İkinci Dünya Savaşı’nın acı koşulları içinde yetişen İtalyan edebiyatçılar kuşağından bir yazar olan Cesare Pavese, çürüyen değerlere, yok olan güzelliklere karşı, insanları çoğu kez kırlara, köylere çağırır. Oysa aradığı yalnızlıktır, günümüz insanının yalnızlığı. Ağustosta Tatil, her okunuşta anahtar bir kitap olma değerini yeniden hatırlatan bir yapıt. Bu kitaptaki öyküler, yazıldığı döneme ilişkin belgesel nitelik taşırken, yazarın anlatımındaki şiirselliğin oluşumu konusunda da okura ışık tutar. Öykülerin geçtiği dönemin Torino’sunda büyüyen bir çocuğun yazlarını geçirdiği Piemonte kırları, tepeleri; Po Irmağı kıyıları başlı başına bir şenliktir. Kent, yazları bomboş kalır, oysa kırlar cıvıl cıvıldır. Torino’lu yazar Cesare Pavese, hem kentini hem kentinin çevresindeki kırları, köyleri anlatırken, doğayı ve insanları tanımlamada gösterdiği titizlikle okuru dünyasına çekiyor.
İçindekiler
DENİZ
Ad …………………………………………………………………………. 13
Ağustos Sonu ………………………………………………………….. 17
Mısır Tarlası …………………………………………………………….. 21
Langa …………………………………………………………………….. 25
Eski Meslek …………………………………………………………….. 29
Uykusuzluk …………………………………………………………….. 33
Keşiş ………………………………………………………………………. 37
Meşin Ceket ……………………………………………………………. 51
İlk Aşk ……………………………………………………………………. 63
Deniz …………………………………………………………………….. 89
KENT
Ölüler Çayırı …………………………………………………………. 115
Kampta Görülen Rüyalar ………………………………………… 119
Kesin Bir Durum ……………………………………………………. 123
Yeniden Uyanış ……………………………………………………… 127
Zaman ………………………………………………………………….. 131
Tatil Havuzu …………………………………………………………. 135
Yaz ………………………………………………………………………. 139
Heves …………………………………………………………………… 143
Kent …………………………………………………………………….. 155
Evler ……………………………………………………………………. 169
Şenlikler ……………………………………………………………….. 179
ÜZÜM BAĞI
Mitoloji, Simge ve Ötekilere Dair …………………………….. 193
Şükran Duygusu …………………………………………………….. 201
Ergenlik ………………………………………………………………… 207
Bağ ………………………………………………………………………. 213
Meslek Hastalığı …………………………………………………….. 217
Çıplaklık ………………………………………………………………. 221
Irmağın Sözleri ………………………………………………………. 231
Gizli Öykü ……………………………………………………………. 239
DENİZ
AD
O günlerde arkadaşlarım kimlerdi, anımsamıyorum. Köyün evlerinden birinde, yanılmıyorsam karşımızdaki evde iki gariban çocuk vardı ve sanırım kardeştiler. Biri, herkesin Pale diye çağırdığı Pasquale idi, ama hangisinin adı buydu, onu da çıkartamıyorum şimdi. Her neyse, sağda solda tanıdığım pek çok çocuk vardı. Bu Pale’ye –at suratlı bir oğlandı– babası kötek attı mı evden kaçar ve iki-üç gün ortalıkta görünmezdi; yeniden ortaya çıktığında babası kayışını çoktan eline almış olurdu ve onu yeniden eşek sudan gelene kadar döver, o da bir kez daha kaçardı. Annesi kırlara, ırmağın kenarındaki ormanlara, vadinin bitimine bakan pencereye çıkar, avaz avaz lanetler okuyarak oğlunu çağırırdı. Bazı sabahlar, o kadının pencereden, kendine özgü lehçesiyle bağırması, yakınmasıyla uyanırdım. Gerçi yaşlı kadınların pek çoğu çocuklarını böyle çağırırlardı, ama herkesi sindiren ve belli saatlerde avcıların tüfek sesleri gibi yankılanan o öfkeli ses, sadece Pale’yi arardı. Zaman zaman yiğitlik taslamak ya da eğlenmek için bizim de onun adını haykırdığımız olurdu. Sanırım, Pale bile kendi adını haykırmaktan hoşlanırdı. Sıcak saatlerde ırmağı ve sazlığı aşıp karşı tepenin çorak yamacına tırmandığımız o gün, Pale ve ben yalnız mıydık, pek bilmiyorum. Arkadaşımın kızıl saçlarını ve dişlerini çok iyi anımsıyorum, çünkü ona kurak topraklarda yaşayan, dişleri ve bakır rengi tüyleri onunkilere benzeyen aslanları anlatıyordum. O gün pek heyecanlıydık, çünkü kendimizi ciddiyetle yılan aramaya vermiştik. Karnımıza dek çamura batmıştık, güneş ensemizi yakıp kavurmuştu; oynattığımız taşların arasından kurbağalar fırlamış, ayak bileklerim mosmor olmuştu. Çiğnemek istediği