Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Efsane
Efsane

Efsane

Adrienne Young

TEHLİKELİ ANLAŞMALAR BEKLENMEDİK İTTİFAKLAR GÖMÜLÜ KALMASI GEREKEN SIRLAR Marigold’un Saint’ten kurtulmasıyla mürettebat yeni bir başlangıca yelken açmak üzereydi. Ancak Fable, babasının en büyük düşmanı…

TEHLİKELİ ANLAŞMALAR

BEKLENMEDİK İTTİFAKLAR

GÖMÜLÜ KALMASI GEREKEN SIRLAR

Marigold’un Saint’ten kurtulmasıyla mürettebat yeni bir başlangıca yelken açmak üzereydi. Ancak Fable, babasının en büyük düşmanı Zola tarafından kaçırılınca bu özgürlükleri kısa sürecekti. Fable kendi gemisine dönmek istiyorsa, Zola’nın denizlerin en güçlü mücevher tüccarı Holland’la bir anlaşma yapmasına yardımcı olmak zorundaydı.

West ona ulaşmak için ellerini kirletmekten çekinmezken, Fable kimsenin kazanamayacağı bir oyunun derinliklerine çekiliyordu. İhanet ve aldatmacaların hüküm sürdüğü bu dünyanın gerçek yüzünü gördüğünde, annesinin sırlarının aslında ne kadar ölümcül olduğunu öğrenecekti.

Özgürlük çok güçlü bir yanılsamaydı ancak sevdiklerini kurtarıp evine dönmek istiyorsa, denizin çağrısına kulak vermesi ve her şeyi riske atması gerekecekti.

“Sınır tanımayan bir hayal gücüyle kurulmuş bir denizcilik dünyası… Fable’ın hayranları bu hikâyenin kapanışına bayılacaklar.” —Kirkus

“Marigold’un güvertesine Fable’la birlikte atlayanları sonunda tatmin edecek, heyecanlı ve hız kesmeyen bir yolculuk. Bu seri hakkında sevilecek çok şey var. Dur durak bilmeyen temposu her sayfada nefesinizi kesecek.” —Culturess

“İlk kitabın hayranları, acımasız suçlular ve zorlu maceralarla dolu bu denize özgü dünyadan ayrılmak istemeyecekler. Erdemleri ve tüm kusurlarıyla birbirlerine sadık Fable ve West ile mürettebatı çok özlemişiz.” —BCCB

“Büyüleyici bir genç yetişkin fantastik serisine nefes kesen bir kapanış.” —Young Adults Books Central

GİRİŞ

İLK DALIŞIMI IİLK ÇAVDAR VİSKİM İZLEDİ. Annemin siluetinin ardından, suyun yüzeyinde dalgalanan ışık birikintisine doğru yüzerken deniz değerli taşların sesiyle doldu. Tarama kemerinin ağırlığına karşı çırptığım bacaklarım yandı ama Isolde resiflere ilk inişimde bile kemeri takmam için ısrar etmişti. Yüzümü buruşturdum, kalbim ağrıyan göğsümde hızla çarpıyordu ve ışıldayan gökyüzünün altında yüzeye çıktım. Gözlerim yeniden odaklandığında gördüğüm ilk şey, Lark’ın tırabzanına dirseklerini yaslamış iskele tarafına bakan babam oldu. Yüzünde nadiren görülen o gülücüklerinden biri vardı. Mavi gözlerini çakmaktaşı gibi parlatan o gülücük. Annem beni suda sürükledi, merdivenin en alt basamağına yetişmem için kaldırdı ve ben de soğuktan titreyerek tırmandım. Saint yukarıda bekliyordu, ona yaklaşır yaklaşmaz beni kollarına aldı. Sonra ellerimden ve saçlarımdan deniz suyu damlarken beni güverte boyunca taşıdı. Eğilerek dümencinin odasına girdik ve Saint yatağının üzerindeki yorganı kaldırdı, beni yatağa yatırarak baharatlı sığırkuyruğu kokan yorganla iyice sarmaladı. Hemen sonra annem kapıdan girdi ve onun, babamın zümrüt yeşili bardaklarından birini çavdar viskisiyle doldurmasını izledim.

