Ağustos Işığı, Faulkner’ın kendine özgü anlatım teknikleriyle Amerikan yaşamının çelişik öğelerini, uyumsuzluklarını ve Amerika tarihinde iz bırakan siyahiler ve ırkçılık sorununu deşen başyapıtlarından biri.
Ağustos Işığı, Kuzey-Güney, beyaz-siyahi ayrışmasının yoğun olarak yaşandığı Mississippi’de, Faulkner’ın edebiyat haritasına yerleştirdiği “Yoknapatawpha”da geçer. Romanın başkişisi Joe Christmas’ın, hem beyaz olduğu hem de siyahi kanı taşıdığı düşünülmektedir. Joe iki dünya arasında gidip gelirken her ikisinin de yabancısı olduğunu hisseder, yaşadığı kısırdöngü, romanın psikolojik zamanında çapraşık bir iç deneyim olarak
sunulur. Joe’nun tragedyasının diğer halkalarını Doc Hines, Miss Burden gibi karakterlerin siyahiler ve ırkçılık sorunu karşısındaki tavırları meydana getirir. Ağustos Işığı’nda Faulkner bilinç akışı, iç monolog, “flash-back” gibi anlatım tekniklerini belleklerde iz bırakan bir tarih anlatısıyla birleştirir.
“20. yüzyıl Amerikan edebiyatında, Amerikan yaşamının barındırdığı çeşitlilik ve düzensizliği yansıtmak konusunda Faulkner’ın derinliğine ve hayal gücü zenginliğine ulaşabilen bir yazar yoktur.”
DOREEN FOWLER
İÇİNDEKİLER
ROMANA DAİR GÖRSELLER……………………………………………………………………………………7
KRONOLOJİ……………………………………………………………………………………………………………………… 11
ÖNSÖZ / MURAT BELGE…………………………………………………………………………………………… 25
Ağustos Işığı
1
Yolun kenarına oturmuş, arabanın tepeyi tırmanıp ona doğru gelişini gözlerken, Lena düşünüyor, “Alabama’dan geldim: Bayağı uzak. Ta Alabama’dan buraya kadar yayan. Bayağı uzak.” Düşünüyor: Ben yola düşeli daha tam bir ay olmadı ama Mississippi’ye vardım bile, şimdiye dek evimden hiç bu kadar uzaklaşamadıydım. Şimdi Doane’un Bıçkıevi’nden on iki yaşımdan beri olduğumdan daha uzaktayım.
Annesiyle babası öldükten sonraya kadar hiç gitmemişti Doane’un Bıçkıevi’ne, yılda altı ya da sekiz kere cumartesileri kente gittiği halde, arabayla, postayla ısmarladığı bir elbiseyle ve çıplak ayakları arabanın içinde ve bir kâğıt parçasına sarılı ayakkabıları oturduğu yerde yanında. Araba kente varmadan hemen önce ayakkabılarını giyerdi. Yetişkin bir kız olduktan sonra babasına arabayı kentin kenarında durdurmasını söylerdi ve iner aşağı yürürdü. Arabayla kente gireceği yerde niçin yürümek istediğini babasına söylemezdi. Babası sanıyordu ki, düzgün sokaklardan, kaldırımlardan ötürü. Ama onu gören ve yürüyerek yanlarından geçtiği insanların onu da kentte yaşıyor sanacaklarını sandığı için böyle yapardı.
On iki yaşındayken annesiyle babası aynı yazın içinde öldüler, üç odayla bir avlulu perdesiz bir tahta evde, çevresinde böceklerin dönedurduğu bir gaz lambasının aydınlattığı odada, çıplak döşemesi çıplak ayaklarla eski gümüş gibi kayganlaşmış. Sağ kalan çocukların en küçüğüydü. İlk önce annesi öldü. “Babana iyi bak,” dedi. Lena da öyle yaptı. Sonra bir gün babası, “Sen McKinley’le Doane’un Bıçkıevi’ne git,” dedi. “Gitmeye hazırlan. O geldiğinde hazır bulun.” Sonra öldü. Kardeşi McKinley bir arabayla geldi. Babayı bir öğle üstü bir taşra kilisesinin arkasındaki koruya gömdüler, çamdan bir mezar taşıyla. Ertesi sabah kız bir daha dönmemek üzere ayrıldı, bunun böyle olduğunu o zaman bilmiyorduysa da, McKinley’le birlikte arabayla, Doane’un Bıçkıevi’ne doğru. Araba ödünç alınmış ve kardeşi gece basmadan arabayı geri götürmeye söz vermişti.
Kardeşi bıçkıevinde çalışıyordu. Köydeki bütün adamlar bıçkıevinde ya da bıçkıevi için çalışıyorlardı. Çam kesme işiydi. Yedi yıldır oradaydı bıçkıevi ve bir yedi yılı daha bulmadan çevredeki bütün ormanları yok edecekti. Sonra makinelerin bir kısmı ve bıçkıevini çalıştıran ve onun sayesinde ve onun uğruna yaşayan adamların çoğu yük arabalarına bindirilip götürülecekti. Ama makinelerin bir kısmı bırakılacaktı, çünkü yeni parçalar her zaman taksitle alınabilirdi. Sıska, boş boş bakan, kıpırtısız çarklar yükseliyor, tuğla molozu yığınları ve sert yosunlar arasından derinden derine şaşırtıcı bir nitelikte ve deşilmiş kazanlar paslanan ve tütmeyen bacalarını inatçı bir şekilde havaya dikiyorlar, afallamış ve düşünceli, derinlik ve huzur dolu ıssızlığın ağaç kökleriyle çapurlaşmış görünüşü üstünde, sürülmemiş, ekilmemiş, kızıl ve tıkanık yarlar halinde yavaş yavaş oyuluyor, uzun, sessiz güz yağmurlarının ve mart ayının dörtnala gazabının altında. Bundan sonra en iyi günlerindeyken bile Posta İdaresi yıllıklarında kayıtlı adı bulunmayan köy, binaları yıkan, mutfak ocaklarında, sobalarda yakan, bağırsak solucanından dertli mirasçılar tarafından hatırlanmayacaktı bile.
Lena geldiğinde orada oturan belki beş aile vardı. Bir demiryoluyla bir de istasyon vardı ve günde bir kez bir karma katar çığlıklar savurarak kaçardı köyün içinden. Kırmızı bir bayrak sallanarak durdurulabilirdi tren, ama çoğunlukla perişan tepelerin içinden hayaletimsi bir ansızlıkla ve bir ölüm habercisi gibi uluyarak belirir, bir ucundan girer öbür ucundan çıkardı köy yavrusunun kopuk siciminden kurtulan unutulmuş bir tesbih tanesi gibi. Ağabeyi ondan yirmi yaş büyüktü. Gelip yanında yaşamaya başladığı zaman neredeyse hiç hatırlamıyordu adamı. Dört odalı ve boyasız bir evde oturuyordu iş ve çocuk yorgunu karısıyla. Her yılın hemen yarısı boyunca eltisi ya çocuk doğuruyor ya da loğusa yatıyordu. Böyle zamanlarda bütün ev işini Lena görüyor ve öbür çocuklara bakıyordu. Sonradan dedi ki kendi kendine, “herhalde bu yüzden bu kadar çocuk peydahladım ben de.”
Evin arkasında çatısı eğik bir odada yatıyordu. Karanlıkta ses çıkarmadan açıp kapamasını öğrendiği bir penceresi vardı, aynı eğik çatılı odada önce en büyük yeğeni ve sonra iki en büyüğü ve sonra üçü birden uyuduğu halde. Pencereyi ilk açtığında orada yaşamaya başlayalı sekiz yıl geçmişti. Daha açmaya başlayalı on sefer olmuş olmamıştı ki, hiç açmamakla çok daha iyi etmiş olacağını anladı. Dedi ki, kendi kendine, “bu da benim talihim işte.”
Elti ağabeye söyledi. Adam çok önceden görmesi gereken biçim değişikliğini ancak o zaman fark etti. Sert bir adamdı. Yumuşaklık ve incelik ve gençlik (kırk yaşlarındaydı) ve bir çeşit inatçı ve umutsuz bir dayanıklılık ve kan onurunun donuk mirasından başka her şey teriyle birlikte akıp gitmişti gövdesinden. Kıza orospu dedi. Adam da yanılmamıştı (genç bekârlar ya da hiç olmazsa testere tozuna bulanmış Casanovalar sayıca ailelerden bile azdı) ama kız itiraf etmedi, adam altı ay önce çekip gitmiş olduğu halde. Sadece inatla, “beni yanına aldırtacağını söyledi,” diye tekrarladı durdu; sarsılmaz bir inançla, koyun gibi, gereği duyulduğu anda hazır bulunmak niyetinde olmasalar bile Lucas Burch gibi adamların dayandıkları, güvendikleri o sabırlı ve değişmez bağlılık kaynağını kullanarak. İki hafta sonra gene pencereden tırmanıp dışarı çıktı. Zor oldu, bu keresinde. “Bunu yapması o zaman da bu kadar güç olsaydı, herhalde şimdi bunu yapıyor olmazdım,” diye düşündü. Kapıdan da çıkıp gidebilirdi, gün ışığında. Kimse durdurmazdı onu. Belki de bunu biliyordu. Ama geceleyin gitme yolunu seçti ve pencereden. Yanına palmiye yaprağından bir yelpazeyle büyük keten mendile sarılmış küçük bohçasını aldı. Bohçada bir sürü şey arasında onluk ve beşlikler halinde otuz beş sent parası vardı. Ayakkabıları ağabeyinin verdiği bir çift erkek ayakkabısıydı. Fazla eskimemişlerdi, çünkü yazları ikisi de ayakkabı giymezdi. Yolun tozunu tabanının altında duyunca ayakkabılarını çıkarıp eline aldı.
Şimdi dört haftadır bunu yapmaktaydı. Arkasındaki dört hafta, uzağın çağrısı, gevşemeyen durgun inançla döşeli, iyi yürekli ve adsız yüzler ve seslerle insanlandırılmış huzur dolu bir koridordur: Lucas Burch? Bilmiyorum. Buralarda böyle adı olan kimse tanımıyorum. Bu yol mu? Pocahontas’a gider. Belki oradadır. Olabilir. Şu araba yolun bir kısmına kadar gidiyor. Sizi oraya kadar götürür; geriye doğru yuvarlanıyor şimdi arkasından uzun tekdüzeli bir sıra huzur dolu ve yolundan şaşmaz değişiklikler günden geceye ve geceden gene güne ve o bunların içinden yol alıyor tıpatıp aynı ve adsız ve bilinçli arabalarla sanki bir sıra gıcırtılı –tekerlekli ve aksak– kulaklı avatarlardan geçer gibi, içine yakılan ölülerin külü konan bir çanağın üstünde sonsuza dek hiç ilerlemeden kıpırdanan bir şey gibi.
Araba tepeyi tırmanıp ona doğru geliyor. Yolun bir mil kadar aşağısında yanından geçmişti arabanın. Yolun kıyısında duruyordu o zaman, katırlar koşum kayışlarının içinde uyukluyor, başları onun gittiği yönü gösteriyordu. Arabayı ve çitin öteki yanında bir ahırın dibinde çömelmiş oturan iki adamı görmüştü. Arabaya ve adamlara bir kere bakmıştı: Her şeyi kucaklayan tek bir bakışla, hızlı, masum ve derin. Durmamıştı; çitin öteki yanında çömelen iki adam onun arabaya ya da kendilerine baktığını görmemişlerdi bile herhalde. O da geri dönüp bakmamıştı. Görüş alanından çıktı, ağır ağır yürüyerek, bağlanmamış ayakkabı bağları sallanarak, bir mil ötedeki tepenin doruğuna varıncaya kadar. Sonra hendeğin kenarına oturmuştu, ayaklarını alçak hendeğe sarkıtarak ve ayakkabılarını çıkarmıştı. Biraz sonra arabayı işitmeye başladı. Bir süre işitti. Sonra belirdi, tepeyi tırmanarak.
Yıpranmış ve yağsız tahtasıyla demirinin keskin ve gevrek takırtısı ve şıkırtısı yavaş ve korkunçtur: Ağustos öğle sonrasının sıcak dingin çamşarapsı sessizliğinde yarım mil süren kuru miskin bir sesler dizisi. Katırlar sürekli ve gevşemeyen bir hipnoz içinde yolu adımladıkları halde, araba hiç ilerlemiyormuş gibi görünür. Orta uzaklıkta sonsuza ve sonsuza kadar askıya alınmış gibidir, öylesine göze görünmeyecek kadar azdır ilerleyişi, bir uysal kızıl yol ipliği üstünde eskimiş bir tesbih tanesi gibi. Bu o kadar fazlasıyla böyledir ki, daha gözlerken yitirir onu göz, görüş ve duyu uyuşukça birbirine karışır, kaynaşırken, yolun kendisi gibi, geceyle gündüz arasındaki bütün o huzur dolu ve tekdüzeli değişikliklerle, makaraya yeniden sarılan önceden ölçülüp biçilmiş iplik gibi. Öyle ki, sonunda, sanki uzaklığın bile ötesinde basit ve önemsiz bir yöreden, arabanın sesi gelir gibi olur yavaş ve korkunç ve anlamsız, kendi biçiminin yarım mil ilerisinden giden bir hortlak gibi. “Gözümden önce kulağımda o kadar uzak,” diye düşünüyor Lena. Kendini şimdiden giderken düşünüyor, gene arabaya binmişken, düşünüyor o zaman sanki arabaya binmeden önce yarım mil yol gitmişim gibi olacak, daha araba benim durduğum yere varmadan önce ve araba yeniden benden boşalınca yarım mil daha yol almış gibi olacak ben hâlâ içinde olarak. Bekliyor, gözlemiyor bile şimdi arabayı, düşünme tembel ve hızlı ve yumuşak akarken, adsız iyi yürekli yüzler ve seslerle dolu: Lucas Burch? Pocahontas’ta bulamadınız mı dediniz? Bu yol mu? Springvale’e gider. Siz şurada durun. Birazdan bir araba gelir, gideceği yere kadar sizi de götürür. Düşünüyor, “eğer Jefferson’a kadar gidiyorsa Lucas Burch beni görmeden önce işitecek. Arabayı işitecek, ama bilmeyecek. Onun için görmesinden önce işitmesinde bir insan olacak. Sonra beni görüp heyecanlanacak. Ve onun için hatırlamasından önce görmesinde iki insan olacak.”
Armstid’le Winterbottom, Winterbottom’un ahırının gölgeli duvarı yanında çömelmiş otururken, kadının yoldan geçtiğini gördüler. Genç, gebe ve bir yabancı olduğunu aynı anda anladılar. “Nerede şişirmiş karnını öyle acaba,” dedi Winterbottom.
“Acaba ne zamandır yayan gidiyor o karınla,” dedi Armstid. “Yolun ötesinde birini ziyarete gidiyordur, bence,” dedi Winterbottom.
“Sanmam. Öyle olsa kulağıma çalınırdı. Hem benim oralardan biri de olamaz. Olsa onu da işitirdim.”
“Nereye gittiğini kendi biliyor herhalde,” dedi Winterbottom. “Yürüyüşünden öyle anlaşılıyor.”
“Birazdan kendine bir yol arkadaşı bulacak,” dedi Armstid.
Kadın geçip gitmişti artık, ağır ağır yürüyerek, şişkin ve besbelli yüküyle. Onlara baktığını ikisi de görmemişti, biçimden çıkmış soluk mavi giyimleriyle, palmiye yaprağından bir yelpaze ve küçük bez bohçasıyla geçerken. “Yakınlarda bir yerden geliyor olamaz,” dedi Armstid. “Sanki epeydir yoldaymış ve daha gidecek epey bir yolu varmış gibi yürüyor.”
“Buralarda birini ziyarete gelmiştir,” dedi Winterbottom.
“Öyle olsa işitirdim,” dedi Armstid. Kadın yürümeye devam etti. Geri bakmamıştı. Yolun ilerisinde gözden yitti: Şişkin, yavaş, bilinçli, acelesiz ve yorulmasız tıpkı uzayan öğle sonrasının kendisi gibi. Onların konuşmalarının da dışına yürüdü; belki zihinlerinin de. Çünkü az sonra Armstid söylemek için geldiği şeyi söyledi. Bundan önce iki yolculuk daha yapmıştı, arabasıyla beş mil öteden gelerek ve çömelerek ve tükürerek üç saat boyu Winterbottom’un ahırının gölgeli duvarının dibinde kendi gibi adamlara özgü o zaman dışı acelesizlik ve dolambaçlılıkla, bunu söylemek için. Winterbottom’un satmak istediği pulluk için Winterbottom’a bir fiyat söylemek istiyordu. Sonunda Armstid güneşe baktı ve üç gece önce yatağında yatarken söylemeye karar verdiği fiyatı söyledi. “Jefferson’da bu fiyata alabileceğim bir tane var,” dedi.
“Bence hemen al,” dedi Winterbottom. “Çok ucuz fiyat.” “Ya, öyle,” dedi Armstid. Tükürdü. Bir daha güneşe baktı, kalktı. “Eh eve yollanma zamanı geldi.”
Arabasına binip katırları uyandırdı. Yani, onları harekete geçirdi, çünkü ancak bir zenci bilebilir katırın ne zaman uykuda, ne zaman uyanık olduğunu. Winterbottom çite kadar arkasından geldi, kollarıyla çitin üst tahtasına dayandı. “Elbette ya,” dedi. “O pulluğu o fiyata hiç kaçırmaz alırdım. Sen almazsan, ben kendim almayı aklımdan geçirmiyorsam köpek olayım, o fiyata. Sahibi olan herifin şöyle beş dolara falan satmak istediği bir çift katırı var mıdır dersin?”
“Ya, öyle,” dedi Armstid. Arabayı sürdü, araba yavaş ve mil yutan takırtısına ayak uydurmaya başladı. O da geri bakmıyor. Görünüşte önüne de bakmıyor, çünkü araba neredeyse tepenin doruğuna erişinceye kadar yolun kenarındaki hendekte oturan kadını da görmüyor. Mavi elbiseyi tanıdığı anda kadının arabayı hiç görüp görmediğini bilemiyor. Ve onun da kadına baktığını hiç kimseler anlayamazdı. İkisinde de ilerlemeye benzer bir şey olmaksızın, yavaş yavaş birbirlerine yaklaşırlarken, içinde katırların sürekli ayaklarının düşteymişçesine kıpırdandığı ve koşumların seyrek şıngırtıları ve tavşankulakların oynak kımıldanışlarıyla noktalamasını yaptığı kızıl tozda ve ağır elle tutulur uykulu havasında araba korkunç bir şekilde kadına doğru sürünerek, katırlar ne uyanık ne uykuda onları durdurduğu zaman.
Şimdi her zamanki su ve sabundan başka şeylerle de yıpratılmış olan soluk mavi güneş başlığının altından kadın ona doğru bakıyor sessizce ve tatlılıkla: Genç, hoş yüzlü, saf, dost ve uyanık. Henüz kımıldamıyor. Aynı yıpranmış maviden soluk elbisesi içinde gövdesi biçimden çıkmış ve kıpırtısız. Yelpazeyle bohça kucağında yatıyor. Çorap giymemiş. Çıplak ayakları alçak hendeğin içinde yanyana sallanıyor. Yanlarındaki tozlu, ağır, erkeksi ayakkabılar ayaklarından daha süreduran görünmüyor. Durmuş olan arabada Armstid oturuyor, kambur, gözüağarmış. Yelpazenin de güneş başlığı ve elbisenin aynı soluk mavisiyle çevrelenmiş olduğunu görüyor.
“Nereye kadar gidiyorsun?” diyor.
“Karanlık basmadan yolun çoğunu aşmak istiyorum,” diyor. Kalkıp ayakkabılarını alıyor. Ağır ağır ve bilinçlice yola tırmanıyor, arabaya yaklaşıyor. Armstid aşağı inip ona yardım etmiyor. Sadece katırları tutuyor, kadın ağırlığıyla tekerleğin üstünden tırmanıp ayakkabılarını oturma tahtasının altına yerleştirirken. Sonra araba yürüyor. “Teşekkür ederim,” diyor. “Yürümekten yorulmuştum.”
Görünüşe göre Armstid hiç iyice bakmadı ona. Ama yüzüğü olmadığını gördü bile. Şimdi ona bakmıyor. Araba yeniden yavaş takırtısına dönüyor. “Nereden geliyorsun?” diyor. Kadın soluğunu salıyor. Bu bir iç çekişten çok rahat bir soluma, rahat bir şaşkınlık soluğu gibi. “Epey bir yol, şimdi öyle geliyor insana. Alabama’dan geliyorum.”
“Alabama’dan mı? Bu halde? Ailen nerede?”
Şimdi kadın da ona bakmıyor. “Buralarda onu arıyorum.
Tanırsınız belki. Adı Lucas Burch. Geçtiğim yollarda Jefferson’da olduğunu söylediler, bıçkıevinde çalışıyormuş.”
“Lucas Burch.” Armstid’in ses tonu kadınınkiyle tıpatıp aynı. Sarkık ve yaysız oturma yerinde yanyana oturuyorlar. Kucağında tuttuğu ellerini ve güneş başlığının altından yüzünü yandan görebiliyor; gözünün ucuyla görüyor. Katırların oynak kulakları arasında çözülen yolu seyreder gibi kadın. “Ve yayan olarak, yalnız başına, onu aramak için bu kadar yolu yürüdün, ha?”
Bir an cevap vermiyor. Sonra konuşuyor: “İnsanlar yolda bana iyilik ettiler. Çok iyilik ettiler.”
“Kadınlar da mı?” Gözünün ucundan profiline bakıyor, düşünerek Martha ne diyecek bilmiyorum düşünerek, “galiba biliyorum Martha’nın ne diyeceğini. Galiba kadınlar iyilik edebilirler pek fazla iyi olmadan. Ama erkekler, olabilirler. Ama yalnız kötü olan bir kadın iyiliğe muhtaç bir başka kadına karşı çok iyi olur,” düşünerek Evet biliyorum. Martha’nın ne diyeceğini kelimesi kelimesine biliyorum.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAğustos Işığı
- Sayfa Sayısı464
- YazarWilliam Faulkner
- ISBN9789750531637
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Gerçek ~ Terry Pratchett
Gerçek
Terry Pratchett
Yazıyor! Ankh-Morpork Times yazıyor! Yalnızca “gerçekleri” yazıyor!.. Efsane yazar Sör Terry Pratchett’ın benzersiz yaratımı “Diskdünya” serisinin ilk kez Türkçeye çevrilen yeni kitabı Gerçek, derin siyasi komploların düğümünü zekâyla...
- Mart Menekşeleri ~ Sarah Jio
Mart Menekşeleri
Sarah Jio
Bir kadının yüreği sırlarla dolu bir denizdir… Gerçek aşkı yaşadığına inanan ünlü yazar Emily Wilson, kocasının başka bir kadını ona tercih ettiğini öğrenince, hayal...
- Aşk ve Ölüm Üzerine ~ Patrick Süskind
Aşk ve Ölüm Üzerine
Patrick Süskind
Patrick Süskind, aşkın izini sürdüğü denemesinde geçmişten günümüze Batı’nın düşünce, kültür ve edebiyat dünyasının yönünü belirlemiş İlkçağ düşünürlerini, mitolojik ve kurmaca kahramanlarını ve yazarları...