Hırsızlarla Dolu Bir Ada
Gizemli Bir Mürettebat
Yazgısı Tenine Kazınmış Bir Kız
Dar Boğaz’daki en güçlü tüccarın kızı olan Fable’ın bildiği tek yuva denizdi. Ta ki amansız bir fırtına her şeyini ondan alana kadar. Hırsızlarla dolu bir adaya terk edildiği ve hayatta kalmak için her şeyi yaptığı dört yıl boyunca, onu adada kaderiyle baş başa bırakan babasının kuralları ve annesinden aldığı eşsiz yeteneğinden başka güvenebileceği bir şey yoktu.
Denizin derinliklerine dalıp çıkardığı her mücevher onu hayatının en önemli yolculuğuna hazırlıyordu. Yıllardır tanıdığını sandığı West’in gemisine atlayıp hakkı olana ulaşmaya çalışırken, kendini sırlarla örülmüş ticaret ağının tam ortasında bulacaktı.
Güvenmek, denizin kendisinden bile tehlikeliydi ancak bu yolculuktan hep beraber canlı çıkacaklarsa, mürettebatın fırtınalardan daha fazlasını atlatması gerekecekti.
“Fable vahşi bir dünyada direnciyle parlıyor ama kırılganlığını göstermekten de hiç çekinmiyor. Hayatta kalmak için gerekeni yapmaktan hiç korkmayan biri o. Bu hikâye yakama yapıştı ve bırakmayı reddetti!” —Shelby Mahurin, Yılan ve Güvercin’in New York Times çoksatan yazarı
“Merak uyandırıcı, sürükleyici ve kesinlikle ustalıkla yazılmış. Fable sizi güzellik vaadiyle cezbedecek ve Young’ın alameti farikası olan cesaretle avucunun içine alacak.” —Adalyn Grace
“Deniz ve derinliklerinde saklı olan şeylerin vaadi, bu kitabı akılalmaz bir hızla okumamı sağladı. Fable’ı sadece okumuyorsunuz, kendinizi bir anda içinde buluyorsunuz.” —Shea Ernshaw
“Karanlık bir denizcilik hikâyesi… Sürükleyici ve tüm duyulara hitap ediyor. Güçlü kadın karakterlere doyamayan okurlar için birebir.” —Kirkus
“Adrienne Young, her köşe başında bir tehlikenin beklediği bir dünya kurmuş.” —Publishers Weekly
“Kayıp hazineler, aşk ve hayatta kalmak üzerine heyecan verici bir hikâye.” —School Library Journal
“Yazar olarak Adrienne Young’ın gücü, hem güçlü kadın karakterleri hem de capcanlı ve ayrıntılı dünyaları aynı beceriyle yazabilmesinde saklı.” —Culturess
BİR
O ŞEREFSİZ BENİ YİNE ARKADA BIRAKIYORDU.
Ağaçların arasından Koy’la diğerlerinin sahilden çekip giderken tozu dumana kattıklarını görebiliyordum. Sandal suya doğru kaydığı sırada ben de hızlandım, çıplak ayaklarım birbirine dolanmış ağaç kökleri ve yolun üzerine gömülü taşlar arasında yolunu buluyordu. Yelken açılırken Koy’un yüzündeki sırıtışı görmek için tam zamanında çalıların arasından çıktım. “Koy!” diye bağırdım ama dalga sesleri arasında beni duyabildiyse bile belli etmedi. Çekilen bir dalganın bıraktığı köpüğe ulaşana kadar yokuş aşağı koştum ve sıçramadan önce bir ayağımı ıslak kuma daldırdım, ben dalganın üzerinden kıç tarafına doğru uçarken ayaklarım havayı tekmeliyordu. Tek elimle istralyayı yakaladım ve sandalın gövdesine çarptım, sandal yükselirken bacaklarım suda sürüklendi. Küfrede ede kendimi yukarı çekip yana atarken kimse elini uzatmadı. “İyi atlayıştı, Fable.” Koy dümeni tuttu, bizi güney resifine yönlendirirken ufka baktı. “Geleceğini bilmiyordum.” Ona dik dik bakarken saçımı tepemde topuz yaptım. Bu hafta üçtür tarak gemileri