Babam bardağı masasının ortasına koydu ve ben de aldım, bardağı çevirdim ki güneş ışığı kırılıp yüzeyinde parlasın. Saint bekledi, ben bardağı dudaklarıma götürüp çavdar viskisini bir yudumda içerken bıyığının bir tarafı bir sırıtışla kalktı. Boğazımdaki yanma hızla mideme kadar indi ve nefes almaya çalışarak tısladım. Annem o zaman, gözlerinde daha önce hiç görmediğim bir duyguyla bana baktı. Saygı. Sanki aynı zamanda hem harika hem de üzücü bir şey olmuştu. Gözlerini kırpıştırdı, beni Saint’le arasına çekti ve ben de oraya gömüldüm, sıcaklıkları bana kendimi yeniden çocuk gibi hissettirdi. Ama artık Lark’ta değildim.

BİR

GÜVERTEYE ÇARPAN BİR MAKARANIN SESİYLE GÖZlerimi kırpıştırdım ve aniden etrafımdaki bembeyaz dünya hızla geri geldi. Tahtanın üzerindeki ayak sesleri. Güvertenin kıç tarafındaki gölgeler. Ana direğe çekilen yelkenlerin dalgalanışı. Güneş ışığının parıltısına karşı gözlerimi kısıp sayarken başımdaki ağrı şiddetini artırdı. Luna’nın mürettebatı, büyük bir kısmı muhtemelen Sukenarı serserilerinden oluşan en az yirmi kişiydi. Güvertenin altında tayfadan bir iki kişi olmalıydı ya da dümenci odasında saklanmışlardı. Gemisinde uyandığımdan beri Zola’yı görmemiştim; batı ufkunda güneş dayanılmaz bir yavaşlıkla batarken zaman çok ağır akıyordu sanki. Geçitte bir kapı çarptı ve dişlerimi sıkınca çenemdeki ağrı nüksetti. Clove’un ağır adımları güverteyi boylu boyunca geçerek dümene doğru ilerledi. Bakışları parlayan ufka kilitlenirken, sert elleri dümenin ucunu buldu. Babamın seyrüsefercisini en son dört yıl önce, Saint’le birlikte kayığı Jeval’in sığ sularına çekip beni sahilde bıraktığı gün görmüştüm. Ama yüzünü biliyordum. Onu nerede olsa tanırdım çünkü hemen hemen her anımda o da vardı. Lark’a dair, aileme dair anılarımda. Geçmişin en eski, en kırık parçalarında bile oradaydı.

Clove onu ilk gördüğümden beri bana pek fazla bakmamıştı ama çenesini kaldırıp bakışlarını başımın üstünde gezdirme biçiminden kim olduğumu gayet iyi bildiğini görebiliyordum. O, annemle babam haricinde tek ailemdi ve Lark’ın Fırtına Kapanı’nda battığı gece hayatımı kurtarmıştı. Ama babamla birlikte Jeval’den uzaklaşırken dönüp arkasına bile bakmamıştı. Üstelik benim için geri de dönmemişti. Saint’i Ceros’ta bulduğumda ve bana Clove’un gittiğini söylediğinde, onu Dar Boğaz’ın derinliklerindeki alüvyonların üzerine serilmiş bir kemik yığını olarak hayal etmiştim. Ama işte buradaydı, Luna’nın seyrüsefercisiydi. Onu incelerken bakışlarımı hissedebiliyordu; belki de aynı hatıra dikkatle gömdüğü yerde yeniden canlanıyordu. Omurgasını dimdik tutuyordu, soğuk ifadesinde hafif bir cansızlık vardı. Ama bana bakmıyordu; dolayısıyla hâlâ hatırladığım Clove mu yoksa bambaşka birine mi dönüştü, bilmiyordum. Bu ikisi arasındaki fark hayatıma mal olabilirdi. Direğin önünde bir çift çizme durdu ve o sabah gördüğüm kadının yüzüne baktım. Saman rengi saçları alnında uçuşurken bir kova suyu yanıma bırakıp kemerinden bıçağını çekti. Çömeldi ve ellerime uzanırken güneş ışığı bıçağın üzerinde parladı. Ondan uzaklaştım ama halatları ileri doğru çekti ve soğuk demir bıçağı bileğimdeki tahriş olmuş deriye dayadı. Beni çözüyordu. Hareketsiz kalarak etrafımızdaki güverteyi izledim, ayaklarımı dikkatlice altımdan çıkarırken aklım hızla çalışıyordu. Bıçağı bir kez daha çekince bileklerim serbest kaldı. Ellerimi kurtardım, parmaklarım titriyordu. Bakışlarını üzerimden çeker çekmez keskin bir nefes aldım ve öne doğru atıldım. Ona çarpmamla birlikte kadının gözleri fal taşı gibi açıldı, güverteye sert bir şekilde düştü ve başı tahtaya çarptı. Kadının ağırlığını sancak tarafındaki halat bobinine vererek bıçağa uzandım. Bize doğru koşanların ayak sesleri arasında arkamdan pes bir ses duydum. “Durun. Bırakın içini boşaltsın.” Mürettebat dondu, omzumun üzerinden baktığım anda kadın altımdan yuvarlandı ve çizmesinin topuğuyla yan tarafıma vurdu. Bir hırıltı çıkardım ve bileğini yakalayana kadar ona doğru süründüm. Ben bileğini çıpayı indiren demir kranka çarparken kadın beni tekmelemeye çalıştı. Elini tekrar tekrar demire vururken derisinin altındaki küçük kemiklerin çatladığını hissedebiliyordum. Sonunda bıçak elinden düştü. Üzerine tırmanıp bıçağı kaptım ve dönüp sırtımı tırabzana yasladım. Titreyen bıçağı önümde kaldırdım. Etrafımızda sadece su vardı. Görebildiğim kadarıyla herhangi bir yönde kara yoktu. Aniden göğsüm boşalıyor, kalbim batıyormuş gibi hissettim. “Bitti mi?” Ses tekrar yükseldi ve tüm kafalar geçide döndü. Luna’nın dümencisi elleri cebinde öylece dikiliyordu. Belli ki elimde bıçakla mürettebatından birinin başında durduğumu görmekten en ufak bir endişe duymuyordu. Zola diğerlerinin arasından geçerken gözlerinde, Ceros’taki meyhanede de gördüğüm o neşeli parıltı vardı. Yüzü alaycı bir gülümsemeyle aydınlanmıştı. “Onu temizle dedim, Calla.” Bakışları ayağımın dibindeki kadına kaydı. Kadın, mürettebatın gözleri üzerindeyken öfkeyle bana baktı. Şimdiden iyice şişmiş olan kırık elini kaburgalarının hizasında tutuyordu. Zola, ağır ağır dört adım atıp elini cebinden çıkardı. Çenesiyle bıçağı işaret ederken elini bana doğru uzattı. Ben kıpırdamayınca gülümseyişi daha da genişledi. Diğer eli havalanıp boğazımı bulmadan önce bir anlığına geminin üzerine soğuk bir sessizlik çöktü. Beni tırabzana çarparken parmakları boğazımda kenetlendi ve ben nefes alamaz hâle gelene kadar sıktı. Ağırlığı, ben geminin yan tarafından sarkana ve çizmelerimin uçları güverteden havalanana kadar öne kaydı. Arkasındaki kafalar arasında Clove’un dağınık sarı saçlarını aradım ama orada değildi. Neredeyse geriye düşecekken bıçağı bıraktım. Metal, keskin bir çınlamayla güverteye çarparak ahşabın üzerinde sekip ulaşılamayacak bir mesafeye gitti. Calla bıçağı alıp kemerine soktu ve Zola’nın eli beni ânında bıraktı. Halatların üzerine yığıldım ve nefes almaya çalıştım. “Onu temizle,” dedi tekrar. Zola dönüp gitmeden önce bana bir kez daha baktı. Sonra diğerlerini geçip Clove’un yüzünde kayıtsız bir ifadeyle yaslandığı dümene doğru yürüdü. Calla sağlam eliyle beni kolumdan çekti ve su kovasının hâlâ pruva direğinin yanında durduğu baş tarafa doğru itti. O, kemerinin arkasından bir bez çıkarırken mürettebat işe geri döndü. “Çıkar şunları.” Kıyafetlerime bakarak tükürdü. “Hemen.” Yüzümü pruvaya dönerek gömleğimi çekip çıkarmadan önce gözlerim onun arkasında çalışan güverte tayfasına kaydı. Calla yanıma çömeldi, bezi bir kalıp sabuna sürttü ve köpürene kadar kovaya batırdı. Kumaşı sabırsızlıkla bana uzattı ve ben de kollarımı köpüklü bezle silerken mürettebatın bana yönelmiş bakışlarını görmezden geldim. Kurumuş kan, suyu pembeye çevirdikten sonra tenimden akıp güverteye, ayaklarımın dibine damladı. Kendi tenimin verdiği his, West’in kamarasındaki anıyı canlandırdı, benimkinin üzerine bastırdığı sıcaklığını. Gözlerime tekrar yaşlar hücum etti ve burnumu çekerek gözyaşlarımı bastırırken beni boğmak üzere olan anıları zihnimden uzaklaştırmaya çalıştım. Onun yatağında uyandığımdaki sabahın kokusunu. Gri ışıkta yüzünün görünüşünü ve nefesinin üzerimde bıraktığı hissi. Rehincide takas ettiğim yüzüğü hatırlayarak boğazımın hemen altındaki oyuğa uzandım. Onun yüzüğü. Gitmişti. West kamarasında tek başına uyanmıştı. Muhtemelen pruvada beklemiş, limanı izlemiş ve ben gelmeyince belki de beni bulmak için Dern’e gitmişti. Luna’ya sürüklendiğimi gören var mıydı bilmiyordum. Varsa bile gördüklerini kimseye söyleyeceklerini snamıyordum. West’e göre fikrimi değiştirmiş olmalıydım. Rıhtımdaki bir tüccara Ceros’a dönüş için ödeme yaptığımı düşünüyor olmalıydı. Ama öyle olsa parayı vurgundan alırdım, diye mantık yürüttüm. İnanmak istediğim olasılığın dışında kalan her olasılığı elemeye çalışıyordum. West beni arardı. Peşime düşerdi. Ama düşmesi daha da kötü sonuçlar doğururdu. Marigold’un dümencisinin gölgede kalan tarafını görmüştüm ve karanlıktı. Alevden ve dumandan ibaretti. Onu tanımıyorsun. Saint’in o sabah meyhanede söylediği sözler içimde yankılandı. Belki de West ve Marigold’un mürettebatı, Saint’le ve benimle olan bağlarını keserdi. Kendi yollarını çizmeye koyulurlardı. Belki de West’i gerçekten tanımıyordum. Tam anlamıyla tanıdığım söylenemezdi. Ama babamı tanıyordum. Ve ne tür oyunlar oynadığını biliyordum. Kendimi daha da sert ovalarken tuzlu su tenimi yaktı. İşim bittiğinde Calla yeni bir pantolonla beni bekliyordu. İpleri belimin üzerinden çekip kaymamaları için düğümlediğimde de bana temiz bir gömlek fırlattı. Saçlarımı topuz yaparken beni izledi ve tatmin olunca kıç güvertesinin altındaki geçide döndü. Peşinden gitmemi beklemedi, Clove’u geçerek dümencinin odasına gitti. Ama benim adımlarım Clove’un gölgesine girdiğim anda durdu ve başımı kaldırıp kirpiklerimin arasından ona baktım. Güneş vuran yüzünü incelerken, onun Clove olduğuna dair son şüphe kırıntısı da ortadan kayboldu. Söylemek istediğim her şeyin öfkesi dilimi yaktı ve içimde gittikçe kabaran çığlık atma isteğini bastırdım. Clove’un dudakları bıyığının altında büzüldü, sonra yanındaki masanın üzerinde duran seyir defterine uzanıp nasırlı parmağını sayfanın üzerinde gezdirdi. Belki ben onu gördüğüme ne kadar şaşkınsam, o da beni gördüğü için o kadar şaşkındı. Belki ikimiz de Zola’nın West’e açtığı savaşın içine sürüklenmiştik. Anlamadığım şey, Clove’un burada, babamın her şeyden çok nefret ettiği kişinin yanında olmasıydı. Yazdığı şeyi bitirdi ve defteri kapadı, dümeni hafifçe ayarlarken gözleri ufka geri döndü. Ya bana bakmaya utanıyordu ya da birinin görmesinden korkuyordu. Hangisinin daha kötü olduğundan emin değildim. Benim tanıdığım Clove, bana elini sürdüğü için Zola’nın gırtlağını keserdi. “Hadi, tarakçı,” diye seslendi Calla, geçitte bir eliyle kapıyı açık tutarken. Onu ve güneş ışığını arkamda bırakarak Calla’yı takip etmeden önce bir kez daha Clove’a baktım. Soğuk karanlığa adım attım, uzuvlarıma yerleşen titremeye rağmen çizmelerim sabit bir ritimle tahta kalasları çiğnedi. Arkamda, engin deniz sonsuz bir mavilik içinde uzanıyordu. Bu gemiden kurtulmanın tek yolu Zola’nın ne istediğini öğrenmekti ama oynayacak kartım yoktu. Takas edilecek batık mücevher gemisi yoktu, beni içine düştüğüm beladan kurtaracak para ya da sır da yoktu. Ve Marigold beni kurtarmaya gelse bile, yalnızdım. Bu düşüncenin ağırlığı içimin derinliklerine battı, beni onunla birlikte kaybolmaktan alıkoyan tek şey öfkemdi. Clove’a bir kez daha bakarken göğsümü doldurarak kabarmasına izin verdim. Luna’ya nasıl geldiği önemli değildi. Saint’in yüreği böyle bir ihaneti bağışlamazdı. Benimki de öyle. Babamı hiç o anki kadar içimde hissetmemiştim ve bu beni korkutmak yerine, ayakta kalma hırsıyla doldurdu. Gücün o kuvvetli çekişi, ayaklarımı tıpkı bir zamanlar yaptığım gibi zemine demirledi. Ben sadece Jevalli bir tarakçı ya da Zola’nın West’le olan çekişmesinde kullanılacak bir piyon değildim. Ben Saint’in kızıydım. Ve Luna’dan ayrıldığımda, bu ekipteki piçlerin her biri bunu öğrenmiş olacaktı.

İKİ

DÜMENCİNİN KAMARASININ KAPISI KÜL RENGİ BİR ağaçtandı; üzerine Luna’nın armasının yakılarak işlenmişti. Üç çavdar sapının kucakladığı bir hilal. Calla kapıyı iterek açtı ve onun peşinden içeri girerken eski kâğıt ve gaz yağının nemli, bayat kokusu etrafımı sardı. Toz zerreleriyle dolu ışık kamarayı bir örtü gibi kaplıyor ve köşelerini gölgede bırakıyordu. Duvarlardaki lekenin düzensiz rengi geminin yaşını ele veriyordu. Yaşlı ve güzeldi. Kamaranın her detayında zanaatkârca bir dokunuş vardı. İçerisi büyük oranda boştu ama Zola’nın başında oturduğu uzun bir masanın etrafına dizilmiş saten kaplamalı sandalyelerle bölünen bir boşluktu bu. Yemekle dolu gümüş tepsiler ve yaldızlı şamdanlar masanın ortasına düzgünce yerleştirilmişti. Işık, parıldayan sülün butlarının ve kabukları kararmış fırın enginarların, gelişigüzel yerleştirilmiş zengin sofranın üzerinde dans ediyordu. Zola, kâselerden birinden yuvarlak bir peynir alıp tabağının kenarına koyarken başını kaldırmadı. Titreşen mum ışığını Zola’nın üzerinde asılı olan paslı bir avizeye kadar takip ettim. Yumuşak bir gıcırtıyla çengelinde sallandı, kristal süslerin çoğu kayıptı. Tüm bu sahne fakir bir adamın zenginlik gösterisinden ibaretti ama Zola bundan utanmış gibi görünmüyordu pek. Damarlarındaki Dar Boğaz kanıydı bu, gururu o kadar yoğundu ki aldatmacasını itiraf etmektense içinde boğulurdu. “Sanırım sana henüz Luna’ya hoş geldin diyemedim, Fable.” Zola bana baktı, ağzı sert bir çizgi hâlindeydi. Birkaç dakika önce ellerini boğazıma doladığı noktanın yandığını hissedebiliyordum hâlâ. “Otur.” Masanın üzerindeki inci kaplama bıçak ve çatalı alıp sülünü dikkatlice kesti. “Ve lütfen çekinme. Aç olmalısın.” Açık kepenklerden esen rüzgâr masasının üzerine serili haritalara ulaşınca kâğıtların yıpranmış kenarları titreşerek canlandı. Neyin peşinde olduğuna dair herhangi bir ipucu bulmak için kamaraya baktım. Gördüğüm diğer dümenci kamaralarından hiçbir farkı yoktu. Zola da niyetini hiç belli etmiyor, şamdanların üzerinden beklentiyle beni izliyordu. Masanın diğer ucundaki sandalyeyi yerde sürüyerek sertçe çekip oturdum. Memnun görünüyordu, dikkatini tekrar tabağına çevirdi. Sülünün suyu ortada birikmeye başlayınca gözlerimi başka yöne çevirdim. Yemeğin tuzlu kokusu midemin bulanmasına sebep oluyordu ama birkaç gün sonra oluşacak açlığın yanında bu hiçbir şeydi. Calla’ya çıkmasını işaret ederek bakarken çatalını önündeki et parçasına sapladı. Kadın odadan çıkmadan önce bir baş selamı verdi ve kapıyı arkasından kapadı. “Karadan, suya atlayarak şansını deneyemeyeceğin kadar uzakta olduğumuzu kabullendiğini sanıyorum.” Sülün parçalarını ağzına atıp çiğnedi. Kesin olarak bildiğim tek şey, güneybatıya yelken açtığımızdı. Çözemediğimse nereye doğru gittiğimizdi. Dern, Dar Boğaz’ın en güneydeki limanıydı. “Nereye gidiyoruz?” dedim sırtımı dikleştirip sesime hâkim olarak. “İsimsiz Deniz.” Cevabı çok kolay verdi, sanki bunu yapmanın hiçbir bedeli yokmuş gibi. Ânında gerildim. Ama şaşkınlığımı gizleyemedim ve Zola bir parça peyniri çatalına saplayıp parmaklarının arasında çevirirken bu manzaradan memnun görünüyordu. “İsimsiz Deniz’e gidemezsin,” dedim dirseklerimi masaya dayayıp öne doğru eğilerek. Tek kaşını kaldırdı, konuşmadan önce lokmasını çiğnedi. “Yani insanlar hâlâ bu hikâyeyi anlatıyor, öyle mi?” Beni düzeltmediği gözümden kaçmadı. Zola, o sularda hâlâ aranan bir adamdı ve tahminimce Dar Boğaz’ın ötesindeki limanlarda ticaret yapma izni yoktu. “Ne düşünüyorsun?” Sırıttı. Sesi gerçekten öğrenmek istiyormuş gibi geliyordu. “West’le olan bu kavganın senin için neden kendi kellenden daha önemli olduğunu anlamaya çalışıyorum.” Başını eğdiğinde omuzları sarsıldı ve tam ağzına tıktığı peynir lokmasıyla boğulduğunu düşünmeye başlamıştım ki güldüğünü fark ettim. İsterik bir şekilde. Bir eliyle masaya vurdu, sandalyesine yaslanırken kıstığı gözleri ince yarıklara dönüştü. “Ah, Fable, bu kadar aptal olamazsın. Bunun West’le ilgisi yok. Ya da gizlice emrinde çalıştığı o piçle.” Fırlattığı bıçak tabağa çarpınca sıçradım. Yani West’in Saint için çalıştığını biliyordu. Belki de kan davasını başlatan şey buydu. “Doğru. Marigold’un ne olduğunu biliyorum. Aptal değilim.” Elleri sandalyenin kolçaklarına gitti. Kasıldım, rahat tavrı ortada göremediğim daha büyük bir tehdit varmış gibi bir his bırakıyordu. Fazla sakindi. Fazla kendine hâkim. “Mevzu sensin.” Tüylerim diken diken oldu. “Bu ne demek oluyor?” “Kim olduğunu biliyorum, Fable.” Sesi alçaktı. Sadece içimde çalkalanan panik okyanusunda bir yankı. Nefesim kesildi, kaburgalarımın arkasına bir halat geçirilmiş de sıkıldıkça sıkılıyormuş gibi bir his vardı. Haklıydı. Aptallık etmiştim. Zola, Saint’in kızı olduğumu biliyordu çünkü onun seyrüsefercisi Dar Boğaz’da bunu bilen üç kişiden biriydi. Bu bir tesadüf olamazdı. Eğer bu doğruysa, Clove sadece Saint’e ihanet etmemişti. Anneme de ihanet etmişti. Clove’un böyle bir şey yapabileceği aklımın ucundan bile geçmezdi. “Gerçekten aynı ona benziyorsun. Isolde’ye.” Annemden bahsederken sesindeki o yakınlık midemi bulandırdı. Saint, Isolde’nin onun yanına gelmeden önce Luna’nın tayfasında çalıştığını söylediğinde pek inanmamıştım. Bastian’dan ayrılıp Lark’a katılması arasında geçen zaman hiç yaşanmamış gibi bana o günlerden hiç bahsetmemişti. Zola ve babam o zamandan beri düşmandı. Tüccarlar arasındaki savaş hiç bitmeyen bir savaştı ama Zola sonunda gidişatı değiştirebilecek bir silah bulmuştu. “Nereden biliyorsun?” diye sordum onu dikkatle izleyerek. “Seyrüsefercimi tanımıyormuş gibi mi yapacaksın?” Buz gibi bakışlarımı yakaladı. “Saint çok köprü yaktı, Fable. İntikam güçlü bir motivasyondur.” Yavaşça nefes alıp ağrıyan göğsümü nemli havayla doldurdum. Küçük bir parçam onun bunu inkâr etmesini istemişti. Aklımın bir parçası, Clove’un ona söylememiş olmasını umuyordu. “Kim olduğumu biliyorsan, Saint’in bunu öğrendiğinde seni öldüreceğini de biliyorsun,” dedim sözlerimin doğru olmasını dileyerek. Zola omuz silkti. “Çok uzun süre ayağıma dolanamayacak.” Sesi kendinden emin geliyordu. “Bu da beni neden burada olduğuna getiriyor. Bir konuda yardımına ihtiyacım var.” Arkasına yaslandı, ekmeğe uzanıp bir parça kopardı. Kabuğa kalın bir tereyağı tabakası sürmesini izledim. “Yardımıma mı?” Başını salladı. “Aynen öyle. Ancak o zaman o zavallı mürettebata ya da Ceros’ta yerleşmeyi planladığınız deliğe geri dönebilirsin.”

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Son Miras ~ Adrienne YoungSon Miras

    Son Miras

    Adrienne Young

    “Tüm hayatımı hiçbir yere ait olmadan geçirmiştim ve bu değişmek üzereydi.” Bryn Roth, on sekizinci yaş gününde dayısı Henrik’ten gelen bir mektupla hayatını tamamen...

  2. Fable ~ Adrienne YoungFable

    Fable

    Adrienne Young

    Hırsızlarla Dolu Bir Ada Gizemli Bir Mürettebat Yazgısı Tenine Kazınmış Bir Kız Dar Boğaz’daki en güçlü tüccarın kızı olan Fable’ın bildiği tek yuva denizdi....

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Gölün Sırrı ~ Jenny ErpenbeckGölün Sırrı

    Gölün Sırrı

    Jenny Erpenbeck

    Brandenburg’da bir göl kıyısında genç bir mimar hayallerinin evini inşa eder. Ne var ki ev bireysel felaketler, siyasal çalkantılar ve ideolojik dönüşümlerle gölgelenen şiddet...

  2. Ben, Kirke ~ Madeline MillerBen, Kirke

    Ben, Kirke

    Madeline Miller

    NPR, Washington Post, Buzzfeed, People, Time, Amazon, Entertainment Weekly, Bustle ve Newsweek’e göre Yılın En İyi Kitabı Goodreads okurlarına göre 2018’in En İyi Fantastik...

  3. Yaratıcı Eylem: Bir Var Olma Biçimi ~ Karl DeisserothYaratıcı Eylem: Bir Var Olma Biçimi

    Yaratıcı Eylem: Bir Var Olma Biçimi

    Karl Deisseroth

    İnsanlar arasındaki fiziksel veya düşünsel her temasın zihindeki karmaşık örgüde nasıl iz bıraktığını ve duyguların hem biyolojik hem de evrimsel kökenlerini klinik hikâyelerle aydınlatan nefes kesici bir zihin yolculuğu....

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur