Lagünün durgun mavi sularının yanında tek başına oturan Ana Magdalena Bach, otelin barındaki adamları seyrediyor. Yirmi yedi yıldır mutlu bir evliliği var, kocası ve çocuklarıyla kurduğu hayattan kaçmak için hiçbir nedeni yok. Yine de her ağustos ayında feribotla annesinin gömülü olduğu adaya geliyor ve bir geceliğine yeni bir sevgili buluyor. Salsa, bolero, lothario ve dolandırıcılarla dolu boğucu Karayip akşamlarında Ana, her yıl arzusunun ve kalbinde saklı korkunun iç bölgelerine doğru yolculuğa çıkıyor.
Ağustos’ta Görüşürüz özgürlük, pişmanlık, kişisel dönüşüm ve aşkın gizemleri üzerine derin bir çözümleme ve dünyanın tanıdığı en büyük yazarlardan Marquez’in okurlarına beklenmedik hediyesi.
ÖNSÖZ
Babamızın son yıllarında hafıza kaybından mustarip oluşu, tahmin edileceği üzere, bizler için son derece zorlu bir deneyim oldu. Özellikle de bu kaybın, babamızın alıştığı titizlikle yazmayı sürdürme şansını azaltması, onun için korkunç bir hüsran kaynağıydı. Bir seferinde bize, büyük yazarlara özgü etkileyici ve net bir biçimde şunları söylemişti: “Hafıza hem hammaddem hem de aracım. O yoksa hiçbir şey yok.”
Ağustosta Görüşürüz, rüzgâra ve dalgalara karşı son bir yaratma çabasının sonucu olarak ortaya çıktı. Yaratım süreci, sanatçının mükemmeliyetçiliği ve her geçen gün zayıflayan zihinsel gücü arasında geçen bir mücadeleye dönüştü. Dostumuz Cristóbal Pera, bu edisyona dair kaleme aldığı açıklamalarda, metnin birçok versiyonu arasında gidip geldiği uzun süreci bizden daha iyi ifade eder. O dönemde, sadece Gabo’nun nihai kararını biliyorduk: “Bu kitap işe yaramaz. İmha edilmesi lazım.”
Onu imha etmek yerine bir kenara koyduk ve ne yapılacağına zamanın karar vereceğini ümit ettik. Metni babamızın ölümünden neredeyse on yıl sonra tekrar okuduğumuzda, çok sayıda keyifli unsur barındırdığını keşfettik. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu kitap babamızın en önemli eserleri kadar cilalanmamış olabilir. Pürüzlere ve küçük çelişkilere sahip olsa da, Gabo’nun eserlerine özgü çarpıcı unsurlarla dolu içeriğinden keyif almayı engelleyen hiçbir şey yok: Yaratıcılığı, şiirsel dili, okuru sarıp sarmalayan anlatımı, insan doğasını algılayışı, –bilhassa aşk konusundaki– yaşanmışlıkları ve talihsizlikleri sevgi dolu biçimde işleyişi. Aşk, muhtemelen, babamızın bütün eserlerinin ana temasıdır.
Kitabı başta hatırladığımızdan çok daha olumlu bir bakış açısıyla değerlendirince, aklımıza başka bir olasılık geldi: Kitabı tamamlamasını engelleyen zihinsel zayıflama, aslında Gabo’nun bu metnin, tüm kusursuzluklarına rağmen, ne kadar iyi olduğunu fark etmesini de engellemiş olabilirdi. Böylece bir ihanette bulunduk ve okurların alacağı keyfi diğer tüm görüşlerin üstünde tutmaya karar verdik. Şayet okurlar bu tutumumuza hak verirse, belki Gabo da bizi affeder. Bunun mümkün olduğuna güvenimiz tam.