dalışa çıkarken beni arkada bırakmayı deniyordu. Speck çoğunlukla sarhoş olmasaydı resife gitmek için Koy yerine ona para öderdim. Ama güvenebileceğim bir tekneye ihtiyacım vardı. Yelken rüzgârı yakalayıp şişerek sandalı ileri doğru itti ve ben de deriden iki tarak dubası arasında kendime oturacak bir yer buldum. Koy elini uzattı. “Bakır.” Başının üzerinden ticaret gemilerinin direklerinin sert rüzgârda yana yattığı ve sallandığı Bariyer Adalar’a baktım. Marigold henüz ortalarda görünmüyordu ama gün ışırken görünür olacaktı. Parayı kesemden çıkardım ve dişlerimi gıcırdatarak Koy’un avucuna bıraktım. Şimdiye dek benden o kadar çok bakır almıştı ki sandalın yarısını ben ödemiş sayılırdım. Hızlandık ve kıyıdan uzaklaştıkça sığ suların soluk turkuaz rengi yerini hızla koyu maviye bıraktı. Tekne bir yana meylederken ben de arkama yaslandım, eğildim ve elimin suyun yüzeyinde kaymasına izin verdim. Güneş tepedeydi ve gelgit dönmeye başlamadan önce birkaç saatimiz vardı. Takas edeceğim piritlerle çantamı doldurmama yeter de artardı bile. Aletlerimi kontrol ederek kemerimi iyice sıktım. Tokmak, keskiler, kazmalar, mala, gözlük. Tarak gemilerinin çoğu aylar önce doğu resifinden hareket etmişti ama içimden bir ses bu suların altında daha çok pirit saklı olduğunu söylüyordu ve haklı da çıkmıştım. Haftalarca tek başıma daldıktan sonra, zulayı ıskartaya çıkarılmış bir sahanlıkta bulmuştum ve o taşlar kesemi parayla doldurmuştu. Ben orada dururken rüzgâr etrafımda kuvvetle esti ve koyu kumral saçlarımı yüzüme savurdu. Direğe tutunup yana doğru eğildim; gözlerim, altımızda hızla akan suların haritasını çıkarıyordu. Henüz değil. “Aşağıda ne bulduğunu bize ne zaman söyleyeceksin, Fable?” Koy dümeni daha sıkı kavrarken göz göze geldik. Gözleri, fırtınaların ayı ve gökteki yıldızları örttüğü karanlık ada geceleri kadar karaydı. Diğerleri sessizce bana baktı, cevabımı bekliyorlardı. Limanda bana daha bir dikkatli baktıklarını görmüş ve sahildeki fısıldaşmalarını duymuştum. Resiflerde haftalarca süren küçük vurgunların ardından tarakçılar huzursuzlanıyordu ve bu kesinlikle hayra alamet değildi. Ama sonunda bunu bana açıkça soracak kişinin Koy olmasını beklemiyordum. Omuz silkip, “Abalon,”* dedim. Gülerek başını iki yana salladı. “Abalon,” diye tekrarladı. Jeval’deki tarakçıların pek çoğundan daha gençti; kızarmış teni henüz kırışmamıştı ve üzerinde güneşin altında geçirilen uzun günlerden kalan beyaz lekeler yoktu. Ama sandalı almaya ve kendi taşımacılık işini başlatmaya yetecek kadar para çalarak aralarındaki yerini hayli hayli kazanmıştı. “Aynen,” dedim. Yeniden göz göze geldiğimizde gözlerindeki muziplik kayboldu ve ağzımın kenarındaki seğirmeyi gizlemeye çalışarak dişlerimi sıktım. Cehennem gibi sıcak sahile atılmamın ve kendi başımın çaresine bakmak zorunda bırakılmamın üzerinden dört yıl geçmişti. Açlıktan kıvranırken teknelerin gövdelerini kokmuş balık karşılığında kazımaya zorlanmış, başka bir tarakçının bölgesinde daldığım için defalarca dövülmüştüm. Jeval’deki şiddetten payıma düşeni alsam da şu âna dek Koy’un yoluna çıkmamayı