bir otu kusan Pale’nin dişlerinin arasından yeşil yeşil tükürükler akıyordu. Sonra suların ve bitkilerin sessizliğinin içinde, uzaktan uzağa ama anlaşılır bir çağrının rüzgâra binip bize ulaştığını fark ettik. Acaba beni mi çağırıyorlar, diye kulak kabarttığımı çok iyi anımsıyorum. Ne var ki haykırış yinelenmedi. Az sonra nehir kıyısından ayrıldık ve yamaca tırmandık, sözde erik ağaçlarının oraya çıkıyorduk ama ikimiz de –en azından ben– içten içe yılan peşinde olduğumuzu biliyorduk. Ardıçların arasından tırmanırken, ben yeniden aslanlardan söz etmeye başladım. Akşam vereceğim hesabı göz önünde bulundurarak uslu çocuk pozlarında ayakkabılarımı ayağıma geçirmiştim. Islık çalıyordum. “Kes şunu. Yılan böyle çağrılmaz,” diye homurdandı ortağım ve duruverdi. Ucu çatal biçiminde iki dal edinmiştik ve aklımız sıra yılanı bununla yere saplayacak ve öldürecektik. Suyun kenarında pek çok çocuk olmuş olabilir, ama o yamacı yalnızca ikimizin tırmandığını çok iyi hatırlıyorum. Pale –benim tam tersime– taşların ve dikenlerin üzerinde yalınayak yürüyor ve bunu umursamıyordu. Tam bunu ona söylemeye yeltenirken, ansızın bir böğürtlen çalısının önünde durdu ve eğilip başını sallayarak ıslık çalmaya başladı. Böğürtlenler kayalık bir yarın kenarında büyümüştü, oradan da gökyüzü görünüyordu.
“Yılanı yakalasaydık daha iyiydi,” dedim sessizce. Arkadaşım beni yanıtlamadı ve musluktan akan su gibi tıslamayı sürdürdü. Yılan bir türlü yerinden çıkmıyordu. Rüzgârın esmesiyle bir haykırma, bir uğultu duyduk ve müthiş irkildik. Köydekiler yine bizi çağırıyordu: Ses her zamanki gibi yakınma dolu ve öfkeliydi: “Pale! Pale!” Benim aklıma hemen bizim evdekiler geldi. Pale durmuş, başını öne uzatmış, tek bir bacağının üstünde dikiliyordu; her zamanki şeytan taklitlerinden birini yapıyordu sanki. Ama sessizlik çöker çökmez ses yeniden işitildi – oğlunu çağıran kadının sesi, rüzgârın uğultusuyla insan sesine hiç benzemez olmuştu: “Pale! Pale!” İşte bunun üzerine arkadaşım elindeki değneği fırlattı ve aceleyle şöyle dedi: “O piçler. Yılan onu ararken adımı öğrenirse, sonradan beni tanır.” “Gel buraya,” dedim yavaşça. Lanet olasıca yaşlı kadın bağırmayı sürdürüyordu. Kucağında süt bebeklerden biriyle pencereden sarkışı ve şarkı söylermişçesine haykırması gözümün önünde canlanıyordu. Pale beni bileğimden yakaladı ve “Kaç!” diye bağırdı. Düzlüğe kadar koştuk; eğlenmek için “Yılan,” diye bağırıyorduk ama korkumuz –en azından benimki– çok daha karmaşık bir şeydi. Sanki, ne bileyim, taşların ve havanın gücünü incitmişim gibi geliyordu. Akşam, bizi köprünün kirişlerine oturmuş olarak buldu. Pale susuyor ve suya tükürüyordu. “Gidip balkonda oturalım bari,” dedim Pale’ye. Köyün tüm kadınlarının birbirlerine seslenmeye başladıkları saat gelmişti, ama henüz ortalığa olağanüstü bir sessizlik ve dinginlik egemendi; sadece bir-iki ağustosböceğinin sesi işitiliyordu. “Beni henüz çağıran olmadı,” diye düşünüyordum; Pale’ye dönüp, “Neden seni çağırdıklarında gitmiyorsun?” diye sordum, “ Bu akşam dayağı yiyeceksin yine.” Pale omuzlarını silkti ve yüzünü buruşturdu. “Kadınlar bir şeyden anlamaz ki.” “Sahi, yılan bir adı duyunca, onun peşine düşer mi?” Pale beni yanıtlamadı. Evden kaçma uğruna bir erkek gibi suskun olmuştu. “İyi ama o zaman bütün bu tepelerin yılanları senin adını biliyordur.” “Senin de,” dedi Pale içini çekerek. “İyi ama ben çağrılınca hemen yanıt veriyorum.” “Önemli olan bu değil,” dedi Pale. “Yılanın umurunda mı sanki senin uslu bir çocuk olup olmadığın? Yılan, aranan insanları sokmak ister…” Tam o sırada az önceki sesleniş yeniden başladı. Yaşlı kadın pencereye çıkmıştı demek. Bir at arabasının tekerlekleri gıcırdadı ve kuyuya indirilen bir kovanın sesi geldi. O zaman ben eve doğru yürümeye başladım, Pale ise köprünün üstünde kaldı.