Rodrigo ve Gonzalo García Barcha
- BÖLÜM
Adaya 16 Ağustos Cuma günü, öğleden sonra saat üçteki feribotla döndü. Üstünde kot pantolon, ekose gömlek, çorapsız ayağında alçak topuklu gösterişsiz ayakkabılar, elindeyse bir muşamba şemsiye, el çantası ve bagaj niyetine taşıdığı plaj çantası vardı. İskelenin önünde bekleşen taksilerden tuzlu havanın çürüttüğü eski bir modeli seçti. Şoför onu dostane bir tavırla selamladı, sonra da zangırdayan arabasıyla yerli köyünün içinden geçtiler. Köydeki evlerin hasır duvarları balçık kaplı, damları palmiye yapraklarındandı. Cayır cayır ışıldayan denize bakan sokakların zemini kor gibi sıcak kumla kaplıydı. Şoför korkusuz domuzlara ve matadorları andıran çevik adımlarla önünden çekilen çıplak çocuklara çarpmamak için arabayı bir sağa bir sola savuruyordu. Köyü geride bırakınca açık denizle kıyısında mavi balıkçıl kuşlarının cirit attığı lagün arasında uzanan, ortasında kral palmiyeleri yükselen, iki yanında turistik plajlar ve oteller bulunan caddeye saptı. Sonunda otellerden en köhne olanın önüne yanaştı.
Resepsiyondaki adam giriş formunu ve lagüne bakan ikinci kattaki tek odanın anahtarlarını çoktan hazır etmiş, imza için kadını bekliyordu. Kadın basamakları dört uzun adımda çıktı ve eski püskü odasına girdi, içerisi yeni sıkılmış böcek ilacı kokuyordu ve koca bir çift kişilik yatak odanın neredeyse tamamını işgal ediyordu. Kadın plaj çantasını açtı, oğlak derisinden makyaj çantasını ve kaldığı sayfayı fildişinden mektup açacağıyla işaretlediği kitabını çıkarıp başucu sehpasına koydu. Ardından pembe ipek bir gecelik çıkardı ve yastığının altına yerleştirdi. Son olarak da çantadan üstünde tropikal kuş desenleri bulunan bir ipek eşarp, kısa kollu beyaz bir gömlek ve hayli yıpranmış spor ayakkabılar çıkarıp bunları banyoya götürdü.
Üstüne çekidüzen vermeden önce alyansını ve sağ kolundaki erkek saatini çıkarıp lavabonun üstündeki rafa koydu, ardından seyahat kirini temizlemek ve üstüne çöken mayhoşluğu dağıtmak için acele hareketlerle yüzünü yıkadı. Kurulandıktan sonra aynada, yaptığı doğumlara rağmen dolgunluğunu kaybetmeyen dik memelerini süzdü. Cildinin gençliğindeki halini hatırlamak için ellerini yüzüne götürüp yanaklarını gerdi. Boynundaki kırışıklarda parmaklarını gezdirdi, bunlardan kurtulmanın çaresi yoktu. Dudaklarını ayırıp kusursuz dişlerini gözden geçirdi, onları feribotta yediği öğle yemeğinin ardından fırçalamıştı. Tıraşlı koltukaltlarına deodoran sürdü ve cebine AMB harfleri işlenmiş tiril tiril pamuk gömleğini giydi. Yerlilerinki gibi dümdüz, omzuna kadar inen saçlarını taradı ve kuş desenli eşarpla bağlayarak atkuyruğu yaptı. Dudaklarına gösterişsiz bir nemlendirici sürdü, işaretparmaklarının uçlarını diliyle ıslatıp kaşlarını düzeltti, kulaklarının arkasına birer fıs Maderas de Oriente marka parfüm sıktı, son olarak da hayatının sonbaharındaki annelere özgü yüzünü aynada inceledi. Kozmetik ürünlere uzak cildinin rengi ve dokusu şeker pekmezini andırıyordu. Topaz rengi güzelim gözlerini örten gözkapakları Portekizli kadınlarınki gibi hafif esmerdi. İçinden kendini eleştirse ve acımasızca yargılasa da görünümünü fena bulmadığını belirtti. Geç kaldığını ancak alyansını ve saatini takınca fark etti: Saat dörde altı vardı. Yine de birkaç dakika boyunca anılara daldı ve lagünün tepesinde kanat çırpmadan tembelce süzülen balıkçıl kuşlarını izledi.
