri olan köprüler yaptırmıştır. Bu köprüleri korumak için de her türlü sert tedbiri almıştır. Osmanlı’nın köprüleri koruma konusundaki hassasiyeti bazı Batılı seyyahların anılarına, bazı ünlü yazarların romanlarına, mesela İvo Andriç’in Drina Köprüsü’ne konu olmuştu. Karamurat’ın dedesi Süleyman, babası Abdullah ve amcaları Veli ve Ömer de devletin hizmetindeydiler. Onlara “Kavas” deniliyordu. Kavaslar silahlı muhafızlardı. Osmanlı Devleti’nin yüksek düzeydeki görevlilerinin, büyükelçi, konsolos gibi hariciye yetkililerinin koruma görevini yaparlardı. Kavasların iyi yetişmiş, iyi ok atan, iyi silah kullanan, iyi at binen, güvenilir insanlar olması gerekiyordu. Sadece sultan, sadrazam ve vezirlerin korumalığını yapan kavaslar Yeniçeri Ocağı içinden seçilirlerdi. Yeniçeri Ocağı’nın II. Mahmud tarafından ortadan kaldırılması üzerine Bâbıâli’de yeni kurulan zaptiye teşkilatının ilk nüvesini kavaslar oluşturdular. Osmanlı taşrasında valilerin emrinde görev yaparlardı. Taşra zaptiye teşkilatında görevli kavaslar, vali dışında bu teşkilatta görevli müşir, ferik ve diğer subayların da emirlerini yerine getirirlerdi. Kavasların maaşları, bulundukları mahallerde, vergi tahsilatçıları tarafından toplanan vergilerden karşılanırdı. Maaşlarını makbuz karşılığında alırlardı. Struga’daki balıkçılık, dalyanların korunması, Drim Irmağı üzerindeki köprülerin korunması, Ohri Gölü’nden saz kesmeye, balıkçılık yapmaya izin vermek, güvenliği sağlamak, vergi tahsil etmek gibi birçok iş, kavaslık yapan Karamurat Ailesi’nin elindeydi. Murat Abdullah’ın, yani Karamurat’ın kardeşi Ömer de Selanik Paşası İzzet Paşa’nın hem korumalığını yapan hem
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı Roman (Yerli)
- Kitap AdıAh Struga!
- Sayfa Sayısı217
- YazarA. Sırrı Özbek
- ISBN9789750532764
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Düşman ~ Meryem Coşkunoğlu
Düşman
Meryem Coşkunoğlu
Baktığı yeri donduracak kadar vahşi gözlerini etrafta gezdirdi. Avını gözetliyordu, bulduğunda yakasını asla bırakmayacaktı. Aldığı her nefes, ciğerlerini yakıyordu içten içe. Bu duygudan sadece ama sadece aç olan intikam duygusunu beslediğinde kurtulacaktı. Aradığını bulduğu gibi sırtı gerildi. Yaslandığı deri koltuktan çıkan rahatsızlık verici ses, gürültü yüzünden duyulmuyordu bile ama o, bundan dahi rahatsız oluyordu. En ufak aykırı, beklenmeyen ses, savunmaya geçmesine neden oluyordu.
- Masumiyet Müzesi ~ Orhan Pamuk
Masumiyet Müzesi
Orhan Pamuk
“Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum.” Nobel ödüllü büyük yazarımız Orhan Pamuk’un üzerinde altı yıldır çalıştığı harikulade aşk romanı bu sözlerle başlıyor… Masumiyet Müzesi’ni okurken...
- Deccal’in Hatırı ~ Sezgin Kaymaz
Deccal’in Hatırı
Sezgin Kaymaz
“Bir çift ölü göz gözlerinin içine dikilmiş, öbür dünyadan buna bakıyordu sanki. Ve ne kadar kibar konuşuyordu ölü. Kılığına bak, ya otopark değnekçisi ya...