başarmıştım. Onun dikkatini çekmek son derece tehlikeliydi. Kıç tarafına çıktım ve sahilde sırtına yönelttiğim aynı hınzır gülümsemenin dudaklarıma yerleşmesine izin verdim. O şerefsizse ben de öyleydim. Ve ondan ne kadar korktuğumu görmesine izin vermek beni yalnızca daha kolay bir av hâline getirirdi. Jeval’de hayatta kalmanın bir yolunu bulmak zorunda kalmıştım ve dalma şansımı başkasına kaptırmamak için gerekirse bir elimi feda ederdim. Bu kadar yaklaşmışken kaybedemezdim. Direği bıraktım ve suya düşerken sandal ayaklarımın altından çekildi. Olanca ağırlığımla denize çakıldım ve etrafımdaki kristal baloncuklarla beraber yüzeye doğru süzülürken soğuk karşısında kendimi ısıtmak için bacaklarımı çırptım. Doğu resifinin kenarı akıntıya değiyor ve adanın bu tarafında suyu daha soğuk hâle getiriyordu. Aşağıda, önceden taranmış olandan daha fazla pirit olduğunu bilmemi sağlayan şeylerden biri de buydu. Koy’un sandalı benden uzağa fırladı; yelken, bulutsuz gökyüzüne doğru kıvrıldı. Sandal Bariyer Adalar’ın ardında gözden kaybolurken ben de ters yöne, sahile doğru döndüm. Yüzümü suya gömerek yüzdüm ki altımdaki resifi ölçebileyim. Mercanın pembeleri, turuncuları ve yeşilleri güneş ışığını, babamın eskiden masasının üzerinde açtığı atlasın sayfaları gibi yansıttı. Parlak sarı, bir yaprağı kırık bir yelpaze mercanı benim işaretimdi. Yüzeye çıktım, havayı yavaşça içime çekerek ciğerlerimi iyice doldururken kemerimi kontrol ettim ve soluğumu aynı hızda saldım, tıpkı annemin bana öğrettiği gibi. Ciğerlerim genişledi ve sonra boşalırken kaburgalarımın arasında tanıdık bir baskıyla büzüldü, ben de nefes alışımı hızlandırdım, havayı içime çektim ve son bir derin nefes alana dek hızımı artırarak soluk verip daldım. Kollarım suyu yararken kulaklarım çınladı, deniz tabanında ışıldayan parlak renklere yöneldim. Basınç vücudumu sardı ve yüzeyin beni geri çekmeye çalıştığını hissedince daha da derine gömüldüm. Kırmızı çizgili balıklardan oluşan bir sürü, ben aşağı doğru inerken etrafıma dolandı. Ayaklarım, kıvrık parmaklar gibi yukarı uzanan yeşil mercan sırtına yavaşça inerken sonsuz mavi her yöne uzanıyordu. Üst tarafındaki kaya çıkıntısını kavrayıp kendimi küçülterek gediğe girdim. İlk piriti, gözlüğümü tamir etmesi karşılığında rıhtımdaki yaşlı adama ödeme yapmak için resifte yengeç ararken bulmuştum. Değerli taşın yumuşak uğultusu, sessizlikte kemiklerimi bulmuştu ve onu ortaya çıkarmaya çalıştığım üç günden sonra şans yüzüme gülmüştü. Bir kayacın uzantısını tekmelediğimde bir sahanlık kopmuş ve üzerinde çok iyi bildiğim bir beyaz kabarcık yığını olan, eğri bir bazalt sırasını ortaya çıkarmıştı. Bu tek bir anlama gelebilirdi – pirit. Bu zulayla son üç ayda, Marigold’daki tüccarlardan iki yıl boyunca elde ettiğimden daha çok para kazanmıştım. Birkaç hafta daha sabrettikten sonra bir daha bu resiflere dalmak zorunda kalmayacaktım. Ayağım çıkıntıya yerleşti ve bir elimi sırtının kıvrımlarını hissederek kayaya bastırdım. Değerli taşın yumuşak titreşimi parmak uçlarımın altında, metale çarpan metalin gerilmiş yankısı gibi tısladı. Annem bana bunu da öğretmişti; cevheri nasıl dinleyeceğimi. Lark’ın gövdesinin derinliklerinde annem onları tek tek elime koyar ve mürettebat batardolar arasına gerilmiş hamaklarında uyurken fısıldardı. Bunu duyuyor musun? Bunu hissediyor musun? Aletleri kemerimden çektim ve üzerine tokmakla vurmadan önce keskiyi en derin oyuğa yerleştirip yüzeyi yavaşça ufaladım. Köşenin şekline bakılırsa altında oldukça büyük bir pirit parçası vardı. Belki dört bakır değerinde. Daha da çok balık beslenmeye gelirken güneş ışığı tepemde gümüş pullarının üzerinde ışıldıyordu ve parlaklık karşısında gözlerimi kısarak yukarı baktım. Bir beden, resifin aşağısındaki bulanık açıklıkta süzülerek suyun derinliklerine sürükleniyordu. Birini kızdıran veya borcunu ödemeyen bir tarakçıdan geriye kalanlar. Ayakları, kaya midyeleriyle kaplı devasa bir kayaya zincirlenmiş ve etini kemiğinden ayırmaları için deniz canlılarına bırakılmıştı. Bu, birinin infaz edilişini ilk görüşüm değildi ve dikkatli olmazsam benim sonum da öyle olabilirdi. Son nefesim göğsümde yandı, kollarım ve bacaklarım daha da üşüdü ve keskiye bir kez daha vurdum. Kaba, beyaz kabuk çatlarken gülümsedim ve kayanın tırtıklı bir parçası koparken dudaklarımdan birkaç baloncuk çıkmasına izin verdim. Kan çanağına dönmüş bir göz gibi bana bakan camsı, kırmızı pirite dokunmak için uzandım. Görüşüm kararmaya başlayınca kayayı ittim ve ciğerlerim nefes almak için yırtınırken yüzeye doğru yüzdüm. Balık sürüsü, etrafımda parçalara ayrılan bir gökkuşağı gibi kaçışırken nefes nefese sudan çıktım. Bulutlar tepemizde ince şeritler hâlinde süzülüyordu ama benim gözüm ufukta gittikçe koyulaşan maviliğe takıldı. O sabahki rüzgârdan fırtınanın yaklaştığını fark etmiştim. Eğer fırtına Marigold’un gündoğumuna kadar Bariyer Adalar’a ulaşmasını engellerse piriti daha uzun süre elimde tutmam gerekecekti, ki bu da hiç güvenli değildi. Saklayacak epey yerim vardı ama her geçen gün beni izleyen gözler artıyordu. Güneş tenime olabildiğince nüfuz ederek beni ısıtabilsin diye sırtüstü uzandım. Güneş Jeval’in üzerinde yükselen eğimli sırta doğru batmaya başlamıştı bile ve bütün piriti çıkarmak için en azından altı ya da yedi kez daha dalmak gerekiyordu. Koy benim için geri döndüğünde resifin diğer ucunda olmam lazımdı. Dönerse tabii. Üç ya da dört hafta sonra Dar Boğaz’a geçecek ve Saint’i bulup sözünü tutmasını sağlayacak kadar çok param olacaktı. Beni hırsızların bu kötü şöhretli adasına terk edip gittiğinde sadece on dört yaşındaydım ve her bir günümü gidip onu bulmak için ihtiyacım olan parayı biriktirmekle geçirmiştim. Dört yıl sonra, sonunda ortaya çıkıp kapısını çaldığımda beni tanıyabilecek mi diye merak ediyordum. O gün balina kemiğinden bıçağıyla kolumu parçalarken bana söylediklerini hatırlayıp hatırlamayacağını… Ama babam unutkan tiplerden değildi. Ben de öyle.
İKİ
BEŞ KURAL VARDI. BEŞ TANECIK.
Ve annemle gemi direklerine tırmanacak kadar büyüdüğümden beri onları babama sayardım. Lark’taki mum ışığıyla aydınlanan loş odasında, bir elinde tüy kalemi, diğer eli masanın üzerindeki yeşil çavdar viskisi bardağında beni izlerdi.
1. Bıçağını ulaşabileceğin bir yerde tut.
2. Asla ama asla kimseye borçlanma.
3. Hiçbir şey bedava değildir.
4. Bir yalanı daima bir gerçeğin üzerine kur.
5. Asla, hiçbir şart altında, senin için neyin ya da kimin önemli olduğunu açık etme.
Beni Jeval’de bırakıp gittiği günden beri Saint’in kurallarıyla yaşadım ve beni hayatta tuttular. Bir kez olsun arkasına dönüp bakmadan sahilden demir alırken bana bu kadarını bırakmıştı hiç olmazsa. Biz sahile yaklaşırken gök gürültüsü tepemizde homurdandı, gökyüzü kararıyor ve hava bir fırtınanın fısıltısıyla uyanıyordu. Dalgaların şeklini izleyerek ufku inceledim. Marigold yola çıkacaktı ama eğer fırtına kötüyse Bariyer Adalar’a sabah varması mümkün değildi. Ve eğer orada olmazsa ticaret de yapamazdı. Koy’un kara gözleri kucağımdaki abalon ağına takıldı, resiften çıkardığım pirit çantası da kabuklardan birinin içinde saklıydı. Bir zamanlarki o aptal kız değildim artık. Çantamı diğer tarakçılar gibi alet kemerime asmanın, onlara çantayı kemerimden kesip almaları için davetiye çıkarmaktan başka bir işe yaramayacağını çabuk öğrenmiştim. Ve bu konuda yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Fiziksel güç bakımından onlara denk değildim, bu yüzden son vurgunum benden çalındığından beri değerli taşları ve paraları içi temizlenmiş balıkların ve abalonların içine saklıyordum. Bileğimdeki yara izini sanki bir ağaç köküymüş gibi parmağımın ucuyla kolumun iç tarafından dirseğime kadar izledim. Uzun zamandır beni adada sağ tutan buydu. Jevalliler batıl inançlının önde gidenleriydi ve hiç kimse böyle bir yara izi olan bir kıza el sürmek istemiyordu. Saint beni terk ettikten sadece birkaç gün sonra, Fret adında yaşlı bir adam deniz iblisleri tarafından lanetlendiğim dedikodusunu limana yaydı. Sandal yavaşladı ve ayağa kalkıp omzuma attığım ağla kenara sıçradım. Sığlıklardan çıkarken Koy’un gözlerini üzerimde, fısıltısının derinden gelen boğukluğunu sırtımda hissedebiliyordum. Jeval’de, ucunda para olan bir dolap çevrilmediği sürece her koyun kendi bacağından asılırdı. Ve Koy’un yaptığı da tam olarak buydu – dolap çevirmek. Kıyı boyunca sırta doğru yürüdüm, beni takip eden herhangi biri olursa gölgesini yakalayayım diye uçurumun dik yüzünü gözlüyordum. Deniz alacakaranlıkta menekşe rengine büründü ve güneş batarken son ışık huzmesi suyun yüzeyinde dans etti. Nasırlı parmaklarım siyah iri kaya parçasının tanıdık gediklerini buldu ve diğer tarafa vuran deniz suyu serpintisi yüzüme çarpana kadar kendimi yukarı çekerek tırmandım. Resife bağladığım halat aşağıdaki suda gözden kayboldu. Çatlak abalon kabuğunu ağımdan aldım ve ciğerlerimi havayla doldurup kalkmadan önce gömleğimden içeri attım. Bir dalganın çarpmasıyla su yükselir yükselmez sırttan denize atladım. Hava her dakika daha da kararıyordu ama halatı yakaladım ve tutamların deniz yüzeyinden, kalın, dalgalanan kurdelemsi iplikler gibi yükseldiği yosun ormanının gölgesine kadar takip ettim. Aşağıdan, yaprakları suyu yeşile döndüren altın bir çatıya benziyordu. Ben aşağı doğru yüzerken balıklar sudaki sarmaşıkların arasından dağıldı ve resif köpekbalıkları peşlerine düşüp akşam yemekleri için avlandılar. Koy balık tutmama izin verilen pek az yerden biriydi çünkü dalgalı su diğer tarakçıların kullandığı sazdan tuzakların tek parça hâlinde kalmasını zorlaştırıyordu. Ama babamın denizcisinden öğrendiğim örme sepetten tuzak, dalgaların vuruşuna dayanabilirdi. Kalın halatı yumruğumun etrafına dolayıp çektim ama akıntının ittirmesiyle aşağıdaki kayaların arasına sıkışmış olduğu için gelmedi. Ayaklarım sepetin üstüne indi ve taşa yaslanıp kalın alüvyonun içine yarı gömülü olduğu yerden tekmeleyerek sepeti çıkarmaya çalıştım. Yerinden oynamayınca daldım ve parmaklarımı örgüden tepesine sıkıca geçirerek, halka kopup da beni arkamdaki sert kaya levhasına çalana kadar asıldım. Ben daha kapatamadan, oluşan açıklıktan bir levrek sıyrılıp gitti ve sesimin yankısı suda kaybolurken arkasından lanetler yağdırarak yüzüp gidişini izledim. Diğeri de kaçıp gitmeden kırık kapağı göğsüme yasladım ve bir kolumu tuzağın etrafına doladım. Halat beni deniz tabanından yukarı çıkardı ve gölgelerde gizli pürüzlü çıkıntıya ulaşana kadar onu takip ettim. Yosunla mühürlediğim taşı gevşetmek için keskimi kullandım ve taş elime düşünce bir deliği açığa çıkardı. İçeride, son iki hafta boyunca topladığım pirit, kırık bir cam gibi parlıyordu. Adadaki nadir zulalarım içinde henüz bulunmamış olanlardan biriydi bu. Yıllardır bu küçük koya balık tuzaklarımı salıyordum ve burada daldığımı gören biri avımla çıktığımı da görürdü. Hazinemi buraya sakladığımı düşünenler olsa bile onu bulamazlardı. Kemerimdeki kese piritle dolduğunda taşı yenisiyle değiştirirdim. Bacaklarımdaki kaslar yanmaya başlamıştı bile, saatler süren dalıştan yorulmuştum ve son kuvvetimi kendimi suyun yüzeyine itmek için kullandım. Gece havasını kana kana içime çekerken bir dalga vurdu ama beni dibe geri çekmeden önce kendimi çıkıntıya doğru ittim. Bir kolumla ağırlığımı yukarı çekip kuma uzandım ve soluklandım. Yıldızlar çoktandır tepeden göz kırpıyordu ama fırtına Jeval’e doğru hızla yaklaşıyordu ve rüzgârdan aldığım kokuya bakılırsa uzun bir gece olacaktı. Rüzgârlar uçurumdaki kulübemi tehdit ediyordu ama piritimi ya da paramı üzerimde taşımak zorunda kalmışken zaten uyuyamazdım. Daha evvel ben uykudayken kampım altüst edilmişti, bu riski alamazdım. Çırpınan balığı gömleğimin içine soktum ve bozulmuş tuzağı omzumun üzerinden atıp sırtıma astım. Ağaçların üzerine karanlık çöktü ama ay ışığında yolumu buldum; dik kayalığa doğru kıvrılana kadar patikayı takip ettim ve yol dikleştikçe eğime uydum. Toprak aniden pürüzsüz bir kayada son bulunca ellerimle ayaklarımı oyduğum deliklere yerleştirip tırmandım. Bir kere bacağımı tepeye atınca kendimi yukarı çekip arkamdaki yola baktım. Yol boştu; ağaçlar esintiyle nazikçe sallanıyor ve ışık serin kumun üzerinde dans ediyordu. Kalan kısmı koştum, ta ki düz zemin yerini aniden epey aşağıdaki sahile bırakana dek. Uçurum, karanlıkta görünmeyen Bariyer Adalar’a bakıyordu ama gece için demirleyen gemilerin direklerinden sallanan birkaç fenerin parıltısını seçebildim. Geri dönmeyeceğini söylemiş olmasına rağmen, her sabah oturup babamın gemisinin geri dönmesini beklediğim yerdi burası. Ona inanmam iki yılımı almıştı. Tuzağı ateş çukurunun yanına bıraktım ve kemerimi çözdüm. Kollarımı uçurumdan sarkan kalın ağaç gövdesine doladığım sırada rüzgâr hızlandı ve vücudumu yavaşça kıpırdatarak kendimi yukarı çektim. Zemin altımdan kaydı ve en az otuz metre aşağıda bulunan kıyıya baktım. Gece dalgaları kumun üzerinde beyaz beyaz köpürüyordu. Tarakçıların çoğu, ağaca dalları çatlatmadan ve kendi ölümlerine uçmadan tırmanamayacak kadar ağırdı. Ben bile bir iki kere az kalsın düşüyordum.
Yeterince yaklaşınca iki şişkin dalın birleşim yerindeki oyuğa uzandım. Parmaklarım keseyi buldu ve aşağı inmeden önce kolumu geriye doğru savurup yere düşürdüm. Ateşimi yaktıktan sonra balığı şişe geçirip patikaya bakan kayalıklarda rahat bir oyuğa yerleştim. Biri gözetlemeye gelirse, o beni görmeden ben onu görürdüm. Sadece sabaha kadar dayanmam gerekiyordu. Keseyi sallayınca paralar şıngırdadı ve yumuşak kuma döküldü. Ben onları sayar ve önüme düzenli yığınlar hâlinde dizerken yüzleri ay ışığında parıldıyordu. Kırk iki bakır. Kayıklar için harcayacağım miktardan sonra on sekiz bakıra daha ihtiyacım olacaktı, böylelikle West’le pazarlık yapmaya yetecek bakırım olacaktı. Saint’in izini bulana kadar karnımı doyurmak ve barınmak için küçük bir miktar bile ayırmıştım. Yere uzandım ve balık ateşte çıtırdarken bacaklarımı uçurumun kenarından sallandırıp ayı izledim. Tepemde asılı duran süt beyazı, mükemmel bir hilaldi. Jeval’e özgü tuzlu, selvi kokulu havayı içime çektim. Adadaki ilk gecemde sahilde uyumuş, çadırların yanan ateşlerin etrafına yerleştirildiği ağaçlığa gitmeye çok korkmuştum. Bir adam ceketimi yırtıp ceplerimde para ararken uyanmıştım. Hiçbir şey bulamayınca beni soğuk kumlara geri bırakıp uzaklaşmıştı. Sığlarda ne zaman balık tutsam, birisinin benden yakaladıklarımı almak için sahilde bekleyeceğini anlamam günlerimi aldı. Yiyecek peşinde koşacak güvenli yerler bulana dek neredeyse bir ay boyunca yosun yedim. Neredeyse bir yıl sonra, başkalarının avlarını temizleyerek ve palmiye ipi satarak, artık dalamayacak kadar yaşlanmış olan Fret’in tarama takımlarını alacak kadar para biriktirebilmiştim. Fırtına rüzgârları eserken dalgalar aşağıda öfkeyle çarptı ve bir anlığına acaba bunu özler miyim diye düşündüm. Jeval’de benim bir parçam hâline gelen bir şey olup olmadığını. Ayağa kalkıp ağaçların tepelerinin karanlıkta dalgalı sular gibi hareket ettiği, gecenin örttüğü adaya baktım. Benim için bir hapishane olmasaydı buranın güzel olduğunu bile düşünebilirdim. Ama asla buraya ait olmamıştım.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Fantastik Roman (Yabancı)
- Kitap AdıFable
- Sayfa Sayısı280
- YazarAdrienne Young
- ISBN9786257550895
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİthaki Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Karamazov Kardeşler ~ Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Karamazov Kardeşler
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Küçük bir Rus köyünde toprak sahibi olan Fedor Pavloviç Karamazov’un dehşetli, esrarengiz ölümü, kısa sürede yalnız yaşadığı beldenin değil bütün Rusya’nın ilgiyle takip ettiği...
- Yabancı ~ Claudia Durastanti
Yabancı
Claudia Durastanti
Her ailenin kendi mitolojisi vardır, ancak bu ailede mitlerin hiçbiri birbiriyle uyuşmuyor. Claudia’nın annesi, babasıyla onu köprüden atlamaktan alıkoyduğunda tanıştığını söylüyor. Babası ise annesini...
- Kağıt Kız ~ Guillaume Musso
Kağıt Kız
Guillaume Musso
Kitapları dünyada 10 milyonun üstünde satılan ve 33 dile çevrilen Fransa’nın en çok satan yazarı Musso’dan soluk soluğa okuyacağınız sıra dışı bir roman… “Fırtınalı...