Taksi otelin kapısının önündeki çınar ağaçlarının gölgesinde onu bekliyordu. Şoför herhangi bir tarife gerek duymadan yola çıktı, palmiyeli caddeden geçerek otellerin arasındaki bir açıklıkta bulunan halk pazarına yöneldi ve bir çiçekçi tezgâhının önünde durdu. Oturduğu plaj sandalyesinde uyuklayan şişman bir siyah kadın kornayı duyunca sıçrayarak uyandı, arabanın arka koltuğundaki kadını tanıdı ve onun için önceden hazırladığı kuzgunkılıcı demetini hoş sözler ve gülücükler eşliğinde kadına takdim etti. Taksi tekrar yola çıktı, birkaç sokak sonra daracık bir yan yola saptı ve bir yanında sarp kayalar yükselen bir yar boyunca yukarı tırmanmaya başladı. Sıcağın daha da berrak hale getirdiği göğün altında Karayip denizi uzanıyordu, lüks yatlar yan yana limana dizilmişti, saat dört feribotu anakaraya dönmek için yola çıkmıştı. Yoksullar mezarlığı tepenin en üst noktasındaydı. Kadın mezarlığın paslı kapısını hiç zorlanmadan iterek açtı ve uzamış otların arasında zar zor seçilen mezarların arasından elinde demetiyle yürüdü. Mezarlığın ortasındaki iri ebegümecini kerteriz alarak annesinin mezarını buldu. Zemindeki sivri taşlar ayakkabılarının ısınan kauçuk tabanlarının ötesinden ayaklarını acıtıyor, muşamba şemsiyesini yok sayan haşin güneş cildini yakıyordu. Çalıların arasından çıkan bir iguana aniden önünde durdu ve bir an ona baktıktan sonra koşarak gözden kayboldu.
Kadın cebinde taşıdığı bahçıvan eldivenlerini eline geçirdi ve üç mezar taşının önündeki otları temizledikten sonra annesinin isminin ve sekiz yıl önceki ölüm tarihinin yazılı olduğu, mermeri sararmaya yüz tutmuş mezar taşını buldu.
Her yıl 16 Ağustos’ta, aynı saatte, aynı taksiye binip aynı çiçekçiye uğradıktan sonra, kavurucu güneşin altında bu mezarlığa gelir, annesinin mezarına taptaze bir demet kuzgunkılıcı bırakırdı. Sonrasında, anakaraya dönen ilk feribot ertesi sabah saat dokuzda kalkana dek başka bir işi olmazdı.
Adı Ana Magdalena Bach’tı, doğumunun üstünden kırk altı, sevdiği ve kendisini seven adamla evlenmesinin üstünden yirmi yedi yıl geçmişti. Mutlu bir evliliği vardı, öncesinde hiç sevgilisi olmamış, evlenince edebiyat fakültesini bırakmıştı. Annesi meşhur bir Montessori öğretmeniydi ve övülecek yönü çok olsa da ömrü boyunca öğretmenliği anneliğinin önüne geçmişti. Ana Magdalena’nın bal rengi gözleri annesine çekmişti, keza ketumluğu ve kişiliğini şekillendirmekteki akılcı yaklaşımı da. Müzisyen bir aileden geliyordu. Babası piyano öğretmeniydi ve kırk yıl boyunca Belediye Konservatuvarı’nda müdürlük yapmıştı. Kendisi gibi müzisyen bir aileden gelen kocası orkestra şefiydi ve konservatuvar müdürü kayınpederi emekli olunca onun yerine geçmişti. Pırlanta gibi yetiştirdikleri oğulları yirmi iki yaşında Ulusal Senfoni Orkestrası’nın başçellisti olmuş, özel bir oturumda Mstislav Leopoldoviç Rostropoviç’ten büyük övgüler almıştı. On sekiz yaşındaki kızlarıysa hemen her çalgıyı kulaktan öğrenebilse de bu yeteneğini sadece evde kalmamak için bahane olarak kullanıyordu. Harikulade bir caz trompetçisiyle mutlu bir ilişkisi olmasına rağmen asıl arzusu, ebeveyninin rızası olmasa da, Yalınayak Carmelita Rahibeleri tarikatına katılmaktı.
