Yazıldığı yıllarda Acton Bell imzasıyla yayımlanan Agnes Grey, Brontë kardeşlerin en küçüğü Anne Brontë’nin ilk romanı. Yazarın yaşamından izlerin belirgin şekilde görüldüğü roman, dönemin yaygın şekilde tercih edilen eğitim yöntemi mürebbiyeliği ve zorluklarını ele alıyor. İrlandalı yazar George Moore’un “İngiliz dilinde yazılmış en mükemmel düzyazı anlatımı” olarak değerlendirdiği Agnes Grey, zamanını aşan bir yetişkinlik öyküsü.
Henüz yetişkinliğe yeni adım atmış Agnes, maddi zorluklar çeken ailesini rahatlatabileceğini düşünür. Etrafındaki diğer yetişkinlere kabiliyetlerini ve yeterliliğini kanıtlama hırsı, Agnes’i farklı sınıflardan türlü insanla karşılaşacağı bir mürebbiyelik serüvenine sürükler. İnsanları; ahlak, dürüstlük, iyi niyet gibi kavramları ilk kez evinden uzakta, bir başına öğrenmeye çabalayan Agnes, yaşamın kimi zaman çok da sevimli görünmeyen gerçeklerine, içindeki tükenmez sevgi, öğrenme tutkusu ve güçlü empati duygusuyla göğüs gerecektir.
ANNE BRONTË, 1820’de Yorkshire’da altı çocuklu bir ailenin en küçüğü olarak doğdu. Babası yoksul İrlandalı bir din adamıydı ve Anne yaşamının büyük kısmını onun cemaatinin bölgesinde geçirdi. Kız kardeşi Emily’yle hayalî Gondal Krallığı’nı kurguladı, burada geçen şiir ve öyküler kaleme aldı. Birkaç ailenin evinde mürebbiye olarak çalıştı. Kız kardeşleri Charlotte ve Emily’yle birlikte “Poems by Currer, Ellis and Acton Bell” başlığında toplayıp romanlarında da yer yer kullandıkları takma isimleriyle imzaladıkları 21 şiir yazdı. İlk romanı Agnes Grey, Emily Brontë’nin Uğultulu Tepeler’iyle birlikte yayımlandı. Bu iki romanın başarısı okurun gözünde Jane Eyre’in popülerliğiyle özdeşleşti ve Anne Brontë’nin ikinci romanının gelişini hızlandırdı. Satışların iyi gittiği ilk yıl Brontë vereme yakalandı ve bir yıla kalmadan, 29 yaşında yaşamını yitirdi. Agnes Grey’i tekrar baskıya hazırlayan Charlotte Brontë, Wildfell Hall’un Kiracısı’nın konu seçimi bakımından hatalı olduğundan dikkate değer olmadığını öne sürerek yeniden baskısının yapılmasına engel oldu. Dönemin bazı eleştirmenleriyse Anne Brontë’nin deha yoksunu bir Brontë olduğunu yazıp çizdi. Brontë’nin yaşamöyküsü ve romanlarının hak ettikleri ilgiyi görmesi 20. yüzyılı buldu.
1
Papaz evi
Bütün gerçek öyküler bir ders içerir; gerçi bazılarında cevheri bulmak zor olabilir ve bulunsa bile çekirdek o kadar kurumuş ve eciş bücüş olmuştur ki kabuğu kırmak için gösterilen çabaya değmez. Benim hikâyemin de böyle olup olmadığını bilemiyorum çünkü bunu anlayacak kabiliyetim olmayabilir; kimi kez birilerine yararlı olacağını ve bazen de insanları eğlendireceğini düşünüyorum; neyse, okur kendi kararını verecektir. Beni kimsenin tanımadığına güvenerek, aradan geçen yıllara ve bazı takma isimlere sığınarak, en yakın dostuma bile açıklayamayacağım bazı şeyleri korkmadan okurlarıma anlatmaya karar verdim.
Babam İngiltere’nin kuzeyinde görevli bir din adamıymış; kendisini tanıyan herkes tarafından haklı bir saygı görürmüş; gençliğinde az biraz maaşının yanında babadan kalma küçük bir mülkün sahibi olduğundan oldukça rahat geçinebiliyormuş. Çevresinin itirazlarına rağmen onunla evlenmeye karar veren annem ise büyük bir toprak sahibinin dik başlı kızıymış. Yoksul bir papaza evlendiği takdirde özel arabasından, özel hizmetçisinden, günlük yaşamın olmazsa olmazı saydığı pek çok lüksten vazgeçmesi gerekeceğini boş yere söylemiş herkes. Özel bir araba, özel bir hizmetçi hayatı çok kolaylaştıran şeylermiş; ancak Tanrı’ya şükür eli ayağı tutuyormuş, istediği yere yürüyerek gidebilir, kendi işini kendi görebilirmiş. Şık ve rahat bir ev, süslü geniş bahçelere kimse itiraz etmezmiş ama kendisi Richard Grey’le bir kulübede yaşamayı başka herhangi bir erkekle saraylarda oturmaya yeğlermiş.
Babası, kızının itirazlarına kulak asmadığını görünce iki âşığın evlenmelerine izin vereceğini söylemiş; ancak bu durumda mirasından tamamen vazgeçmesi gerekeceğini eklemiş. Böylece her iki gencin de ateşinin sönmesini umuyormuş ama yanılmış. Babam, annemin üstün değerini gayet iyi biliyormuş, onun başlı başına bir servet olduğunun bilincindeymiş; eğer bu müstesna genç kadın onun mütevazı yuvasını şenlendirmeye razı olursa, onu her şartta kabul etmeye hazırmış; öte yandan annem, sevdiği erkekten ayrı kalmaktansa, onu mutlu etmek için elinden geleni seve seve yapmaya kararlıymış çünkü ona zaten bütün kalbi ve ruhuyla bağlıymış. Böylece baba mirasındaki hakkı, kendisinden daha aklı başında olan ve bir nabob’la evlenen ablasına devrolmuş; kendisiyse onu seven herkesi üzüntüye boğarak … köyünün tepeleri arasında yer alan çirkin bir papaz evine kapanmış. Gene de, bütün bunlara rağmen, annemin dik başlılığına, babamın kaprislerine rağmen, inanıyorum ki İngiltere’yi bir başından ötekine tarasanız bu ikisinden mutlu bir çift bulamazdınız.
Altı çocuktan, bebeklik ve çocukluk tehlikelerinden sıyrılarak hayatta kalan yalnızca ablam Mary ve ben olmuşuz. Ben, ablamdan beş-altı yaş küçük olduğumdan hep çocuk olarak ve ailenin gözdesi olarak görülmüşüm, –babam, annem, ablam beni şımartmak konusunda yarışırlardı– beni inatçı ve baş edilemez hale getirecek şekilde aşırı müsamaha gösterdiklerinden değil, tam tersine sonsuz bir şefkatle yaklaşarak özgüvenimin, bağımsız hareket etme kabiliyetimin gelişmesinin önüne geçerek beni hayatta karşıma çıkacak güçlüklere, kargaşalara hazırlıksız bırakmışlardı.
Mary ile ikimiz mutlak bir inziva içinde yetiştirildik. Annem çok kabiliyetli, bilgili ve çalışmaya hevesli biri olduğundan bizim tüm eğitim ve öğrenimimizi üstüne aldı –Latince hariç; onu babam öğretti– dolayısıyla, okula bile gitmedik ve çevremizde ahbaplık kuracak kimse olmadığından, toplumla ilişkimiz arada bir belli başlı çiftçiler ve tacirlere verilen gösterişli çay davetleriyle sınırlıydı –o da sırf komşularıyla görüşmeyecek kadar kibirli olmakla damgalanmaktan kaçınmak için– ve bir de babamın ailesine yılda bir kez yaptığımız ziyaret vardı; orada da dedemden, şefkatli büyükanneden, hiç evlenmemiş halamdan, birkaç yaşlı hanım ve beyden başka kimseyi görmezdik. Kimi zaman annem kendi gençliğini anlatan öyküler ve hatıralarla eğlendirirdi bizi; bunlar gerçekten çok keyifli zaman geçirmemizi sağladığı kadar içimizde –en azından benim içimde– dış dünyayı daha yakından tanımak gibi gizli ve muğlak bir arzu doğururdu.