AĞUSTOS SONU
Ilık ama güçlü rüzgârların estiği fırtınalı bir ağustos gecesi, kaldırımda yürüyerek oyalanıyor, tek tük konuşuyorduk. Bizi beklenmedik esintileriyle saran rüzgâr dudaklarımı ve yanaklarımı kokulu bir dalgayla yaladı, sonra yoldaki ağaçların kurumuş yaprakları arasında hışırdayarak yoluna devam etti. Şimdi o bir kadın kokusu muydu yoksa yaz yapraklarının kokusu mu bilemiyorum, ama yüreğim öylesine hızla çarpmaya başladı ki, olduğum yerde duruverdim. Clara şöyle bir dönerek bana bakınca, yürümeye koyuldum. Tam köşeye geldiğimizde, yeniden rüzgâra yakalandık; Clara, bir kez daha gözlerini yerden kaldırmadan bekler gibi yapıp yavaşladı. Kapının önüne geldiğimizde hâlâ gezmek isteyip istemediğimi sordu. Bir an kaldırımda durdum –asfaltta sürüklenen kuru yaprağın çıtırtısına kulak verdim– ve sonra Clara’ya yukarıya çıkmasını, az sonra peşinden geleceğimi söyledim. On beş dakika sonra yukarıya çıktım ve pencere kenarına oturup rüzgârı koklayarak bir sigara tüttürdüm. Clara odanın kapısında durdu ve biraz sakinleşip sakinleşmediğimi sordu. Onu beklediğimi söyledim ve bir an sonra karanlık odada, yanımda beliriverdi. Benim iskemleme dayanmış, konuşmadan ılık rüzgârın keyfini çıkarıyordu. O yaz handiyse mutluyduk, kavga ettiğimizi anımsamıyorum, uykuya dalmadan uzun uzun birbirimizle oluyorduk. Clara her şeyi anlardı ve o zamanlarda benden hoşlanırdı; ben de onu seviyordum ve bunu ona söylemeye gerek yoktu. Gene de şimdi anlıyorum ki felaketler o gece başlamıştı. Clara o akşam benim huzursuzluğum nedeniyle kaygılanmış olsa, beni böylesine tatlılıkla beklemezdi. Bana neler olduğunu sorabilir, en azından bunu kendi tahmin etmeye çalışabilirdi. Aklımdan geçenleri sezmiş bile olsa, öyle anlayışlı bir şekilde susmamalıydı. Ben insanların kendilerinden böylesine emin olmalarından hoşlanmazdım ve o akşam ilk kez Clara’dan nefret ettim. Gecenin içinden esip gelen o rüzgâr, beklenmedik bir şekilde, tenimin altına ve burun deliklerime eski bir sevinci, neredeyse çocukluğumuzdan bu yana bizimle özdeşleşmiş olan kendi bedenimiz gibi gizli ve çıplak anılardan birini taşıyıverdi. Doğduğum köyün, kızgın güneş altında yanıp kavrulan kumsalı, yazları yüzmeye gelenlerle dolardı. Her yaz bir yolculuk ya da taşınmaya benzeyen beklenmedik, değişik, hareketli, açık saçık olaylarla dolu üç-dört ay geçirirdik. Evler ve sokaklar gençler, aileler, bana kadın gibi bile gelmeyen ve adına denize girenler denen yarı çıplak kadınlarla dolup taşardı. Gençlerinse benimki gibi adları vardı. Onlarla arkadaşlık kurar, onları sandalla gezdirirdim, bazen de birlikte bağlara kaçamaklar yapardık. Bu tatilcilerin çocukları sabahtan akşama dek deniz kıyısında kalmak istiyorlardı; onları duvarların arkasında, tepelerde, dağlarda oynamaya ikna etmekte zorlanırdım. Dağ ve köy arasında pek çok villa ve bahçe vardı ve mevsim sonu fırtınalarında, rüzgârlar uzaklardaki bitkilerin kokularını bize taşır, boğucu sıcaklık taşların üzerinde kurumuş çiçeklerin rayihasıyla süslenirdi. Şimdi, Clara geceleri esen bu rüzgârların bana o günleri anımsattığını bilir. Bana hayrandır –ya da bir zamanlar hayrandı– çünkü bu anıların beni her seferinde yeniden şaşırtması onu güldürür ve sesini soluğunu keser. Eğer ona o günlerden söz eder ve onu da bu anılarıma katarsam bir boynuma sarılmadığı kalır. İşte bu nedenle o gece ondan nefret ettiğimin ayırdına varmış olduğumu bilmez. Çocukluk anılarımda öyle bir şey var ki –bu Clara bile olsa– bir kadının tensel sevecenliğine katlanamıyorum. Artık anılarımda tek bir renge bürünmüş olan o yazlara ait bazı anlar, her ne kadar uyuklamaya dalmış gibi görünseler de tek bir duygu ya da bir sözcük onları yeniden canlandırıyor ve aradaki uzaklık yitip gidiyor, unutulmuş, neredeyse yok olmuş bir zaman diliminde yeniden bunca sevince boğulmanın inanılmazlığını yaşıyorum. Bir delikanlı –Bu ben miyim?– geceleri, kafelerden yayılan müziğin ve gerçeküstü gibi görünen ışıklarının arasında deniz kenarında duruyor ve rüzgârın kokusunu içine çekiyordu; ne var ki bu kez rüzgâr her zamanki gibi denizin değil, güneşin altında çılgınca açmış, egzotik ve iri çiçeklerin beklenmedik kokusunu taşıyordu. O delikanlı ben olmadan da var olabilirdi; zaten öyle de olmuştu ve sevincinin yıllar sonra şaşırtıcı bir biçimde bir başkasında, bir erkekte yeniden canlanacağını bilmiyordu. Bir erkek bir kadının hayalini kurar, kadının hayalini kurar; bir erkek bir kadının bedenini tanır; bir erkek, bir kadını, deniz kıyısındaki kafenin ışıkları altında güneşten esmerleşmiş bedenini onunkine yaklaştırarak dans ettiği kadını, okşamak, kucaklamak ve ezmek ister. Erkek ve delikanlı birbirlerini tanımazlar, ama birbirlerini ararlar, birlikte yaşarlar ama bunun farkında değillerdir ve bir araya geldiklerinde yalnız kalma gereksinimi duyarlar. Clara, zavallıcık, o gece beni her zamanki gibi sevdi. Belki de her zamankinden daha da çok sevdi, çünkü onun da kendine göre fesatlıkları vardı. Arada sırada, aramızdaki sır duvarını yok etme oyunu oynar, her birimizin öteki için bir yabancı olduğunu varsayar ve tekdüzelikten birazcık olsun kurtulmaya çalışırız. Ne var ki ben artık onun bir kadın oluşunu bağışlayamıyor, rüzgârın geçmişte kalan tadını ten tadına dönüştürmesine katlanamıyordum.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıAğustosta Tatil
- Sayfa Sayısı264
- YazarCesare Pavese
- ISBN9789750751288
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ortanca Balık ~ Hanzade Servi
Ortanca Balık
Hanzade Servi
“… Bir mektup aldım. Bu hayatımda aldığım ilk mektup! Yani internetteki elektronik mektupları saymıyorum. Kâğıda yazılan, katlanıp zarfa konan, zarfın üstündeki adrese göre de,...
- Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz ~ Raymond Carver
Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz
Raymond Carver
Derken o cumartesi sabahı, durumu yinelediğimiz bir gecenin ardından uyandık. Gözlerimizi açtık ve yatakta dönüp birbirimize iyice baktık. İkimiz de o an anladık. Bir...
- İyi Kalpli Eréndira ~ Gabriel Garcia Marquez
İyi Kalpli Eréndira
Gabriel Garcia Marquez
Eréndira, yaşlı büyükannesiyle birlikte yaşamaktadır. Bir gece mumları söndürmeyi unutunca evleri yanıp kül olur. Büyükanne, “Vah zavallı yavrum,” der Eréndira’ya, “bu talihsizliği bana ödemeye...