Ana Magdalena’nın annesi, adaya gömülmek istediğini ölmeden üç gün önce dile getirmişti. Her ne kadar Ana Magdalena cenazeye gitmek istese de insanlar buna mâni olmuş, üzüntüden öleceğini söylemişlerdi, ki kendisi de böyle düşünüyordu. Annesinin ilk ölüm yıldönümünde babası onu adaya götürmüş, mermer mezar taşını da o zaman yaptırmışlardı. Motorlu bir tekneyle adaya ulaşmaları neredeyse dört saat sürmüş, hava koşulları yolculuk boyunca canlarına okumuştu. Ana Magdalena balta girmemiş ormanın hemen önünde denize uzanan pırıl pırıl kumsallara, kuşların cümbüşüne, dingin lagünün tepesinde melekler gibi süzülen balıkçıllara hayran kalmıştı. Açık havada, hindistancevizi ağaçları arasına gerilmiş hamaklarda geceyi geçirdikleri köyün sefaleti karşısındaysa bunalmıştı. Buranın meşhur bir şairin ve yakında cumhurbaşkanı olacak görkemli bir senatörün doğum yeri olduğuna inanmak zordu. Zamansız patlayan dinamitler yüzünden kollarını kaybederek kötürüm kalmış siyah balıkçıların ne kadar fazla olduğunu görünce çok şaşırmıştı. Her şeye rağmen, annesinin neden buraya gömülmek istediğini mezarlığın bulunduğu tepeye çıkıp manzarayı gördükten sonra anlamıştı. Issız olsa da insanın kendini asla yalnız hissetmeyeceği bir yerdi burası. Böylece Ana Magdalena Bach annesinin yerini kabullenmiş ve her yıl mezarına bir demet kuzgunkılıcı bırakmaya karar vermişti.
Ağustos havaların iyice ısındığı ve sağanakların başladığı aydı, ama Ana Magdalena bunu, aksatmadan ve daima yalnız başına yerine getirmesi gereken bir nevi tövbe ayini gibi görmüştü. Çocukları anneannelerinin mezarını görmek istediklerinde işler pek yolunda gitmemiş, adaya ulaşana kadar akla karayı seçmişlerdi. Bindikleri tekne, hava kararmadan adaya ulaşmak adına, yağmura rağmen yoluna devam etmiş, çocuklar dehşete düşmüş ve sallantıdan içleri dışlarına çıkmış halde adaya ayak basmışlardı. Neyse ki şanslıydılar ve geceyi adanın ilk otelinde geçirmişlerdi. Senatör burayı devlet bütçesiyle inşa etse de kendi cebinden yapmış gibi böbürlenmişti.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAğustosta Görüşürüz
- Sayfa Sayısı88
- YazarGabriel Garcia Marquez
- ISBN9789750763137
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İsa’nın Okul Günleri ~ J.M. Coetzee
İsa’nın Okul Günleri
J.M. Coetzee
David devamlı soru soran bir çocuktur. Simón ve Inés ise onu okula göndermez, Estrella’daki yeni evlerinde yetiştirirler. David oranın dilini öğrenir, arkadaş edinmeye başlar....
- 1793 Kurt ve Bekçi ~ Niklas Natt Och Dag
1793 Kurt ve Bekçi
Niklas Natt Och Dag
Hainlik hainliği doğurur, şiddet şiddeti… Yıl 1793. İsveç kralı kısa süre önce suikasta kurban gitmiştir. Kraliyet Fransız Devrimi’nin dalgalarının topluma ulaşmasından korkarken Stockholm dedikodu...
- Reseph Mahşerin Dört Atlısı Serisi – IV ~ Larissa Ione
Reseph Mahşerin Dört Atlısı Serisi – IV
Larissa Ione
Çağdaş edebiyatımızın önemli ve özgün yazarlarından Müge İplikçi, Çok Özel İsimler Sözlüğü’nde, bizleri kadınlara, çocuklara, gençlere ve tabii ki erkeklere doğru kısa mesafeli bir...