Annemin gençliğinde çok mutlu olduğunu düşünürdüm ama geçmişi özlediğine dair bir belirti göstermezdi. Babamsa tam tersine, tabiatı ne serinkanlı ne de neşeli olduğundan, çoğu kez gereksiz yere dertlenir, sevgili karısının kendi için yaptığı fedakârlıkları düşünüp hüzünlenir ve kafasını durmaksızın annem ile biz çocukların rahatı için gelirini yükseltmeye yönelik planlar yapmaya yorardı. Annem kendi açısından tatmin olduğunu boşuna anlatır, çocuklar için bir kenara bir şey ayırdığı takdirde şimdi de ileride de gül gibi geçinebileceğimizi söylerdi; ancak tasarruf etmek babamın kanında yoktu; borca girmese de (annem en azından bunu engellerdi) eline para geçtiğinde illaki harcamak gibi bir alışkanlığı vardı; geçiminin rahat olmasını, eşinin ve kızlarının şık giyinmesini isterdi; ayrıca bir de hayırseverdi, elinden geldiğince yoksullara yardım etmeyi, hatta kimilerine göre daha fazlasını vermeyi severdi.
Derken, günlerden bir gün, iyi bir dostu ona bir tavsiyede bulundu; özel mülkünü bir çırpıda iki katına çıkaracak, zamanla gelirleri arttıkça kim bilir daha ne kadar çok kazanacaktı… Babamın bu dostu bir tüccardı; girişimci ruhu olan, çok kabiliyetli biriydi ama o sırada paraya sıkışmış olduğundan sıkıntıdaydı, yine de babam o sırada sahip olduğu nakit paradan ne kadarını kendisine verirse kazancının büyük bir bölümünü ona devretmeyi teklif edecek kadar alicenaptı; babamın ona teslim edeceği nakit ne kadarsa ileride ona yüzde yüz geri dönecekti. Babadan kalan küçük arsa hızlıca satıldı, ânında bütün para dost tüccara teslim edildi, o da aynı hızla mallarını gemisine yükleyerek yola koyuldu.
Babamın keyfine diyecek yoktu, bizler de parlak bir gelecek umuduyla mutluyduk: O sırada nakit azlığından daha düşük bir gelirimiz vardı, doğru ama babam harcamalarımızı ciddi ölçüde kısıtlamamıza gerek olmadığını düşünüyor gibiydi. Bu nedenle, Mr. Jackson’ın, artı Smith’in, üçüncü olarak Houston’ın dükkânında açtırdığımız hesaplar sayesinde eskisinden çok daha rahat geçiniyorduk; gerçi annem fazla açılmamasını ileride ne kadar kazanacağımızın belli olmadığını ifade ediyordu ama her şeyi yalnızca annemin idaresine bıraktığı takdirde kendini hiç sıkıntıya sokmayacak olan babam, bu sefer kafasına göre takılıyordu.
Mary ile ikimiz, şöminenin karşısında oturup nakışlarımızı işlediğimiz ya da uğultulu tepelerde gezindiğimiz ya da salkım söğüdün altında (bahçemizdeki tek düzgün ağaç) oturduğumuzda ileride hem kendimizi hem de anne babamızı ne mutlu günlerin beklediğini konuşarak çok keyifli saatler geçirdik; neler yapacağımızı, nereleri göreceğimizi, nelere sahip olacağımızı hayal ederek değerli tüccar dostun girişimleri sayesinde kavuşacağımızı sandığımız zenginliklerden söz ederdik. Babamız bizden beterdi ama durumu fazla ciddiye almaz görünür, parlak umutlarını, iyimser beklentilerini son derece esprili ve zekice bulduğum birtakım şakalar ve oyunlar içinde saklardı. Annemiz onu bu kadar mutlu ve umutlu görünce keyifle gülerdi; gene de bu umutlara fazlaca bel bağladığımızı düşünürdü; bir keresinde odadan çıkarken şöyle mırıldandığını hatırlıyorum:
“Tanrı onu düş kırıklığından esirgesin! Buna nasıl dayanır bilemem.” Düş kırıklığına uğradı da; hem acı şekilde. Gelen haber hepimizin üstüne yıldırım gibi düştü; küçük servetimizi taşıyan tekne batmış, mürettebattan birkaç kişi ve talihsiz tüccarın kendisi de teknenin içindekilerle birlikte denizin dibini boylamıştı. Babamın üzüntüsüyle ben de üzüldüm; ayrıca gökyüzüne diktiğimiz kalelerin yıkılması da beni üzdü tabii ama gençliğin verdiği esneklik sayesinde çok geçmeden şoku atlattım.
Zengin yaşamak güzeldi elbette; ancak benim gibi toy bir genç kızın yoksulluktan korkacak hali yoktu. Aslında doğrusunu isterseniz, zor günlerden geçme düşüncesi beni biraz heyecanlandırıyordu bile. Babam, annem ve Mary de benim gibi düşünselerdi, başımıza gelenlere hayıflanacağımıza hepimiz el ele vererek durumumuzu düzeltmeye çalışırdık; çektiğimiz zorluklar ne kadar kötüyse, bu sıralarda eksiklerimiz ne kadar çoksa, el ele verdiğimizden birbirimizden aldığımız neşe de o kadar iyi gelecek ve zorluklarla baş etmek o kadar kolaylaşacaktı.
Mary kederlenmiyordu; ama içine kapanıp oturuyor, sürekli olarak başımıza geleni düşünüyor ve öylesine derin bir umutsuzluğa düşüyordu ki benim gösterdiğim çabalar hiç işe yaramıyordu. Olayı benim gördüğüm gibi iyi yanlarıyla görmesini bir türlü sağlayamıyordum; bir yandan da çocuksu bir vurdumduymazlık, hatta aptal bir duyarsızlıkla suçlanmaktan o kadar korkuyordum ki, hiç hoş karşılanmayacaklarını bildiğimden parlak fikirlerimin çoğunu kendime saklıyordum.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAgnes Grey
- Sayfa Sayısı224
- YazarAnne Bronte
- ÇevirmenPınar Kür
- ISBN9789750762864
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Annem Kokan Çiçekler ~ Genki Kawamura
Annem Kokan Çiçekler
Genki Kawamura
Yılbaşı gecesi İzumi annesini ziyaret eder ama o evinde yoktur. Saatlerce aradıktan sonra onu bir parkta salıncağa binmiş halde bulur. Bu olay annesini tüketen...
- Arınmalar ~ Patrick deWitt
Arınmalar
Patrick deWitt
Zamanının meşhur, şimdilerde gözden düşmüş bir Hollywood barında çalışan bir barmen. Çevresindeki çürümeyi, müşterilerin her gece hiçliğe tekrar tekrar yuvarlanışını hastalıklı bir keyifle izlerken,...
- Bana Aitsin ~ Karen Rose
Bana Aitsin
Karen Rose
Bir sır saklıyorsunuz! Üstelik bir seri katilden! Hatta katilin izinde olan bir dedektiften! Baltimore Cinayet Masası Dedektifi J.D. Fitzpatrick meslek hayatı ve Afganistan’daki görev...