Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Adını Unutan Adam
Adını Unutan Adam

Adını Unutan Adam

Mehmet Eroğlu

Ölüdeniz, Şeria, Petra, kısa etek, esmer kız… Kimim ben? 18 yıl önce o sel yatağında kim geldi peşimden? İşkence… Kim gülüyor? Kim konuşuyor? “Sakın…

Ölüdeniz, Şeria, Petra, kısa etek, esmer kız… Kimim ben? 18 yıl önce o sel yatağında kim geldi peşimden? İşkence… Kim gülüyor? Kim konuşuyor? “Sakın Freud, Marx ve Einstein deme” “Dişlerim nerede?”… Önde köpekler, arkada aydınlatma mermilerinin ışığı altındaki askerler… Uzak topraklarda devrime inanan üç arkadaş…

Ölen, kalan ve direnen hayaller… Mehmet Eroğlu, belleğin, fedakârlığın ve unutmamanın romanını yazıyor. Dünyayı değiştirmek isteyenler ölümü yenerler, kahraman olurlar. Adını Unutan Adam, bir ’68 hikâyesi…

Hızlı, rahatsız edici, isyankâr ve hüzünlü… Adını Unutan Adam Gerçek hayat, yaşamak istediğimizle yaşadığımızın arasında kalandır, diyen yanılıyor. Gerçek hayat, köpeklerle aramızda giderek kısalan uzaklık; ve biz onun sonuna doğru koşuyoruz.

Unutmayanlar için…

“karışmış birbirine gecem ve düşüncem…”
– Şairi meçhul bir Filistin şiirinden

“Gökyüzünde başıboş bir aydınlatma fişeği, sağ tarafımda omzunu kaşıyıp duran Ali, solumda ise gecenin soğuğu vardı. Tarık!.. Hatırlıyorum; o, birkaç metre ötede yüzükoyun yatmış, tepenin eteklerinde İbranice çığlıklar atarak koşuşan askerleri gözetliyordu. İçkiyi işte ilk kez orada, burnumu gıdıklayan çöl bitkilerinin kokusunu duyduğumda düşünmeye başladım ve…” Boşalan kadehi, dolusuyla değiştirmesi için yıllardır peşimden ayrılmadan beni bir gölge gibi izleyen uşağa uzatıyorum. Kız, adamla aramda dakikalardır sürüp giden değiş tokuşu garipsemeyen yumuşak bir sesle, “Ve?” diyor. Uşağın elindeki kadehi alıp, acele etmeden cümlemi bitiriyorum: “Ve sonra hiç aklımdan çıkarmadım.” Kız, az önceki dinlendirici sesini bir yana bırakarak, sonuna yaklaştıkça incelen bir kahkahayla gülüyor; sonra, utanmış gibi elini ağzına götürerek, görgü sınırlarını aşmayan bir merakla soruyor: “İlk kez karşılaştığınız her kıza anlatır mısınız bunu?” Başımı kafatasımın içinde buharlaşan alkole teslim ederek sallıyorum: “Hayır, yalnız kıvırcık saçlı ve kısa etekli esmerlere.” Uşak boş kadehi doldurmak için havuzun başında toplanan kalabalığa doğru uzaklaşıyor, kız ise utanmış gibi elleriyle dizlerini örtüyor. Utangaçlığı şaşırtmıyor beni. Aksine, mutlu ediyor. Kadehi gözlerinin hizasına kadar kaldırıp onu selamlıyor, ardından bahçeyi araştırıyorum: Evet, buradaki en esmer, en kıvırcık saçlı kız o.

Üstelik on dört yıl önce Boğaz’a bakan hastanede ruhumu benden çalmaya kalkışan kadınınki kadar kısa bir etek var üzerinde. Kısa etekler; güzel dizleri olan kadınlar… Bunları düşünüyorum. Kız, düşüncelerimden habersiz, “İlginç birisiniz,” diyor. “İlginç!” “Güzel bir ev, harika bir manzara, yakınınızda böylesine eşsiz bir kumsal ve tabii bu parti…” Sözleriyle birlikte evi, denizi, bahçeyi dikkatle süzüyor. Bakışlarımı onunkilerin peşine takıp geceyi tarıyorum.

Alışkanlık her türlü güzelliğin düşmanıdır; bu ev de güzelliği de artık sadece bir alışkanlık benim için. Ama bunu ona söylemiyorum. Az sonra araştırıcı gözlerimiz yorulunca birbirimize dönüyoruz. Kısa, ama kışkırtıcı bir soru var dudaklarında: “Partiye neden sadece kadınları davet ettiniz?” Gülümseyerek düzeltiyorum: “Sadece kıvırcık saçlı, kısa etekli ve esmer olanları.” Kız, ona yakışan yapmacık bir şaşkınlıkla başını ve kendini geri çekiyor. “Buraya birlikte geldiğim kız, her yıl bir kez böyle bir davet verdiğinizi söyledi. Doğru mu?” “Doğru,” diyorum. “On dört yıldır her yaz, ağustosta bir gece kasabadaki bütün kızları buraya toplarım.” Bu kez sıra onda, “Sadece esmer olanları,” diye düzeltiyor. “Evet,” diyorum. “Sadece kıvırcık saçlı ve kısa etek giyen esmerleri.” Yine gülüyor.

Bazen gülmenin yarısı neşe, öteki yarısı da davettir. Davete –yarım olup olmadığına bakmadan– uyarak saçlarına dokunuyorum. Ürperiyor, ama geri çekilmiyor. Belki ona anlatabilirim. Evet, neden olmasın! Dakikalardır beynimi uyuşturan buhar kızgın bir lav gibi bedenime yayılırken, kız ölçülü sesiyle uyarıyor beni: “O kızıl saçlı kadın, az önce yanınızda duran.” Geriye dönüp bakmıyorum. Kimi kastettiğini biliyorum: Sevgili, sadık bekçim. Kız, “Galiba ötekileri bırakıp benimle ilgilenmenizden hoşlanmadı,” diyor. “O benim bekçimdir,” diyorum. Kız duraksıyor. ‘Bekçi’ sözcüğünün anlamını, neleri kapsadığını düşünüyor olmalı.

Sonra karara varamamış, tedirgin bir sesle soruyor: “Karınız mı?” “Hayır,” diyorum, parmaklarımın ucunda saçlarını, saçlarının tellerinin kalınlığını hissederek. “O, karım olamayacak kadar yakındır bana.” Kız, geceyi daha da karartan kalın telli saçlarını savurarak havuza doğru dönüyor. Elimi çekiyorum. “Ne demek istediğinizi anlayamadım,” diyor.

“Famina mors animae.”
“Bunu da anlamadım,” diyor, başını çevirmeden.
“Kadınlar ruhun ölümüdür,” diye açıklıyorum. “Bekçim de bir kadın ve ben ruhumu ona sattım.”

Bu kez dönüyor. Konuşmadan, sormadan ve birbirimizi rahatsız etmeden –ama geceyi sarmalayan sıcak gibi direncimizi eriten– merakla düşüncelerimizi okumaya çalışıyoruz. Kız sonunda bakışlarımızla kurduğumuz köprüden geri çekilerek, gözlerini indiriyor. Saldırganlığıma boyun eğeceğini ve devam etmem gerektiğini hatırlatan ölçülü ve yeni bir davet bu. “Güzelsiniz,” diyorum.

Değilmiş gibi omuzlarını silkiyor. Böyle iltifatlara alışık olmalı. Gözlerini kaldırınca fark ediyorum. Evet, alışık; tavırları düşüncemi doğrulayacak kadar rahat. “Benim kadar güzel en az on kız var burada.” Eliyle geniş bir daire çiziyor. “Çoğu da esmer.” Öteki esmerlere bakmadan elimi yeniden saçlarına götürüyorum. Kımıldamadan, bu kurallarını bildiği bir oyunmuş ve oynamaya niyetliymiş gibi gülümsemekle yetiniyor. “Ama hiçbirinin saçları seninki kadar siyah değil,” diyorum. Gülümsemesi birden kayboluyor. Şaşkınlıkla, hayal kırıklığının arasına sıkışıp kaldığını hissediyorum. Saçlarının rengi yerine yüzünün güzelliğini övmemi yeğleyeceğini bilmeliydim.

Oyunun kurallarını değiştirerek parmaklarımı saçlarından düz ve pürüzsüz boynuna indiriyorum. O da bana uyuyor; yüzünü yüzüme yaklaştırıp soruyor: “Yüzüm sizi etkilemiyor mu?” Çenesine doğru sivrilip keskinleşen çizgileri, biçimli ancak sinirli olduğunu ele veren burnu, dolgun, ama şimdilik uykudaki dudakları… Cevabım gecikince hayal kırıklığında karar kılan sesi, aramızdaki sessizliği bölüyor: “Biliyor musunuz, erkekler genellikle sarışınlardan hoşlanırlar; acaba siz de…” Parmağımı geri çekip başımı sallıyorum. “Hayır, bizi katma; Ali’yle ben esmerlerden yanayız.” Kız, “Ali?” diye soruyor.

“İlk aydınlatma fişeği gökyüzünde patladığında sağımda o, solumda da gecenin soğuğu vardı; hatırlamadınız mı, az önce anlatıyordum.” “Evet,” diyor kız. “Anlatıyordunuz.” Sonra bir süre beni, geceyi, Ali’yi ve esmerlerin en esmeri olduğunu unutup başını gökyüzüne kaldırarak ne ezgisini, ne de sözlerini duyabildiğim bir şarkıyı mırıldanıyor. Neden sonra –galiba şarkı bittiğinde– bakışları hâlâ yıldızlardayken, fazla meraklı görünmemeye çalışarak soruyor: “Sonra ne oldu?” Sonra! Sordu. Öyleyse… Benimle gelir mi? Gözlerim uşağa takılıyor.

Hâlâ havuzun başında. Elimle işaret ediyorum. Kız, sessizliğimi soruyu anlamayışıma yorup açıklıyor: “O gece. Gökyüzünde aydınlatma fişeğinin olduğu gece…” Eline uzanıp kaçmasını engellemek ister gibi parmaklarını tutuyorum. Acele etmeliyim. İlgisini kaybetmeden… Anlatıyorum: “Sonra Tarık bize döndü ve ‘Gelecek seferki buraya düşecek,’ dedi. Ali yine sırtını kaşıdı. ‘Öfkeliler,’ diye mırıldandı. ‘Birkaçını vurmuş olmalıyız!’ Ben konuşmaya katılmadım. Kasımın soğuğunda, milyarlarca yıldızın altında işaret fişeklerini, askerleri, saatlerdir sürüp giden kovalamacayı unutup, Tarık yeniden konuşuncaya kadar hiç ara vermeden, o güne kadar içtiğim bütün içkileri, tatlarını hatırlamaya çalıştım…” Uşak, dolu kadehleri yanıma bırakıyor, kız susmamdan yararlanarak, “Biliyor musunuz,” diye mırıldanıyor. “Sanki ezberlediğiniz bir duayı tekrarlıyormuş gibi anlatıyorsunuz o geceyi.”

Dördüncü, ya da beşinci kadehi de dua gibi bitirip kıza gülümsüyorum. Meraklı; belki bu uysal merakını kullanıp onu benimle gelmeye ikna edebilirim. Parmaklarımdaki titremenin, birazdan başlayacak olağanüstü serüveni zamanından önce ele vermesini engellemek için kadehi yere bırakıyorum.

“Haklısınız. Ezberlemiş olabilirim. On dört yıldır her yaz burada karşılaştığım esmer ve kıvırcık saçlı kızlara tekrarladım bu hikâyeyi.” Kız, on dört esmer rakibesi varmış gibi tedirginlikle irkiliyor. Sonra küçümsemenin rahatlatıcılığında karar kılıp omuzlarını silkerek, “Pekâlâ,” diyor. “Devam edin. Sıra Tarık’taydı.”

Tarık! “Tarık, Ali’ye, ‘Bir dahaki sefere Yahudilerin korkak olduğunu söylerlerse inanma,’ dedi. Üçümüz de güldük. Oysa soluk almaktan bile korkuyorduk. Çünkü ağızlarımızdan çıkan buhar, gecenin üstüne uzaktan bile görünebilecek beyaz balonlar çiziyordu. Bir ara Ali bana dönüp sırtına göz atmamı istedi. Ama ancak ikinci aydınlatma fişeği fırlatılınca bakabildim arkasına. Sağ omzunun altında iri bir delik vardı…” Boğazım kuruyunca yanda beni bekleyen yedek kadehe uzanıyorum. Kız, “Size inanmıyorum,” diyor. “Ben de Ali’nin sırtına baktığımda inanmamıştım,” diyorum.

“Ama delik, işaret parmağımı sokabileceğim kadar genişti.” Kız eğlenirmiş gibi sözcükleri ortasından bölerek yavaşça tekrarlıyor: “Size i-nan-mı-yo-rum.” “Neden? Yoksa siz de mi Göçmen Bürosu’ndansınız? İsrailliler bana inanmazlar.” Kız, ağustos sıcağında kavrulup kararmış geceyi aydınlatacak kadar neşeli ve öteki kızlara meydan okuduğunu haber verecek kadar yüksek– bir sesle gülüyor. Ardından, “Yahudi değilim,” diyor. “Adım…” “Hayır!..” Parmağımı, birazdan öpeceğim biçimli dudaklarına götürerek devam etmesine engel oluyorum. Şaşırıyor, ama hep yaptığı gibi karşı koymadan dinliyor beni: “Kim olduğunuzu biliyorum. Tam yirmi yıl önce az ötedeki plajdan tek başınıza denize girmiştiniz. On dört yıl boyunca her yaz ağustosta buraya gelip sizi aradım ben.”

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Yüz: 1981 ~ Mehmet EroğluYüz: 1981

    Yüz: 1981

    Mehmet Eroğlu

    Tekrarlıyorum: Suçsuzum; tıpkı sizler gibi. Suçluysam bile, unutmayın, en çok sizinki kadardır bu… Hiçbir hayatın başrolünü oynamaya kalkışmadım; kendiminkinin bile… Bu durum beni ne...

  2. Yürek Sürgünü ~ Mehmet EroğluYürek Sürgünü

    Yürek Sürgünü

    Mehmet Eroğlu

    Dünyanın değişmeyen yanında olmaktan, geleceği güzelleştiren rüyalar görmekten ve vazgeçmemekten mutlu, dakikalardır hasır bir sandalyenin üstünde, sanki kımıldarsa her şeyi yitirecekmiş gibi soluk almadan...

  3. Yarım Kalan Yürüyüş ~ Mehmet EroğluYarım Kalan Yürüyüş

    Yarım Kalan Yürüyüş

    Mehmet Eroğlu

    Milliyetçi Cephe, Uzakdoğu’da bir liman, İzmir’de bir yetimhane, 12 Eylül’de bir darbe… Korkut, Sedat’ı arıyor. Savcı soruyor, birileri anlatıyor. Ferzan büyülüyor. Bıçak yarası. Mırıltılar,...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Filizkıran ~ Fatigül BalcıFilizkıran

    Filizkıran

    Fatigül Balcı

    “Kötü bir masal gibiydi yaşadıklarım… Masal olduğu için, hiçbir saçmalık sorgulanmaz ya. Uçak yerine geçen Anka Kuşu, uçan halılar, güzeller güzeli belalı peri kızları...

  2. İki Deli Derviş – Yazyalnızı ~ Behçet Çelikİki Deli Derviş – Yazyalnızı

    İki Deli Derviş – Yazyalnızı

    Behçet Çelik

    “Bir ara kıyıya takıldı gözüm. Çırılçıplak bir çocuk vardı. Yan yan yürüyordu, yere bakarak. Bir yengeç olmalıydı yerde. Bakıp öykündüğü. Başımı çevirmiş iskambil oynamaya...

  3. Sabahattin Ali’yi Ben Öldürdüm ~ Gökçer TahincioğluSabahattin Ali’yi Ben Öldürdüm

    Sabahattin Ali’yi Ben Öldürdüm

    Gökçer Tahincioğlu

    Gerçekten hakikati bilmek istiyor musun? Peki hakikate ulaşmak mümkün mü? “İnsanlar öldüğünde izlediği filmler ne olur bilmiyorum. Dinledikleri şarkılar, içlerinde biriken özlemler. Okudukları kitaplar...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur