Bir aşk destanı olan Ağrı Dağı Efsanesi geleneklerini Mahmut Han’a karşı savunan Ahmet ile Gülbahar arasındaki aşkı konu alır. Efsanelere ve halk söylencelelerine yürekten bağlı Yaşar Kemal’in bu romanı, insan psikolojisinin derinliklerini de içerir..
Ağrı dağının yamacında, dört bin iki yüz metrede bir göl vardır, adına Küp gölü derler. Göl bir harman yeri büyüklüğündedir. Çok derînlerdedir. Gol değil bir kuyu. Gölün dört bir yanı, yani kuyunun ağzı, fırdolayı kırmızı, keskin, bıçak ağzı gibi ışıltılı kayalarla çevrilidir. Kayalardan göle kadar daralarak inen yumuşak bakır rengi toprak belli bir aşıntıyla yol yoldur. Bakır rengi toprağın üstüne yer yer taze bir yeşil çimen serpilir. Sonra gölün mavisi başlar. Bu, bambaşka bir mavidir. Hiçbir suda, hiçbir mavide böyle bir mavi yoktur. Laciverdi, yumuşak, kadife bir mavidir.
Her yıl karlar eriyip de bahar gözünü açınca, Ağrı dağında bir ulu tazelik patlayınca, gölün kıyıları, ince kar çizgisinin üstü, keskin, kısa, küt çiçeklerle dolar. Çiçeklerin rengi alabildiğine parlaktır. En küçük çiçek bile mavi, kırmızı, sarı, mor kendi renginde çok uzaklardan bir renk pırıltısı olarak balkır. Ve keskin kokarlar. Gölün mavi suyu, bakır rengi toprağı baş döndürücü keskin kokularla kokar. Ve bu kokular çok uzaklardan duyulur.
Ve her yıl Ağrı dağında bahar gözünü açtığında, çiçeklerle, keskin kokular, renklerle, bakır rengi toprakla birlikte Ağrı dağının güzel, kederli kara gözlü, iri yapılı, çok uzun, ince parmaklı çobanlan da kavallarını alıp Küp gölüne gelirler. Kırmızı kayalıkların dibine, bakır toprağın, bin yıllık baharın üstüne kepeneklerini atıp gölün kıyısına fırdolayı otururlar. Daha gün doğmadan Ağrı dağının harman olmuş yalp yalp yanan yıldızlan altında kavallarını bellerinden çıkarıp Ağrı dağının öfkesini çalmaya başlarlar. Bu, gün doğumundan gün bacımına kadar sürer. Bu arada, tam gün kavuşurken gölün üstünde kar gibi ak….
…tarlanmış turnalar salınarak geçiyorlar, Van gölüne doğru gidiyorlardı.
Ahmedin hiçbir şeyden haberi yoktu. Ala şafakta içerden bir kaval sesi geliyordu. Sofi bu güzel kaval sesini çok eskilerden bu yana tanırdı. Ahmedin dedesi Sultan Ağa da böylesine kaval çalardı. Babası Resul da… Bu evin erkekleri üstüne kaval çalan bir kişi daha gelmemişti Ağndağına. Belki de şu yeryüzüne. Bunu Sofi söylüyorsa doğruydu. Çünkü Sofi bütün şu doğunun, Kafkasın, İranın, Turanın en ünlü kavalcısıydı.
Sofi atın yanına biraz daha yanaştı. Damgayı daha yakından gözden geçirdi. At sanki içerden gelen kaval sesini dinliyordu, kulağını bir iyice vermiş. Ahmet çok eski bir Ağndağı türküsünü çalıyordu. Ağrı dağının iflah etmez öfkesini. Bu türküyü tekmil Ağrı kavalcılarına Sofi öğretmişti.
At boynunu sese iyice uzattı. Sofi de… Bu destanı çalmayalı, dinlemeyeli çok oluyordu. Bir koca dağ nasıl da bir kaval sesinde korkunç bir öfkeye geliyordu. Sofi böyle tuhaf, şaşkın şeyler düşünürken, şu insanoğluna akıl ermez, diyordu. Bir incecik kavaldan koskoca, kükremiş bir dağ çıkarıyorlar, diyordu. Şu insanlar, şu dünyada var oldukça her şeye akıl erdirecekler, kartalın uçuşuna, karıncanın yuvasına, ayın, günün doğuşuna, batışına, ölüme, kalıma, her şeye akıl sır erdirecekler. Karanlığa ışığa, her şeye, her şeye akıl erdirecekler, tek insanoğluna güçleri yetmeyecek. Onun sırrına ulaşamayacaklar.
Ve dağ yürüyordu kaval sesinde. Ve uçurumlar, çığlar, ayaz gece, yıldızlar patlıyordu. Ay ışığı patlıyordu. Ve dağ bütün hışmıyla yürüyordu. Terlemiş, soluklanan… Bir ulu dev gibi göğüs geçiriyordu Ağn. Sofi çok derinden Ağrının soluklandığını duyuyordu. Çok uzak, derin bir uğultu dünyanın ortasına doğru soluklanıyordu. Ahmet çalıyor, dağın soluğu, öfkesi Duyuyordu. Böyle zamanlarda Sofi kulağını dağın uğuldayan toprağına dayıyordu. Dağ gittikçe öfkeleniyor, soluğu derinleşiyor, sıklaşıyor, bir iniyor, bir kalkıyor, paramparça oluyor, bütün hışmı, bütün ağırlığıyla dünyanın üstüne çoküyordu. Sonra da dünyayı bir sessizlik kaplıyordu. Her bir yan ıpıssız. Dünya bomboş kalmış, Ağrı dağı başını almış da dünyamızdan çekip gitmiş, kurdunu kuşunu, insanını almış götürmüş, yıldızını.ayını, güneşini, esen yelini, yağmurunu kannı, çiçeklerim alrmş götürmüş, şu dünyayı bom boş bırakmıştı Çölleri dolduran sürmeli ceylan sürülerini de almış götürmüştü Kavalın sesinde ıssızlık, huştuk donup kalmıştı…
Sonra birden butun çiçekleri, yıldızları, kokusu, alabalıktı, aydınlık suları, ceylanlı çollerivle dünya Sofinin gözlerinin önünde yeniden açıldı Çözlerinin önündeki at başkalaştı Atın keçe bellemesindeki güneş canlandı 1 l.ıyat ağacı yaprak doktu, çiçek açtı.
Kavalın Sesi bir ara kesildi. Güneş de Asrının tepesinin ötesinden ucunu kıpkırmızı bir dilim gibi göstermişti.
Sofi kendine geldi, biir ata baktı, bir kapıya. At da başını kaldırdı, İri kederli gözleriyle Sofiye baktı. Sofinin yüreğine belirsiz bir korku girdi:
“Ahmet, Ahmet,” diye bağırdı.
Ahmet Sofinin sesini tanıdı, kapıya yürüdü, açtı;
“Buyur dayı,” dedi.
Atı görünce, önce şaşırdı. Sonra bir ata, bir Sofiye baktı
Sofi:
“Konuğun kim Ahmet?” diye sordu. “hoş geldi safalar getirdi.”
Ahmet:
“Konuğum yok,” diye karşılık verdi.
İkisi de ata baktılar.
At kapıdan uzaklaştı, evi bir kere döndü geldi kapıda gene durdu. Uzun, sallı bir attı. Kulaktan sivri, dikilmiş. Başını havaya kaldırdı, kişner gibi yaptı, kişnemedi.
Ahmedin evi bir kayanın dibindeydi. Yontulmamış kırmızı kayalardan Örülmüştü. Kapısı genişti ve bir tek penceresi vardı.
Sofi düşündü. Ahmet de düşündü.
Sofi:
“Bu at senin kısmetindir,” dedi.
“Öyledir,” dedi Ahmet. “Mademki gelmiş, kapıda durmuş. Ama bu Mkimin atı?”
Sofi:
“Keçesinde damgası var. Bir yerlerden, çok eski zamanlardan gözüm ısırıyor bu damgayı. Bir belalı, bir korkulu yerin damgası olsa gerek. Ama kimin olursa olsun, bu at senin. Kapına haktan armağan geldi.”
“Haktan…” dedi Ahmet.
Bir sevinç mi, bir bela mı?
Ahmedin yüzüne düşen gölge Sofinin gözünden kaçmadı.
“Kimin olursa olsun bu at senindir. Yalnız, şu damgayı gözüm ısırıyor. Çok eski günlerden kalma bir damga.”
Bir de böyle koşumları olan at şunun bunun atı olamazdı.
“Çok düşünme, atı al, şu aşağı yola bırak gel. At bir daha kapına gelirse, al gene götür. Bunu üç kere böyle yap,” dedi Sofi. “At gene gelirse bu senin atındır. Atın sahibi bey de olsa, paşa da, Osmanlı Padişahı, Acem Şahı da olsa, KÖroğlu da olsa, kelleni verir de bu atı veremezsin. Ve hem de veremeyiz.”
Gün doğdu, sırmalanmış bulutlar açıldı, karların üstüne ışıltılı bir ışık dumanı çöktü. Ahmet atı tuttu, at uysaldı, üstüne bindi aşağılara sürdü. Atı bıraktı, döndü. Döndü ki ne görsün, at Sofinin yanında duruyor. Bunu üç kere yineledi.
“Başa gelen çekilir, dayı,” dedi Ahmet.
Nasıl olsa bu atın sahibi bir gün atını arayacaktı. Kim olursa olsun artık Ahmet atı ona veremezdi. Kellesini verir de atı ona veremezdi.
Atı ahıra çekti. Hem sevinçli, hem korkuluydu. Kendini bildi bileli böyle güzel bir at görmemişti.
Sofi:
“Atın sahibi bir sütsüz çıkar da ille de atımı isterim derse dövüş olacak. Ağrının başı kızarsa dünyayla dövüşür,” diye sevinçtendi.
Ahmet ona katıldı:
“Dövüşür,” dedi.
Ahmedin kapısına bir küheylanın gelip durduğunu önce bütün köy duydu. Gelip atı gördüler. Sonra yakın köyler, sonra tekmil Ağrı yöresi duydu, gelip atı gördüler. Az bir zamanda atın ünü İrana, Turana ulaştı. Bu hali, Ahmedin başına gelip konan devlet kuşunu türlü türlü yorumladılar. Kimi hayra yordu, kimi şerre…
Sonra aşağıdaki ovadan, Karakiliseden, Diyadinden, Iğdırdan Kürt Beyleri duydular, atı görmeye geldiler, Ahmedin talihine gıpta ettiler.
Uzun bir süre atın sahibinden haber çıkmadı.
Ahmet atma binip, yarenlerini yanına alıp İran toprağına talana gidiyor, maldan mal, koyundan koyun, attan at sürüp getiriyordu Ağndağına.
Ama kuşku içindeydi. Bu atın sahibi kimse bir gün ortaya çıkacaktı. Bu kişi kimdi acaba? Belki gözü kanlı, dediğinden dönmez bir Beydi. Belki de pısırığın birisi.
Aradan altı ay geçti. Ahmet korkusunu da, kuşkusunu da, büyük sevincini de unuttu.
Bir gün, bir sabah vakti, güneş gelmiş Ağrıdağının böğrüne kıpkırmızı donmuş oturmuşken Sofi değneğine basa basa, ak uzun sakalı titreyerek Ahmede geldi:
“Duydun mu Ahmet?” diye sordu..
Ahmet:
“Duydum,” dedi.
“Beyazıt Paşası Mahmut Han atını arıyormuş.”
Ahmet:
“Duydum,” dedi.
“Atı getirene beş at, bir de elli altın verecekmiş.”
“Bele,” dedi.
“Atı kimin evinde, kimin elinde bulursa onun kellesini vuracakmış.”
Ahmet:
“Ne yapalım, at benim kısmetimdir,” dedi.
“Ordusunu çekip gelecek üstümüze.”
“At benim kısmetimdir.”
“Mahmut Han zalim bir paşadır.”
“At benim kısmetimdir.”
“Mahmut Hanla başa çıkılmaz.”
“At bana haktan yadigardır.”
“Mahmut Han hakkı, yadigarı bilemez. O, Osmanlı olmuştur.”
“At bana yadigardır.”
Aradan bir ay geçti geçmedi, Mahmut Hanın adamları Ahmedin evine geldiler:
“Paşa diyor ki,” dediler, “attan at, maldan mal, paradan para beğensin, dedi,” dediler. “Bes atımı versin. Mademki atım kaçmış gitmiş onun kapısında durmuş, ne isterse ona veririm.”
Ahmet:
“Han bilmez mi ki at bana yadigardır. Yadigar gelen at kimseye verilmez. Baş verilir, at verilmez, Paşa bunu bilmez mi?”
“Paşa bunu bilir ama, gene de atını ister. O at da ona yadigardır. Kardeşi kadar sevdiği Zilan Beyinden yadigardır.”
Ahmet:
“Paşa maldan mal, candan can istesin, ama yadigarımı ona vermem,” dedi, kesti attı.
Paşanın adamları:
“Paşa dedi ki arkasındaki ulu dağa, başındaki birkaç ipsize güvenmesin. Dağını da, başındakileri de yerle bir ederim, dedi. Hem de eder,” dediler.
Ahmet bir daha konuşmadı. Sofi de konuşmadı. Paşanın adamları eli boş öfkeli oradan ayrıldılar.
Komşular, yakın köyler, gözü kanlı Kürt Beyleri Ahmedin başına toplandılar.
“Kim görmüş ki,” dediler, “kim görmüş ki haktan yadigar gelmiş at, Bey de olsa, paşa da olsa sahibine geri verile!”
Ahmet:
“Kim görmüş ki,” dedi, başka bir şey demedi.
Paşa sonucu böyle ummuyordu. Ahmedin karşılığı gelir gelmez öfkeden delirdi. Paşa geleneği biliyordu. Osmanlı Padişahının, Acem Şahının atı gelse de kendi sarayının kapısında dursa, ölümü göze alır da atı onlara geri vermezdi. Veremezdi ama, şu Ahmet, şu dağlı parçası da kim oluyordu?
Arını alacaktı. Konağı velveleye verdi. Adamlarını, kumandanlarını topladı, bir karara varamadılar. Bu at yüzünden bütün Ağrıdağı ona karşı duracaktı. Ahmet yalnız değildi.
Kendisine dost, bir dediğini iki etmeyen Kürt beylerini saraya çağırdı. Vanın, Patnosun, Süphan dağının, Muşun, Bitlisin beyleri güzel atlara binmiş geldiler. Mahmut Han büyük toyluk eyledi. Konuklarını şimdiye kadar görmedikleri bir biçimde ağırladı. Sonra da divan kurdu, onlara olanı biteni, başındaki belayı anlattı.
“Bir dağlı, bir talana, bir çocuk, daha bıyığı bitmemiş, benim atımı çaldı, bana hakarette bulundu,” diyordu.
Paşaya hiç kimse yadigarı anlatamadı. Bütün Ağrıdağı insanlarının kellesi gider de, bu at bu saraya bir daha dönemez, diyemediler. Hep sustular. Onlar sustukça Paşa Öfkelendi. Ve sözünü kesti attı:
“Bu atı sizden isterim,” dedi.
Kürt beyleri istemeyerek, Ahmede, Ağrıdağı insanlarına umucu gönderdiler. Ahmet atı onlara da vermedi. Bir de zehir zıkkım bir söz gönderdi Onlar bilmiyorlar mı ki yadigar gelmiş, gelmiş de kapıda durmuş, üç kere götürülüp bırakılmış, sonra da geri dönmüş bir at kimseye verilemez? Bu at benim değil, gelmiş Ağrıdağının başına konmuş. Onlar ki bey olmuşlar, nasıl dilleri varır da bizim atımızı isterler? Onlar bey değil. Paşaya kul olmuşlar, dedi.
Kürt beyleri Ahmedin bu sözlerine kızmadılar, öfkelenmediler. Ağrıdağlılar haklı, dediler. Ama çaresizdi. Paşa atı için her şeyi göze alacaktı.
Paşa Kürt Beylerinden de imdat olmayınca hazırlığa girişti, asker topladı, Kürt Beylerini de yanına alıp Ağrıdağının üstüne yürüdü.
Güz aylarıydı, Ağrıdağı etekleri yangın yeriydi. Kırmızı, mor kayalıklar, ufak, çürük kepir taşları atlarının nalları altında sular gibi çağıldayarak aktı. Bir ikindiüstü Ahmedin köyü olan Sorike geldiler. Koy ıpıssızdı. Bir can bile yoktu. Köyde mola verildi. Evlere ateş verdirdi Paşa sonra da. Yanan bir evden çok yaşlı, ak sakalları ise bulanmış, uzun kaşları gözlerini örtmüş, yepyeni, mavi işlemeli bir şalşapik giymiş bir yaşlı çıktı Paşanın karşısına. Bu kişi Sofiydi. Paşaya dik dik baktı. Kartal gözleri kıvılcımlıydı.
“Bütün bunlar bir at için mi, Paşa?” dedi. “Dünya dünya olalı kim kapışma gelen atı geriye vermiş? Sen bunu bilmez misin Paşa? Sen Osmanlı olmuşsun Paşa. Yoksa bir at için bu işleri başımıza açmaz, evleri yakmaz ocakları söndürmezdin. Ağrının laneti, Ağrının gazabı, Ağrının hışmı senin üstüne olsun Paşa. Babanı tanırım. Yiğit bir beydi. Sen paşa oldun. Sen yozlaştın Paşa. Baban yadigar atı kimseden istemezdi. At, bir dul kadının, bir sabi çocuğun, bir hırsızın, bir düşkünün kapısına gelse dursa da istemezdi. Baban Beydi, sen paşa olmuşsun Asrının laneti başına olsun.”
[‘aşa konuşmadı, yalnız:
“Şunun ellerini bağlayın, boynuna bir lale geçirip zindana götürün,” dedi.
Ağrıdağı eteklerinde, yamaçlarında çok köy vardı. Mahmut İlan arkasında Kürt beyleri, beylerin adamları, kendi askerleri koy köy dolaştılar. Hangi köye vardılarsa, o koyu bomboş buldular. Sanki hiçbir köye insan ayağı değmemişti. Köyleri boş buldukça Paşa kuduruyor
“İsyan bayrağı açtılar,” diyor köpürûyordu.
Paşa çok uzun boylu, kartal burunlu, kara gözlü, kara kıvırcık sakallıydı. Her halinde, davranışında, elini sallayışında, konuşmasında kendine güveni ortaya çıkıyordu. Çok m konuşuyor, hep düşünüyordu. Uzun adımlarla bir heybet gibi vuruyordu. Samur kürkünün içinde terliyordu boyuna.
İğdır ovasından Başköye geçti. Ahuri koyağına çıktı, oradan Ahuri yaylasına geçti. Hiç kimseyle, ne bir çoban, ne bir yolcuyla, ne bir eşkıyayla karşılaşmadılar. Bir kuş, bir avı. bir tilki, bir kaplan, hiçbir canlıyla da karşılaşmadılar. Dünya ıtk kurulduğundu ki gibiydi. Siniler sinek yoktu.
Paşa:
“Bulacağım onları,” dedi. “Yer yarılıp da yere geçseler bulacağım, Dünyanın öteki ucuna kaçsalar da İrana, Hindistana, Çine Maçine de gitseler bulacağım.”
Yanındaki Kürt beyleri ağızlarını açmıyorlardı. Hepsi dilsiz kesilmişi.
Kış gelip çattı. Atları, kendileri, ağırlıklı askerleri yorulmuştu. Ağrıyı dolanıp küçük Ağrının dibine gelmişlerdi. Paşa sararmış solmuş, halden düşmüştü. Hiçbir canlıyla karşılaşmamaları onu deli etmişti. Artık hiç kimseye bir tek sözcük bile olsun söylemiyordu. Yanındakiler, onun ne istediğini hareketlerinden anlamaya çalışıyorlardı. Ve durmadan Ağrı yöresinde dolaşıp duruyorlardı. Umutsuz.
Kürt beylerinden Molla Kerim yüze gelip Paşaya dedi ki:
………..
“Ağrıdağı Efsanesi” için bir yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıAğrıdağı Efsanesi
- Sayfa Sayısı120
- YazarYaşar Kemal
- ISBN9750807411
- Boyutlar, Kapak 13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2009
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bir Şapka Bir Tabanca ~ Celil Oker
Bir Şapka Bir Tabanca
Celil Oker
Parayla saadet olmaz… Büyük bir reklam ajansının sahibi, eceliyle ölen yaşlı babasının evinde Humphrey Bogart tarzı bir şapkanın altında bulduğu tabancanın oraya nasıl geldiğini...
- Kemikler ~ Cem Uğur
Kemikler
Cem Uğur
Yıl 1993. Dersim’in bir köyünde, ülkenin boğucu atmosferinde akan hayat, topraktan çıkan sahipsiz kemiklerle ve artık radyo haberlerinden ibaret olmayan savaşın evlerin önüne kadar...
- Ruhi Mücerret ~ Murat Menteş
Ruhi Mücerret
Murat Menteş
İstiklal Harbi’nin son gazisi, 100 yaşındaki millî kahraman RUHİ MÜCERRET, bir dünya starına nasıl dönüşüyor? Zaten ecelin menzilindeyken, esrarengiz psikopat MASUM CİCİ’yi haklayabilecek mi?...
ya arkadaşlar burda van filn yazıo ma ben bulamaduım